top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Fatih Boz- Semaver

Şu Rus kadın, kocamın arkadaşı, akşam ona yemeğe gideceğiz. Kadının kocası da kocamın iş arkadaşı. Kocası mı bizi davet etti, yoksa kadın mı bizi davet etti, bilmiyorum. Kocam bana sadece: “Bizi davet ettiler,” dedi. Ben de hangisi davet etti, diye sormadım açıkcası. İki buçuk sene önceydi. Kocam Moskova’ya gittiğinin haftası Rusça kursuna yazılmış. Kurs ayrıca kaydolan kişilere ücretsiz Rusça işaret dili eğitimi de veriyormuş. Benimkisi o kursa da yazılmış. İşte bu kadın ile ilk defa orada tanışmış. Kadın orada işaret dili öğretmeniymiş. İşaret dilini ilerletmek için zaman zaman onunla çevrim içi görüşme de yapmış. Bu süre içinde hem Rusça hem de işaret dilini öğrenmiş. Bunları niye anlatıyorum? Kadın sadece Rusça biliyor, bir de işaret dilini. Kadının kocası da işitme engelli. Onların bildiklerini ise ben bilmiyorum. Evlerine gidecektim ve onlarla ortak bir dili konuşamayacak olmam beni rahatsız ediyordu. Rus genç kadınlar ile ilgili fikrim filmler ve internetten geliyordu. Genelde gördüklerim sarışın, mavi gözlü, dekolteli, ağır makyajlı kadınlar. Güzeller mi? Yani. Eee böyle olunca ev işi pek bilmezler, dışardan yemek yerler, evleri dağınıktır diye düşünmeden de kendimi alamıyorum. Bu hafta geldim Moskova’ya. Her neyse, ilk davetimin böyle olmasını tercih etmezdim.

Kocam ile altı sene önce Ankara’da üniversite birinci sınıfta okurken kampüsteki müzik kursunda tanışmıştık. Ben psikoloji bölümünde, o ise inşaat mühendisliği bölümündeydi. Bir müddet sonra flört dönemimiz başladı. Okul bitti. O hemen uçtu, gitti, bir inşaat şirketinde çalışmak için Moskova’ya. Ben kaldım Ankara’da. Kısa zaman içinde bir klinikte işe girdim. Okuldan sonra iki buçuk sene sözdü, nişandı, geçti, bitti. Bir ay önce evlendik ve bir hafta önce, soğuğun zerreye işlediği, kışın göbeğinde, ocak ayının başında buraya geldim. Gelirken işyerimden ayrılmak zorunda kaldım. Ama çevrim içi olarak işime devam edeceğim. Buradaki gibi soğuk az yerde bulunur. Bu mevsimde dışarda yüründüğünde nefeslerde beyaz bulutlar dans etmekte, kirpiklerde beyaz inciler sıraya girmekte. Sokakta kalpaksız gezen neredeyse hiç görmedim. Tabii ben kalpağa alışık değilim, eksi bilmem kaç derecede başıma bere taktım. Sonra ne oldu? Berenin ince deliklerinden giren soğuk hava kafamın derisinde oya işledi. Soğuğa alışmam vakit alacak.

