top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Gözen Esmer- Bizim Hikâyemiz

I: Artıkçı ve Oğlu

Günün birinde Kızılcakoru semtinde yaşayanlar ülkedeki yoksulluk sıralamasında birinci olduklarını küçük, tüplü televizyonlarından öğrendiler. Abuzer hiç tepki vermedi, öylece baktı, yorgundu. Zaten tepki verecek bir şey yoktu ki. Babası da yoksuldu, dedesi de hatta onun dedesi de. Osmanlılara dayanan soyunda herkes yoksuldu ve herkesin bir belki iki gömleği vardı.

“Allah büyüktür,” dedi ve geçti Abuzer.

Reyhan artık mal getiremez hale gelen iflasın başıyla ortası arasında kalmış, en az sekiz kere soyulmuş ve sırf bir mucizenin geleceğine inandığı için, “Ya nasip,” diyerek çırpınan bakkaldan nasıl veresiye isteyeceğini düşünüyordu. Beş sene evvel kocasını kaybetmiş, üç çocukla öylece kalmıştı. Bereket, büyük oğlu Mehmet üniversiteyi kazanmıştı da evde bir boğaz eksilmişti.

Dünya Reyhan’ın gençliğine acımamıştı. Saçlarındaki aklar hızla arttı. Daha kırkına bile gelmemişti halbuki. O da Kızılcakoru semtinin ülkenin en yoksul yeri olduğunu öğrendiğinde kayda değer bir tepki vermemişti. İç geçirdi yalnızca. Zaten o sırada küçük kızın pantolonuna yama yapmakla meşguldü. Neden hâlâ sökükleri dikiyordu bu kadın? Yırtıklar moda değil miydi? Reyhan iç geçirdiğinde kalbinin attığını, soluk alıp verdiğini, yaşadığını fark etti.

Kocası Ömer Usta’nın ölümünden sonra bir iki taliplisi çıkmıştı ama o kabul etmemişti. Hem laf söz olurdu ya da yeniden boyunduruk altına girmek, bir başka adama katlanmak istememişti. Taliplerinden biri olan Ramiz öyle kaba saba birisi değildi. Sabahın ilk ışıklarında yani daha ilk çiy iki gözlü kondusunun önündeki yaban güllerine düşmeden sefer tasıyla işine giderdi.

Yok öyle değildi.

Ramiz sabahın ilk ışıklarında toplu konutların neredeyse penceresiz, tavansız, kireç kokulu koridorlarından çıkar, şehrin bir ucundan diğer ucuna tek vasıtayla gidebiliyor olmanın mutluluğunu ve yollarda kaybettiği zamanın burukluğunu yaşardı. Eski dünyada yaşasaydı ondan çok iyi bir seyyah olurdu. Çok iyi bir gözlem yeteneği vardı ve bu yeteneğiyle birleşen bir öğrenme merakı. Bu yüzden ondan iyi duvarcı yoktu şantiyede. Çavuşların hepsi ona mecburdu bir yerde. İlerleyen yaşına rağmen bir kenara itilmemesinin ve hâlâ tam yevmiye almasının sebebi buydu. Bazen sigorta bile yapıyorlardı ona. Tabii dünya Ramiz’in bu yeteneğine ve parlak zekâsına gülüp geçmişti yalnızca. Bir çekiç darbesi bu parıltıyı söndürmeye yetmişti.

Yoksulluk sıralamasına verilen tepki Kahveci Hikmet’te, bohçacı Aysel’de, Klarnetçi Ayhan’da da çok farklı değildi. Haberi duydukları anda hepsi sanki bir ağızdan, “Kader,” dedi. Babaları, ağabeyleri, dedeleri hiç olmazsa küfür ederdi. İçine tükürürlerdi böyle işin. Fakat “globalleşen dünya” onlara küfür etmeyi, hissetmeyi bile çok gördü.

