top of page

Öykü- Hanife Baş- Bir Dünya Vapur

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 1 gün önce
  • 4 dakikada okunur

Dünyada aynı anda kaç tane yolcu vapuru hareket ediyor olabilir ki? Ya da bir vapur ömrü boyunca kaç kilometre yol kat eder? Zihnimde bu sorular dolanırken kırmızı paltolu bir kadın telaşla adımlarını hızlandırdı…. Meydanı taze bir simit kokusu sarmıştı. Mavi sular dalgalanırken iskeleden kalkan bir vapurun düdüğü, konuşmalar, satıcıların sesleri ve martıların çığlıkları birbirine karışıyordu. Hava pırıl pırıldı ama hafiften soğuktu. Kafamı kaldırmamla vapurun hareket edeceğini görmem bir oldu. “Yeter artık soru sorduğun, çevreyi izlediğin! Biraz adımlarını hızlandır, işe geç kalacaksın,” diye söylendim kendi kendime. Vapura yetişmeye çalışanlara katıldım, yarış pistindeki bir atlet gibi soluk soluğa. Ama bir saniye… Sadece bir saniye farkla kaçırmıştım işte. Kapıda nefes nefeseydim. Vapur bana meydan okurcasına 'Vuuuvv, Vuuuvv' diye sesler çıkararak uzaklaşıyordu.

Bir sonraki vapuru, 07.30’u bekleyecektim. Kararsızdım, içeri mi girsem, dışarıda mı beklesem? Yolcu salonunda oturmaya karar verdim. On yıldır vapurla işe gidip geliyordum, her gün kıtalararası yolculuk yapıyordum, Anadolu Yakası’ndan Avrupa Yakası’na. Salonun en iyi gözlem noktalarından birine yerleştim, insanlar ellerinde telefonlar, simitler, kahvelerle yavaş yavaş salonu dolduruyordu, sabah telaşı herkesin yüzüne sinmişti. Yeni gelen yolcular hızla ulaşım kartlarını makineye okutuyor, bip bip sesleri havada yankılanıyordu. Esneyenler, derin sohbete dalanlar, el ele tutuşan çiftler, gözleri uykulu iş insanları… Her biri kendi dünyasında, kendi telaşında.

Ama benim ilgimi en çok çeken farklı dillerde konuşan insanlardı. Her defasında hangi ülkenin dilini konuştuklarını çıkartmaya çalışırdım kulak kabartarak. O sabah da Arapça bir şeyler konuşan bir grup yakınıma oturdu. Yan taraftan ise İspanyolca kelimeler kulağıma çalınıyordu. Son yıllarda vapur beklemek adeta bir dünya turuna çıkmak gibiydi. Her köşede başka bir dil, başka bir hikâye.

Bu vapur hattının müdavimiydim, vapur yolculuğu benim için sıradan bir rutindi. Ama her sabah yeni bir hikâyeye karışıyordum sanki. Vapurda farklı milletlerden insanlarla karşılaşmak beni her defasında heyecanlandırıyordu, çocukluğumdan beri yabancı dillere merakım vardı zaten. Yurtdışına hiç gidememiştim ama dünya ayağıma kadar geliyordu işte. 

Aslında insanlar yerinden kalkmadan dünyayı gezebilir, yeter ki kulağı öğrenmeye, zihni anlamaya, kalbi ise farklılıkları sevmeye açık olsun, diye düşünürdüm hep. Kulağıma çalınan her kelimeyi çeviri uygulamasına yazıyordum hemen. Artık yolcu salonunun yarısı farklı dillerle şenleniyordu. Yeni Türkiye’nin kozmopolit yüzü müydü bu? Bazıları bundan rahatsız oluyordu belki ama ben bu durumdan büyük keyif alıyordum.

O sırada, elinde bir çocukla kapıdan giren kumral bir kadına kaydı gözlerim. Çocuğuna sertçe bir şeyler söylüyordu. Sabah sabah ağır makyajı ve başındaki örtüsü dikkat çekiciydi. Çocuk ise elindeki oyuncak arabasıyla oyalanıyordu. Konuştukları dil, Farsçaydı. Kapıdan giren iki uzun boylu adam, rüzgârın hafifçe dağıttığı sarı saçlarıyla salonun içinde duraksadı kısa bir an. Hemen belli oluyordu yürüyüşlerindeki yabancılık. Artık kulağım bu dile de alışmıştı. Kesinlikle Rusçaydı. Son iki boş koltuğa oturdular. Gide gele, duya duya, sözlükte baka baka, Arapça, Rusça, Farsça ve İspanyolcanın belli başlı kelimelerini öğrenmiştim. Farklı diller yükseliyordu, arkamdaki ve önümdeki sandalyelerden. Sol bacağımı ötekinin üzerinden indirdim, sırtımı dikleştirdim hemen. Kelimeleri havada yakalayıp kimseye fark ettirmeden sözlükte aratıyordum. Gittikçe artıyordu kalabalık. Birbirine karışıyordu; çocuk ağlamaları, yüksek sesli konuşmalar, hızlı adımlar… Bazı yolcular ellerindeki simitleri ısırırken, ekşi ter kokusu da ufaktan kendini hissettiriyordu.