Rus kadına dönersek. Bu iki buçuk sene içinde kocam ile bu kadın iyi arkadaş olmuşlar. Sadece arkadaş. Onun sayesinde dili sökmüş, çevresi olmuş. Hem Türklerden hem de Ruslardan hem de yabancılardan pek çok arkadaşı olmuş. Ona teşekkür etmek lazımmış. Lafa bak lafa! Neyse. Rus kadının başından mutsuz, kısa bir evlilik geçmiş. Eski kocasından çok şiddet görmüş. Alkoliğin tekiymiş adam. Evlilikleri boyunca hemem hemen her gün, gecenin bir vakti zilzurna sarhoş gelip kadına tecavüz edermiş. Direnirse de onu dövermiş. Zaten direnmeye ne hacet, kadının iki katı ağırlığındaymış bu herif. Kadının artık mecali kalmamış, bir gün belki adam çekinir diye evine Alman çoban köpeği almış. Adama da patronun köpeği bu, patronum izne gitti, köpeğini bana emanet etti, iki hafta kadar bakacağım diye yalan uydurmuş. İşsiz ayyaş da ne yapsın istemeden razı olmuş. Adam bu süre içinde köpekten gerçekten tırsmış. Kadın köpekle o kadar iyi anlaşmış ki her gün işten geldikten sonra onun ile oyunlar oynarmış. Ancak kadının bu rahat günleri çok sürmemiş. Herif oğlu herif iki hafta sonra köpek niye gitmiyor diye kadına eziyet etmeye başlamış. İşşiz ve alkolik, alışmış kudurmuş bu adam bir gün yine, gecenin sabaha yol aldığı, sokakta insan namına kimsenin kalmadığı bir zamanda, kapının zilini çalmak yerine evinin kapısını olanca kuvvetiyle yumruklamış. Kadın uyku sersemi kapıyı açmaya giderken köpekte havlamış. Adam – lafın gelişi adam, hayvan hiç değil – kapı açılır açılmaz kadını zorla odaya götürmüş, yine üzerine çullanmış. Kadının çığlıkları evde çınlamış. Ağzından salyalar akan, üzerine bira fıçısı dökülmüş gibi kokan bu yaratık, kadını susturmak için birden boğazına sarılmış. Kadının yüzü mora dönmeye yakın birden boğazındaki eller kaybolmuş. Kadın havada köpek ile beraber yaratığın uçtuğunu, derin nefes alıp yataktan kalktığında ise yaratığın boğazından akan kırmızı sıvının tahta parkenin üzerini göle çevirdiğini görmüş. Velhasıl bu yaratıktan öylece kurtulmuş. Tüm bunları nereden biliyorum? Kocam bana tek tek anlattı. Dün başka bir şey daha anlattı. Kadın ile kocasını tanıştıran kocammış. Kocamın işitme engelli, mimar Rus iş arkadaşının da başından mutsuz bir evlilik geçmiş. Kocam da ikisinin birbirini iyi anlayacağını düşünmüş olacak ki bunlar arasında çöpçatanlık yapmış. Yani tamam. Diyeceğim, böylelikle kocam Atilla sayesinde bunlar yeni bir evliliğe adım atmışlar. Başka bilmediğim bir şey olmamasını diliyorum.

Şimdi akşam bu kadının ve kocasının evine akşam yemeğine gidiyoruz.

“Atilla nereden çıktı bu davet?” dedim. Atilla yatak odasındaki aynanın başında saçını tarıyordu. Elindeki tarağı komidine bırakıp bana döndü.

“Davet? Yani buraya yeni gelenlere böyle davetler olur hayatım. Özel bir durum değil,” dedi.

“Neden acele ediyoruz?” dedim.

“Acele mi? Pek öyle değil. Senin tanışmanı istedim,” dedi.

“Kadının annesinin yeni öldüğünü söylemiştin. Yasının devam ettiğini düşünüyorum,” dedim.

Bunun üzerine Atilla, bu ülkede tutulan yaslarla ilgili beni fazlaca ayrıntıya boğdu. Lafı fazla uzatmadım. Artık bugün bu davete gidilecekti. Nokta. Üzerimizi sıkıca giyindik. Atilla siyah tüylü kalpağını kafasına aldı, ben de sarı saçlarımın üzerine örme, yeşil, ponponlu beremi. Neyse ki araba ile gidecektik. Dışarda hafif kar yağarken ikinci el Lada Niva cipimize atladık. Yollar buzlu, gideceğimiz yer şehrin kenarında bir mahalledeydi. Aracımız ikinci el demişken, Atilla’ya göre aracımız kötü değilmiş -arabanın içine gelen mazot kokusunu ve motor sesini saymazsak- eski ama sağlammış, dört çekermiş ve buzlu yolda kaymadan ilerlermiş. Atilla da bu yollarda süre süre yolun dilini öğrenmiş. Araba yol alırken silecekleri hafif yağan karı bir sağa bir sola atmakta, far ışığı da yağan kar ile koşturmaktaydı. Yan camın soğuk buharını çıplak elimle sildim. Öylece yol kenarındaki evlere bakıyorum. Herkese olur mu bilmiyorum? Bazen gördüğüm bir yeri önceden görmüşüm gibi hissederim. Bu karlı yol, bu gri binalar. Nedense bana öyle geldi. Kim bilir belki bu yerleri rüyamda gördüm? Belki de bilinçaltımın bana bir oyunu.

Atilla arabanın radyosunu açtı. Rusça müzik çalıyordu. Bir kadın şarkıcıydı.

“Ay yolu bilmese de uçuyor,” dedi.

“Anlamadım,” dedim Atilla’ya. Gayriihtiyari önce gökyüzüne, sonra yüzüne baktım.