Hepsi birden başlarını yere eğdi. Belki baktıkları yerde çürümüş ruhları, çalınmış duyguları, körelmiş bilinçleri vardı. Geriye bedenleri ve her an kini saklamaya mecbur, tutsak gözleri kalmıştı. Bu insanların çocuklukları dayakla ya da hastalıkla, gençlikleri kavgayla, çalışmakla ya da mahpusla geçmişti. Bir kez olsun, “Evladım, söyle bana ne dilersin?” diye sormamıştı ki Allah baba. Belki bu yüzden bu insanlar o meşhur cin masalını icat etmişti.

Yine de o yukarıdaydı, esirgeyen ve bağışlayandı ve günü geldiğinde bütün bu haksızlıkların hesabı sorulacaktı.

“Ya nasip!”

Ülkenin Çürük Domates Ödülü’nü kazanan bu semtinde Artıkçı Bekir ile oğlu Kopil yaşardı. Bu baba-oğul nerede pazar varsa akşam oraya damlar, pazarcılardan artık sebze, meyve dilenirdi. Ayrıca düğünleri, mevlitleri, camilerde hayır için dağıtılan çorbaları ve lokmaları hiçbir zaman kaçırmazlardı. Kopil bazı akşamları hale iner, çorba parasına kabzımallara mal indirirdi. Amele pazarında sıska olduğu hiç seçilmezdi bu çocuk; üstelik özel bir yeteneği, ustalığı da yoktu. Bütün bunların üstüne bağımlıydı Kopil. Köprü altlarında içicilerle, pis çocuklarla, sokak itleriyle takılırdı.

Annesini çocukken kaybetti Kopil, babası ne yapacağını bilmez haldeydi. Zaten çalışmaktan kafasını kaldıramıyordu ki. Aslında bu kadar düşmemişti onlar. Üç sene evvel Bekir iş kazası geçirmiş ve bir gözünü kaybetmişti. Ondan evvel de sağ yüzük parmağının yarısını dişlilere kaptırmıştı ya, onu kazadan saymıyordu artık. Son kazayla ilgili dava açmıştı açmasına ama dava avukatlar ordusunun kesin zaferiyle sonuçlanmıştı.

İşte Kopil ve Bekir mahallelinin yaptığı kulübe sayesinde başlarını sokacak bir yer bulmuştu. O günden beri de dilenmeye, hatta tırnaklamaya başlamışlardı. Bu daha çok Kopil’in işiydi. Tiner ya da esrar için para bulamadığında ya arabaların önüne atlar ya da pazarlarda kadınların çantalarından onlukları, yirmilikleri çeker alırdı. Sonra bu paraları kirli ve yağlı elleriyle cebine koyar, sabırsız adımlarla torbacıya giderdi.

Bekir, Kopil’in bağımlılığını biliyordu bilmesine ama elden bir şey gelmiyordu. Kaç kere konuştu, sövdü, dövdü. Bir keresinde komalık olmuştu Kopil. Bir süre uzak durmayı başarmıştı ama sonra yine devam etti. İmam efendi de konuştu onunla, okudu etti, nafile.

Kopil adını ne zaman almıştı artık kimse hatırlamıyordu. Sanıyorum geçirdiği bir kriz esnasında ekmek bıçağıyla kollarını kesmişti mahallenin ortasında. Oradan kalmış olabilir.

Bir gün torbacı ona bir teklif yaptı. “Bundan sonra benle çalış. Hem mala para vermezsin hem de karnın sıcak çorba görür. Ha, ne dersin? Kimseyle uğraşmayacaksın merak etme, yalnızca sana verdiklerimi söylediğim adrese götüreceksin o kadar. Hem altına bir motor da veririz.”

Motoru duyunca Kopil’in altları morarmış, kızarık ve dumanlı gözleri parladı. Demek bir motoru olacaktı. Hem eve de bir şeyler götürürdü. Yine de endişelenmişti. Bu işin sonunu az çok biliyordu. Mahallede onun yaşlarında Soydan diye bir çocuk vardı, kalbinden sekiz kere bıçaklanmıştı bu çocuk. Bugüne kadar zararı kendisine ve babasınaydı. Şimdi işler değişiyordu. Hem dumanlı aklı bu oyunu oynamaya yetecek miydi?