Ve beklenen o an geldi. Görevlinin anonsuyla kalabalık, komut almış askerler gibi vapura akın etti. En iyi koltuklardaydı herkesin gözü. Kalabalığa kapılıp sürüklenmemek için yıllar içinde öğrenmiştim kenarlardan ilerlemenin inceliklerini. Bu konuda artık ustalaşmıştım diyebilirim. İskeleden hızlıca geçerek cam kenarında güzel bir yer kapmıştım. Günün ilk zaferiydi bu. Bugün de başarmıştım! Koltuğuma yerleşip rahat bir nefes aldım. İnsanların bu cam kenarı kapma sevdası nereden geliyor acaba, diye düşünmeden edemiyordum. Vapurda yer kapma telaşını, çocukken oynadığımız sandalye kapmaca oyununa benzetirdim hep. Sanki herkes en iyi koltuğu, en güzel manzarayı kapmak için yarışıyordu. İnsanların içindeki o küçük çocuğu açığa çıkarıyordu, bu telaş. Kim büyümüştü ki aslında? İnsan, vapurda bir pencere kenarı kapma telaşında bile hayatın büyük yarışını oynar; oysa manzarayı en güzel görenler bazen ayakta duranlardır belkide.

Merakla etrafı izlemeye devam ettim. Vapur, bir şehirden çok farklı coğrafyalardan kopup gelen insanların ortak bekleme salonu gibiydi. Diller, bakışlar, telaşlar birbirine karışıyordu.

Birbirine ters bakış atanlar, sabırsızca boş yer arayanlar... Üst katlar bile tıklım tıklımdı. "Çay isteyen var mı?" diye bağırarak ilerledi çaycı. Vapurun düdüğü çaldı. "Vuuuv, vuuuv..” Titreyerek çalıştı motorlar. Tam o sırada, kalabalığın içinden bir yüz takıldı gözüme. Mavi montlu, yuvarlak yüzlü, çekik gözlü, sakallı bir adam. Yüzünde uzak diyarlardan gelmiş gibi bir ifade. Hangi ülkeden olduğunu merak ettim. Kim bilir, belki de dilini bile bilmediğim bir yerden gelmişti. Onu buraya getiren neydi? Hangi hayaller, hangi umutlar, belki de hangi tesadüfler... Dalıp gitmiştim adamın yüzüne.

Önce fark etmedim. Sesler, uğultular arasında kaybolmuştu. Ama sonra bağırtılar giderek yükseldi. İçimde bir şey kaçırmış olmanın telaşı filizlendi. Ne olduğunu anlamam uzun sürmedi. Bu bir vapur ritüeliydi. Koltuk kapma kavgası. Bu sefer oyuncuları farklı ülkelerden, farklı dillerdendi. Boş koltuğu kimseye vermek istemiyordu İranlı bir kadın. Arkadaşım gelecek, diye diretiyordu. Rus genç ise, Burada kimse yok, diyerek oturmaya çalışıyordu. İkisi de kendi dilinde konuşuyordu ama ne demek istedikleri gayet açıktı. Bir an duraksadım. Kalkıp aralarını bulsam mı diye düşündüm. Rusçam ve Farsçam fena değildi artık. Neyse ki görevli yetişti. Vapur ilerlerken deniz kokusu doluyordu içeriye. Bu huzur uzun sürmedi. Vapurun önünden gelen seslere yöneldim bu kez. Orta yaşlı bir kadın, telefonda yüksek sesle konuşan birine kızıyordu. Konu, akşam yemeğiydi galiba. Arapçam da epey ilerlemişti, ne dediğini anlıyordum. Bu kez kahramanların biri Suriyeli, diğeri Özbek iki kadındı. Görevli yine araya girdi.

Denizi izleyenler, bu kısa molanın bitmesini istemeyenler, gözlerini ufka dikmiş düşünenler… Vapur iskeleye yaklaştıkça içimde yine o tanıdık his. Bir yolculuğun sonu ama belki de bir yenisinin başlangıcı. Önce hafif bir gıcırtı duyuldu ardından halatlar suya düştü. İskeleye yanaştı vapur. Yolcular yine biniş anındaki gibi hücuma kalktı kapılar açılır açılmaz. Kapının önü çoktan tutulmuştu bile. İnsanlar, balık istifi gibi sıkışmış, sabırsız bakışlarla ilerliyordu. Tam adımımı atacakken bir çığlık, Ayağıma bastın! diye bağırıyordu biri. İstemeden oldu, diye özür diledi diğeri. Birbirlerine sitem ede ede vapurdan indiler. Tartışmasız bir gün geçmeyen bu şehirde, vapur da istisna değildi. Ben hâlâ o insanları düşünüyordum, son yolcular iskelenin kapısından çıkarken. Belki de bir sonraki vapurda yeni yüzlerle, yeni hikâyelerle karşılaşacaktım. Kim bilir?


Hanife Baş

Comments


bottom of page