“Yok hayatım. Radyodaki şarkı. Şarkının ilk sözleri böyle başlıyor,” dedi. Şarkıya dikkat kesildim, anlamadım ama melodisi beni çekti. Şehrin kenarına doğru ilerledikçe dışarda gezen insan sayısı oldukça azaldı. Biraz daha ilerlediğimizde ise sadece mahalle başlarında küçük büfeler, zayıf sokak lambaları ve evlerden süzülen ışıklar kaldı. Kar yağışı hızlandı. Atilla navigasyonu açmamıştı, evi biliyordu. Bir müddet sonra ise yol kenarlarındaki büfeler de görünmez oldu. Yataylamasına uzun, gri, dört katlı, eski bir apartmanın önüne geldiğimizde, “İşte burası,” dedi Atilla. Apartmanın hemen önünde kar yoğunluğu az, boş bir alana arabayı park etti ve silecekleri de havaya kaldırdı. Arabanın bagajından da bugün pastaneden aldığı ballı, cevizli turtayı eline aldı. Buraya has medovik ismi verilen bir pastaydı. Bu coğrafyadaki pek çok ülkede sevilen ortak bir tatlıymış.

Evin bulunduğu mahallede açık alan çoktu ve burada rüzgâr ile soğukluk daha da artmıştı. Gece bulutsuzdu. Buzlu kaldırımda Atilla ile kol kola penguen adımlarla apartmana doğru yürürken yanaklarıma çarpan kar taneleri ve soğuk rüzgâr başımı öne eğdirdi. Dış kapısı açık apartmana geldiğimizde eski binanın merdiveni bizi bekliyordu. Asansör yoktu. Yorulmadan ikinci kata ulaştık. Atilla zile bastı. Melodik bir müzik dairenin içine doğru yayıldı. Birkaç saniye sonra kapıya doğru terlik sesleri yaklaştı, sonra durdu. Biri içte, biri de hemen önünde olmak üzere toplam iki kapı açıldı. İki gülümseyen yüz vardı karşımızda. Önce Atilla Rusça selam vererek içeri girdi, sonra ben. Ev sahibi kadın, önümüze iki terlik bıraktı. Kadından gelen çiçekli parfüm kokusu ile benim çiçekli parfüm karıştı. Onunki de bir başka hoştu. Antrede ayakkabılarımızı çıkardık. Yabancı filmlerde hep ayakkabı ile eve girildiğini görmüştüm. Yabancı ülkede, yabancı bir eve ilk misafir oluşumdu ve önüme terlik konulmasına hem şaşırdım hem de sevindim. Antrede Atilla tanıştırma faslına geçti. Önce evin kadınına, sonra bana doğru Rusça ve Türkçe konuştu.

“Anna, karım Ayla. Ayla, arkadaşım Anna,” dedi.

Ardından evin erkeği Andrei’ye ve bana döndü, işaret dili ve Türkçe ile beni ve onu tanıttı.

Tokalaşırken onlara İngilizce, “Memnun oldum,” dedim. Anna’yı çaktırmadan süzdüm. Orta boylu, zayıfça, hafif makyajlı, sarışındı. Siyah elbisesi dizinin hemen üstünden boynuna kadar gidiyordu. Gözleri benim gibi kahverengiydi. Hep birlikte salona geçtik. Salonun pencere kenarında iki tekli koltuk, koltukların iki tarafında açık mavi renkte lambader, diğer yanda büyük bir kanepe, kanepenin karşısında dikey piyano, yanında duvara dayalı bir keman, koltukların karşısında televizyon, ortada beyaz, küçük bir halı vardı. Piyanonun arkasındaki duvarda yer alan büyük bir yağlı boya tablo dikkat çekiciydi. Tabloda insan mimikleri resmedilmişti. Salon oldukça düzenli, temiz ve lavanta kokuluydu.

Anna eli ile bana ve Atilla’ya tekli koltukları gösterdi. Büyük kanepeye onlar, tekli koltuklara biz oturduk. Havadan sudan konuşmaya başladık. Tabii lafın gelişi dedim bunu. Atilla onlarla konuşuyor, arada bana tercüme ediyordu. Ben bir şey diyorum, bu sefer onlara Rusça ve işaret dili ile anlatıyordu. Beş on dakika böylece geçti. Televizyon sehpasının üzerindeki bir plaket dikkatimi çekti. Anna plakete baktığımı fark edince bir şeyler söyledi. Meğersem özel bir tiyatroda pandomim sanatçısıymış. İkinci iş olarak işaret dili öğretmenliği yapıyormuş. Geçen senede bu dalda en iyi oyuncu seçilmiş. Onun plaketiymiş. “Yaa, öyle mi?” dedim. Mimiklerimden şaşırdığımı hemen anladı. İngilizce tebrik ettim. Atilla’ya gözümü değdirdim. Sanatçı olduğunu bana söylememişti. Başka bilmediğim şeyler yoktur umarım, dedim içimden. Ama yeni şeyler duyuyorum. Anna ayağa kalktı; kibarca yemeğin hazır olduğunu söyledi, bizi mutfağa davet etti. Bu daveti yaparken yüzündeki gülümseme tüm suratında belirdi.