“Hadi hadi nazlanma,” diye sırtına vurdu torbacı. “Hem bak şu pis kıyafetlerden de kurtulursun” Başını eğdi Kopil, bu razı gelmek demekti.

İşte her şey burada başladı aslında. O gün ilk teslimatı yapıp torbalarla eve geldi Kopil. Gözleri yine dumanlı ve kızarıktı. Babası motorun sesini duymuştu. Torbaları da görünce işkillendi.

“Ne halt ediyordun yine sen, ha neredeydin, köpoğlu?” diye bağırdı.

Kopil’in suratı bembeyaz kesildi. İstese şuracıkta yere yıkardı babasını. Ama tuhaf bir korku ona engel oluyordu. Sanki bir kere yapsa hiç durmayacakmış gibi bir his vardı içinde.

“Geldim işte,” dedi Kopil, “hem bak bu sefer boş gelmedim.”

“Parayı nereden buldun it oğlu it?” deyip tokadı yapıştırdı Bekir. Oğlunun ne işlere bulaştığını düşünmek bile istemiyordu. Kör gözü ve yarım parmağıyla hedefi tutturması olağanüstüydü.

Kopil neye uğradığını şaşırdı, babasının üstüne atladı. Sinirden zangırdayan dişlerinin arasından, “Ba-na bir da-ha vu-ra-cak o-lur-san le-şi-ni bu-ra-ya se-re-rim,” dedi.

Çok korkmuştu Bekir, kafa sallayabildi yalnızca. Hiçbir şey sormadı, Kopil de hiçbir şey söylemedi.

O geceden sonra Kopil egzozu patlak motoruyla, elinde torbalarla döndü eve. Ta ki polisin şehir genelinde başlattığı operasyonlara kadar. Onun çalıştığı torbacı çoktan yakalanmış, her şeyi itiraf etmişti. İfadesi büyük oranda gerçekti ve bütün çete çökertilmişti. Fakat bir şeyi farklı söylemişti torbacı. Güya Kopil onun ve hatta onunla birlikte üç mahallenin sorumlusuydu. Diğerleri de bunu onaylamıştı. Demek ki evvelden daha az ceza almak için böyle bir sözleşme yapılmıştı.

Polis fellik fellik Kopil’i aramaya başladı. Kopil mahalleye yakın bir benzinlikteydi o sıra. Arandığından haberi bile yoktu. Polisin, dur, ihtarına elbette uymadı ve hayatının en büyük oyununu oynadı. Motoruyla dar sokaklara daldı. Bir ara ana cadde çıktı sonra tekrar mahalleye saptı. Bu sırada polisler arkasındaydı ve silahla tekerini patlattılar.

Düştü düşmesine ama hemen kalkmayı başardı Kopil. Bu sıska, çelimsiz ve “bitik” adam dayanıklı çıkmıştı. Koşmaya devam etti. Kulübeye geldiğinde Bekir uyuyordu. Oğlunun geldiğini duydu. Kopil cebinde ne varsa boşalttı bir de anahtar verdi babasına. “Arkadaki kuyuda,” dedi.

Çıktığı anda polis otolarının mavi kırmızı çakarları gözünü alıyordu. Polisler durmadan, teslim ol, çağrısı yaptı. Güldü onlara, böyle bir final istemiyordu gerçi ne isteyip ne istemediğini de bilmiyordu. Belindeki silahı çıkardı ve kafasına dayadı, sonra gökyüzüne o gördüğü beyaz ışığa baktı. Beyaz ışıkta beliren annesine gülümsedi ve gözlerini kapadı.

“Yapılacak bir şey yoktu.”

