Öykü- Bünyamin Kaan Çelebi- İnancın Pekiştiği Mevsim
- İshakEdebiyat
- 1 gün önce
- 5 dakikada okunur
Bir tabloya benziyor. Hava çok kuru. Çok soğuk. Rüzgâr yok, ses yok, hiçbir şey yok. Her şey çok sabit. Sadece pus ve karanlık var. Bahçenin çevresini saran duvarlar yıpranmış. Üstlerini kırağı kaplamış ağaçların kuru dalları sınırın dışına taşıyor. İşlemeli demir kapı sanki eskisinden daha büyük. Kapıya tırmanıp üstünden atlıyorum. Kilit taşlarında bükülen bileklerim esniyor.
İki yanımda uzanan ağaçların arasında yürüyorum. Kendi yolunu bulan yabani otlar, taşların arasından fırlamış, toprağı sarmış, ağaçların canını sıkacak kadar uzamış. Dikenler paçama yapışıyor. Ellerim ceplerimde, yanaklarım üşüyor. Adımlarım sıklaştıkça evin silüeti görünmeye başlıyor. Dalların arkasında yükselen karanlık duvarlar yabancı geliyor. Ablamın üst kattaki odasının penceresi açık. Çatıdaki metal oluğun bir ucu çapraz olarak düşmüş.
Basamakları çıkıyorum, verandada üç nesli eskiten demir sandalye var. Yanındaki kanepenin kumaşı yağmurdan ve zamandan çürümüş. Rengi solmuş, tam ortasından çökmüş. İkisini de istemiyorum. Verandaya çıkan ilk basamağa oturuyorum. Yaktığım sigara tereddütle yanıyor. Burada saklanma derdim olmadan rahatça sigara içebildiğimi hatırlamıyorum. Zaten bahçenin haline bakınca bunu hak etmiyorum.
Ucundaki ateşin peşinden dikey yükselen dumanın izinde gördüklerim ancak hayal gücüyle çizilir. Ağaçların her biri farklı. Çarpık uzayan kollar bütüne bakınca göze batmıyor, sanki her biri aynı gibi. Gözlerimi kısınca belirginleşiyor. Açıları, kalınlıkları, yönleri… Hepsini aynı su beslemiş, aynı güneş büyütmüş ama yolları farklı.
“Dışarıda ne yapıyorsun?”
Kaşlarım çatılıyor. Bir nefes veriyorum. Eve, sese doğru dönüyorum. Benimle aynı basamağa, yanıma oturuyor.
“Gireceğim ama içerisi karanlık.”
“Dışarısı da öyle.”
“Evet ama içerisi kadar can sıkıcı değil.”
“Neden can sıkıcı olsun? Burası senin evin.”
“Eskiden bizimdi.”
“Yıllardır senin. Baban bahçenin bu haline çok kızıyor.”
Bunu ben de düşünüyorum. İşi bitmeden önce su bile içmeyen o adamı. Bana ve ablama bırakacağı, şimdi diz boyu otlardan içine girilemeyen en değerli mirasını.
“Artık bir önemi yok,” diyorum.
“Belki senin için öyle ama sonrasını bilmiyorsun.”
“Sonrası olmayacak.”
“O zaman çok kötü. Bu evin ışıkları bir daha hiç yanmayacak.”
“Evet.”
“Kaçıyorsun.”
Benimle oyun oynuyor. Vazgeçmiş olanı ortaya çıkarmaya çalışıyor. “Hayır. Bu kaçmak sayılmaz,” diyorum.
“Ne o zaman?”
“Kaçmaktan yorulduğum için geldim.”
Niye burada olduğumu biliyor. Zihnimde canlanıyor; ben bahçe kapısına doğru elimde valizimle yürürken arkamdan gülerek beni izliyor. On bir yıl önce üniversiteye giderken bu kapıdan çıktığım zamanki gibi ikinci kez gidişimden mutlu olmak istiyor.
“Çok yoruldum,” diyorum. Başımı göğsüne yaslamak istiyorum ama o geri çağrılmış bir anı. Gözlerim doluyor, elimle belimdeki soğuk metali yokluyorum.