Akşam yemeğinde aperatif yiyecek içecek, hazır yemeklerin bizi beklediğini düşünüyordum. Ne de olsa genç, güzel, çalışan bir Rus kadını evde yemek yapmazdı. Ama mutfak kapısından adım attığımda ocak üzerinde buharı tüten tencere ile fırın tepsisi, tezgâhın üzerinde çeşitli içecekler ve muntazam masa tertibi bizi karşıladı. Anna sırasıyla borş çorbası, ızgara balık ve vinegret salatasını servis etti. Serviste ona yardım ederken el hareketleri ve mimikler imdadıma yetişti. Yemeklerin tamamını sildik süpürdük. Sohbet etmedik mi? Ettik tabii ki.  Atilla sayesinde yine. Gecenin böyle devam edeceğini sanıyordum ki Atilla ve Andrei aniden müsaade istedi, sonra masadan kalktılar. Dışarda sigara içeceklermiş. Anna ile biz ne yaptık? Masayı temizledik ama kirli tabakları olduğu gibi tezgâhın üzerine bıraktık. Mutfakta bulaşık makinesi yoktu. Olacağını düşünmüştüm. Bana bulaşıkları sonra yıkarım gibi bir el hareketi yaptı.

Anna ile birlikte salona geçtik, televizyonu açtı. Aynı tekli koltuğa oturdum. Rusça bir haber kanalıydı. Ekran görüntüsü önce haber spikerine geçiyor, sonra spiker bir müddet konuştuktan sonra haber videosu başlıyordu. Böyle böyle devam ederken bir haber daha geldi. Sanırım bir müzisyen ölmüştü. Onun bestelediği bir piyano müziği fonda çalarken, kamera tabutun önünde siyahlar içinde bekleyen kalabalığa doğru yakınlaştı. Kalabalık bir grup kişinin önünden sırayla başları hafif önde, sessizce tokalaşarak taziyelerini sunmaktaydı. Anna’ya döndüm.

“Başın sağ olsun,” dedim. Ezberlediğim Rusça kısa kelimelerden biriydi bu. Önce anlamadı.

“Anneniz,” diye ekledim.

Anna kırık bir dal gibi başını hafifçe öne eğdi. Hiçbir şey demedi. Bir müddet sustu. Gözleri doldu. Sonra Rusça bir şeyler söyledi. Anlamadım. İçimde garip kıpırdanmalar vardı. Cep telefonumu çıkardım. Çeviri aplikasyonunu açtım. Aplikasyona Türkçe yazdım. Benim yerime Rusça konuştu.

“Bu şehre daha yeni geldim. Sizi de tam olarak tanımıyorum. Ama siz Atilla’yı iyi tanıyorsunuz sanırım?”

Hafif gülümsedi. Elimdeki telefonu kullanmak için müsaade istedi.

“Atilla’yı senin kadar tanıyamam. Ama iyi bir arkadaş olduğumuzu söyleyebilirim.”

Boş gözlerle ona baktım. Yazmaya devam ettim.

“İlk davetimiz burası. Biraz hızlı oldu. Size zahmet verdik.”

“Zahmet değil keyif. Seni tanımaktan mutluluk duydum.”

Ne demek istiyor? Bana sen diye hitap ediyor. Dur hele biraz, yeni tanıştık, ne zaman sizden sene geçtin? Desem mi acaba? Neyse. Herhalde uygulama sizi sene çeviriyor. Beni tanıyınca mutlu olmuşmuş. Ben de seni biraz daha tanısam mutlu olacağım. Tekrar aplikasyona döndüm.

“Andrei ile çok iyi bir çift gözüküyorsunuz.”

“Evet, öyleyiz. Birbirimizi tamamladık.”

Sen ve Atilla da çok iyi bir çift olarak gözüküyorsunuz demesini mi bekliyorum? Belki de. Ama demedi.

“Annenizin kaybını hatırlattığım için özür dilerim.”

“Özür dilemene gerek yok. Üç ay önce kaybettim. Onu çok severdim.  Bir senedir felçti ve gözleri ile konuşuyordu. Varlığı bana yetiyordu... Ama birden sessizce aramızdan ayrıldı.”