Günler sonra Bekir gece vakti kuyuya gitti ve çıkrığı yukarı çekti. Gerçekten de bir sandık vardı burada. Kopil’in son numarasıydı, küçük sandıkta bir sürü altın vardı. Bu altınlar kalan ömründe Bekir’e yeterdi, yetmese bile en azından açlıktan ölmezdi.

O anda gökyüzünde bir yıldız parladı. Kopil son numarasını yapmıştı.


II: Kâğıtçı

Kâğıtçı neşeli bir çocuktu. Bu kadar yükün altına dertle tasayla girilemezdi zaten. Çekçeğiyle her sabah dere boyundan usul usul koyulurdu yola. Bazen şehir merkezine bazen Melen’e doğru, arka mahallelere ve eski sanayinin olduğu yere giderdi. Neşeli neşeli ilerlerken çekçekin üçte biri doluvermişti. Güneş tepeye gelirken yükünün ağırlaştığını fark etti. Eğer boyacılar sataşmasaydı caminin şadırvanında elini yüzünü yıkayıp caddenin karşısındaki tavukçudan yarım ekmeğini alıp sanayiye doğru yol alacaktı. Şans bu ya, boyacılar kalabalıktı. Kâğıtçı postane binasının çıkıntısına çöküp yemeğini yerken boyacıların en büyüğü, “Kalk lan oradan, bizim yerimiz bura,” diye bağırdı.

Kâğıtçı aval aval onlara baktı ama kalkmadı.

Boyacının yanındaki, “Hadisene oğlum, duymadın mı lan kalksana,” diye üsteledi.

Kâğıtçı tekti, boyacılar ondan küçüktü küçük olmasına ama beş kişilerdi. Bir tanesinde sustalı vardı. Hem iş sadece burada kalmazdı. Ayrıca çıkacak kavgadan en çok zararı o görecekti. Bütün günü heba etmekti bunlarla kavga etmek. Yine de yanıtsız bırakamazdı. Tam cevap veriyordu ki zabıta yanlarında bitiverdi.

Sokağın esnafı kalenderdi, öyle ihbar, jurnal işlerini asla yapmazlardı. Hele gariplerle, düşkünlerle hiç uğraşmazlardı. Varsayalım ki biri uğraştı, sokağın müdavimi Arnavut Adil onlara demediğini bırakmazdı. Bildiği bütün küfürleri ederdi.

Çocukların yanına gelen zabıta yılgındı. Ne onlarla ne de onların kalabalık aileleriyle uğraşmak istiyordu. Belaydı bunlar. Emekliliğine üç yıl vardı, bıkmıştı artık. Kıçlarına tekmeyi basıp kovalamaya başladı hepsini.

“Yürüyün piç kuruları, siktirin gidin, görmeyeyim sizi bir daha.”

Boyacılar birden toz olmuşlardı ama kâğıtçı öylece kalmıştı. Zabıta onun kaçmamış olmasını bir otorite eksikliği olarak yorumlamış olacak ki kâğıtçıya da küfrü bastı.

“Sen ne diye dikiliyon lan burada eşşoğlu. Al arabanı da defol git.”

Kâğıtçı boynunu eğip gitti. Zaten ne yapabilirdi ki… Zabıtanın düğmesine dokunsa altı aydan başlardı. Alnında “657” yazıyordu kapı gibi.

Sanayiye doğru yaklaşmıştı kağıtçı. Günü kurtarma telaşındayken dört yol ağzında boyacılar birden çullandılar üstüne.

“Ulan piç oğlu piç. Biz sana buralara gelme demedik mi ha! İbnenin evladı,” diye bağırarak Allah ne verdiyse vurdular kağıtçıya.

Büyükleri, “Bir daha bizi gördüğünde kafanı eğip geçeceksin yanımızdan. Bir de pazarcının kızı Gülşah’tan uzak duracaksın,” dedi. Kâğıtçı yerde üstü başı perişan halde kafa sallayabildi yalnızca. İntikam alabileceği bir durum yoktu. Boyacı çocukları tepelese abileriyle kim uğraşacaktı? Mahalleden kim onun yanında dururdu ki? Kardeşleri desen ufacıktı. Piç kurusunun tekiydi.