Anna elinin tersi ile gözlerini sildi. Cep telefonumun ekranını kapattım. Televizyonda haber akıyordu. Birkaç haber sonra da hava durumu geldi. Sıkıldığımı düşünmüş olacak ki oturduğu büyük kanepeden kumanda ile kanallar arasında gezindi. Sanki bir şey arıyor gibi. Sonra bir kanalda durdu. Gözleri ışıldadı. Elinde kumanda olduğu halde televizyona bakmam için eli ile işaret etti. Bir belgesel kanalıydı. Diğer kanallardan farkı Rusça konuşmaların İngilizce altyazı ile tercüme edilmesiydi. Belgeselde bir Rus köy düğününün ritüelleri anlatılıyordu. Ekrandaki görüntüde düğüne gelenlere bir parça ekmek ve tuz ikram edildi. Mayalı bu tatlı ekmeğin adı karavay’dı. Bu ekmeğin üzerindeki farklı farklı figürler enteresandı. Meyve, hayvan, çiçek, yaprak gibi her bir figür, iyi bir hayatı, mutluluğu, aşkı ve sevgiyi anlatırmış. Sonra ekranda bir başka görüntü belirdi. Nikah merasimiydi bu. Gelin ve damat nikâh memuruna evet cevabını verdikten sonra imzalarını attılar ve bir tepsi içinde gelen yüzükleri sağ ellerinin yüzük parmaklarına taktılar. Altta yazı akmaya devam ediyordu. Eğer evli kişi boşanırsa ya da eşini kaybederse yüzüğünü sol elinin yüzük parmağına alırmış.  Gözümün ucu ile Anna’nın uzun, ince parmaklarına baktım. Yüzüğü sağ elinin yüzük parmağındaydı. Baktığımı fark etti mi bilmiyorum. Elindeki kumandayı televizyon sehpasına bırakıp bana döndü, gülümsedi.

“Ayla, önce çay mı yoksa kahve mi alırsın?” dedi Rusça.

“Kahve olur, şekersiz lütfen,” dedim İngilizce.

Rusça basit, kısa soruları anlayabiliyordum. Bazı kelimeler de aynıydı zaten. Çay gibi. Kahve kelimesi de benziyordu. Anna mutfaktan iki fincan filtre kahve ile döndü. Salona sıcak kahve kokusu yayıldı. Sonra oturduğu yerden bir müzik kanalını açtı. Ekranda kızıl ikindi vakti kimsenin olmadığı bir tarlanın ortasında, ağzında sigarası yanar vaziyette piyanosunun taburesinde oturan bir piyanist göründü. Piyanistin parmakları tuşların üzerindeydi. Kameraya Rusça: “Haydi,” dedi, gözlerini kapadı ve başladı. Parmakları nota oldu; bir yukarı bir aşağı, bir sağa bir sola uçtu. Bu piyanist Evgeny Grinko idi. Valse eserini çalıyordu. Şarkı bitti. Anna televizyonu kapatmak için izin istedi. Piyanosunun başına geçti, tabureye oturdu. Aynı eseri bir de kendi çaldı. Ayağa kalktım, yanına gittim. Piyanonun hemen yanında kutusu ile duvara dayalı halde duran kemanı açmak için izin istedim. Kemanı açtım, boynuma dayadım. Ben kemanın tellerine, o da tuşlara dokundu. Gözlerimizi kapattık. Bu sefer beraber Valse olduk. Önce sarı, turuncu, kahverengi yapraklara basarak yürüdük; ardından beyaz kütleler geldi, hava iyice soğudu, ayağımız kaydı ama düşmedik. Ve en sonunda rengârenk çiçeklerin açtığı kırda kendimizi bulduk. Koşmaya başladık. Güneş açtı, sonra gülümseyerek durduk. Şarkıyı bitirdiğimizde Atilla ve Andrei ayakta ışıldayan gözlerle bize bakıyordu.

Anna ile beraber mutfağa geçtim. Anna Türk çaydanlığına benzer bir semaverde çayı demledi. Semaver önce kaynadı, kaynadı, sonra duruldu. Medovik pastayı tabaklara pay ettik. Ardından bir tepside buharı üzerinde dört kupa çay, tabaklarda medovik pasta ile salona geçtik. Ayla ile kanepeye yan yana oturduk. Atilla Türkçe semaver kelimesinin Rusça samovar kelimesinden geldiğini anlattı bir çırpıda, hem bana hem onlara. Pastadan bir dilim aldım. Pastada bal tadı yoğundu.  Çaylarımızı içerken bir ara sessizlik oldu.  Kendi içime düştüm. Bulunduğum mekân farklıydı ama zihnim öyle demiyordu.


Fatih Boz

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page