Kâğıtçı, Gülşah’ı pazarda görmüştü. Yüzü kapkara, gömleği delik, siyah lekelerle dolu, tırnakları pislik içindeydi kağıtçının. Ellerini saklayacak bir yer bulamamıştı bakışırlarken. Gülşah öyle güzeller güzeli, masallardaki Kaf Dağı prensesi falan değildi. Köylü güzeli, kenar mahalle dilberi de değildi. Hiçbir şeylerin yakın akrabası hiç kimselerdendi o da. Kâğıtçıyla onları birleştiren de buydu zaten.

Bebekliği, çocukluğu pazarlarda geçmişti Gülşah’ın. İlk gençliği de öyle ve muhtemelen yaşlılığı da pazarlarda geçecekti. Hani o şeker fasulyesi çok güzel olan teyzeler var ya, onlardan biri olacaktı. Gülümseyecekti gençlere.

İşte öylesine günlerden birinde denk gelmişlerdi kâğıtçıyla. Kâğıtçıda artık ne bulduysa! Belki de bir pazarcı kızının kalıplarını yıkması, ona dayatılan benlikten kurtulması böyle oluyordu. Her zaman beyaz atlı prens olacak değildi ya! Aslında bizim kâğıtçıda şeytan tüyü vardı var olmasına ama katrana ve çamura bulanmıştı. Başka bir evrende genç bir girişimci, belki çevre ajansı sahibi olabilirdi mesela. Olağan gibi Gülşah’ın tek taliplisi kâğıtçı değildi. Kâğıtçıya saldıran boyacı da yüzü gözü karalar içinde ve o tatlı aksanıyla Gülşah’ı tavlamanın peşindeydi. Ama Gülşah ona pas vermemişti. Buna içerleyen boyacı bir de kâğıtçıyla buluştuğunu görünce çileden çıkmıştı. Kendince bilenmekte haklıydı.

Eve geldiğinde kardeşleri başına toplandı. “Abi noldu sana?” “Kim yaptı bunu?” Abi olmanın gereği, tersledi kardeşlerini kâğıtçı. Ama henüz bir karara varamamıştı. Ne yapacaktı? Gerçekten boyun mu eğecekti onlara yoksa bir kan davasının fitilini mi ateşleyecekti? İçi içini yiyordu. Yüreği dolup dolup çekiliyordu. Gururu ve aşkıydı söz konusu. Dayanamadı, ağır ağır geldiği evden bir hışımla çıktı, şehir merkezinde birahanelerin ve köftecilerin iç içe geçtiği bu garip sokakta eski bir oltacı vardı.

-Nereden bildiğimi sormayın, babamla yüzümüzü ekşitip giderdik. Gıcığın tekiydi.-

Oltacıdan bir tane sustalı aldı. Arka cebine koyup boyacıların olası takılma yerlerinden biri olan stadyumun oraya gitti. Stadyum eski oto sanayiyle iç içe bir yerdeydi. İki kamu kurumu ve bir özel halı saha olmasına rağmen şehrin illegal işlerinin bir kısmı burada dönerdi. Örneğin, bir torbacı teslimatı burada yapardı. Bir soygun planı için en uygun yerlerden biriydi. İllegal bir buluşma mı yapılacak, gayet uygundu.

Kâğıtçı tahmininde yanılmadı, boyacıların en büyüğü oradaydı. Üstelik tek başına. Sustalıyı çekip boğazına dayadı. Boyacı zaten duvar kenarında olduğundan hiçbir şey yapamamıştı.

“Bir daha bana ve Gülşah’a bulaşırsan yemin billah deşerim seni,” dedi. Bunu derken gözlerinde büyük bir öfke vardı. Boyacı gözü dönmüşlüğün ne demek olduğunu babasından biliyordu. Şimdi Çilimli’de yüksek güvenlikli hapishanede olan babası annesini on yerinden bıçaklamıştı.

Kâğıtçı öfkesini ustalıkla kontrol etmeyi başarmıştı. Boyacı üç kere kafa sallayıp kapalı olan ağzından boğuk sesler çıkarınca kâğıtçı bıçağı boynundan çekti, yüzüne iki yumruk sallayıp arkasını dönüp gitti. Bu korkunun boyacıya yeteceğini düşünmüştü.

Boyacı elbette altta kalmayacaktı. Öfkesi kine dönüşmüştü ki bu artık işin kavgayla çözülmeyeceğini gösteriyordu. Kâğıtçının bir araba dayak yese yine de vazgeçmeyeceğini ve gelip intikamını alacağını biliyordu. İki seçenek vardı: ya öldürecekti ya da kumpas kuracaktı.

Kâğıtçılığın yasaklandığını ve hükümetin bu işi yapanlara yaptırım uyguladığını biliyordu. Hatta postanenin orda zabıta üç-dört eski kâğıtçıyı kovalamıştı. Bir ihbar yeterdi yetmesine ama zamanlaması mühimdi. Hem tek başına kâğıtçılıkla değil hırsızlıkla da suçlamak lazımdı.

Küçük kardeşini kâğıtçının peşine taktı. Kendisi de şehir merkezine daha sık iner oldu. Tabii ondaki bu değişimi kimse fark etmemişti ve etmeyecekti de. Kâğıtçı şehir merkezine geldiği gün onu polise ihbar etti. Yalnızca kâğıt toplamadığını, hırsızlık yaptığını, bir kadının bir çift küpesini bu piç kurusunun çaldığını ve küçük kardeşinin olanları gördüğünü söyledi polise.

Polis memuru hemen karar vermedi. Ama ihbar ihbardı ve gerçekten de boyacının bahsettiği gibi bir hırsızlık olayı da yaşanmıştı. Üstelik boyacının küçük kardeşinin gün ve saati de tutuyordu. Kâğıtçının yerini boyacıya sorduktan sonra postanenin oraya yöneldi. Dört-beş kâğıtçı o uzun sokak esnafının artık kâğıtlarını topluyorlardı. İçlerinden birinin ismi Onur’du.

Polisin, “Hangisi?” sorusuna bizim kâğıtçıyı işaret etti boyacı. Polis hiç beklemeden kâğıtçının üstünü aradı. Cebinden bir çift küpe çıkınca, kelepçeleyip karakola götürdü. Sonrası iki gün boyunca sorgu. Kâğıtçının aklında yalnızca Gülşah ve kardeşleri vardı.

Polisler, “Anlat!” dedikçe kâğıtçı aval aval onlara bakıyordu. Gerçekten şaşkındı. Cebinden çıkanların nereden geldiğini bilmiyordu.

Onur, zavallı Onur. Ömrü ona buna kapılanmakla geçmişti. Bir çingeneydi ve herkes kadar yalnızdı. Sorun o ki herkesin onun kadar yalnız olduğunu bilmiyordu. Entelektüel insan için bir Ovidius vakasıydı belki. Babası ne umutlarla bu ismi koymuştu ona. Belki kurtulurdu yalnızlıktan. Onur Oscar’a aday, Onur dört yüz metre rekorunu kırdı, Onur parçalanan atomu bir daha parçaladı ama hiç kimseden yardım almadı. Hayır, Onur artık ihbarcıydı. Bu her şeyi ve herkesi affedebilen yüce gönüllü milletin affetmeyeceği tek bir şey vardı: ispiyonculuk. İşte onlardan biriydi artık.

Belki bunun acısıyla belki de dışlanmanın, ardından edilen küfürleri duymanın sonucunda Onur itiraf etti her şeyi. Bu zavallı itiraf kâğıtçının üç ayına, kardeşlerinin sefaletine, Gülşah’ın hiç istemediği biriyle evlenmesine neden oldu ve dünya kendi ekseninde hiçbir şey olmamış gibi dönmeye devam etti.


Gözen Esmer

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page