“Biliyorum,” diyor. Sonra ekliyor. “Hatırladığım gibi değilsin. Sakalın uzamış, saçlarına beyazlar karışmış. Aramızda kaç kaldı?”
“Dokuz.”
“Eğer geri dönersen ve beni geçersen hâlâ annenim, unutma.”
Anlatmak, konuşmak istediğim çok şey var ama başım önde. Ona bakmadan mutfak penceresine yürüyorum, önünde duran saksının altındaki anahtarı alıyorum. Kapıya taktığım zaman dönmüyor. İleri geri yapıyorum. Çevirmeye çalışınca anahtarın sapı kırılıyor. Bugün ikinci kez dışarıda kalıyorum. Yanımdaki demir sandalyeyi kaldırıp salonun camına vuruyorum. Düşündüğümden daha çok ses çıkarıyor ve karanlıkta yankılanarak kayboluyor. Önce çürümüş koltuğa sonra mermere basıyorum ve sararmış perdeyi yana doğru kaydırarak içeri atlıyorum. Zifiri karanlık. Yıllar geçse de evi hatırlıyorum. Bakmadan koridora geçiyorum. Sonra da mutfağa. Elimle yoklayarak tezgâhı buluyorum. Dördüncü çekmecede mum var. Kibritle yakıyorum ve pencerenin önüne koyuyorum. Ateş, matlaşmış camı temizliyor. Bahçede, en köşedeki ağacın kenarında bir gölge var. Elindeki küreği savuruyor. Görmesem de tanıyorum. Her biri için ben kazdım, babam da benim için kazıyor.
Mumun ışığı dalgalanarak yayılıyor. Burnuma yanık kokusu geliyor. Ablam fırının başında dikilmiş, renkli eldivenlerinin arasında tuttuğu kalıba sinirle bakıyor.
“Hayır ya!”
Gülümsüyorum. Terliğini fırlatıyor. Sonra tek ayak üzerinde sekerek geri istiyor. "Ver şunu yoksa kafanı kırarım." Gülüyor. Saçı başı dağılmış. Derin bir nefes alıyor ve kalıbın dibine yapışan hamuru kazıyor. Baştan başlayacak.
“İstiyorsan ben yaparım.”
“Sen kek mi yapacaksın? Saçmalama.”
İlk denediği gün kalıbı dört kez temizlemiş, gün ışığı mutfak penceresinden girene dek dertleşmiştik. Şimdi ise karanlık ve içi boş. Zihnimde hapsolmuş anıyı tekrar tekrar yaşıyor. Mumu alıyorum ve onu karanlıkta kendi haline bırakıyorum. Acı veriyor.
Üst kata çıkıyorum. Odama. Ayakkabılarımın altındaki halı sertleşmiş. Yatağım toplu duruyor. Benim pencerem de açık, hafiften başlayan esinti sararmış tülü savruluyor. Bıraktığım şeyleri on bir yıl sonra aynı yerinde bulmak tuhaf. Sanki unuttuğum o zamanki beni yeniden tanıyorum. Kitaplığın bir rafı çökmüş, kitaplar zemine savrulmuş. Dizlerimi kırıyorum ve mumu yaklaştırıyorum. Ateş, en üsttekinin kapağını parlatıyor. Odisseia. Ayağa kalkıp arkamı dönüyorum. Babamın silüeti pencereden bahçeyi izliyor. Usulca yanına gidiyorum. Dışarıda çukur kazan gölgesine bakıyor.
“Dikkatli baksan çok daha kolay olurdu. Kendini hep boş yere yordun.”
“Kendi açımdan baktım, yolu bir başıma bulmam gerekiyordu.”
“Buldun mu?”
“Evet. Yol falan yok.”
“Çıkardığın sonuç bu mu?”
“Evet. Her zaman kazandım. Ellerim kanadı, ayaklarım su topladı, bileğim büküldü ama kazandım. Asıl olayın kazanmak olmadığını anlayana kadar kazandım.”
“Neymiş asıl olay?”
“Sadece boşluk var. Kazansam da kaybetsem de hep aynı boşluk.”
“Belindeki mi kapatacak?”
“Evet. Geriye bir şey kalmayacak.”
Bilmiş bilmiş başını sallıyor. “Bu sözlerine niye hiç şaşırmıyorum biliyor musun?”
“Çünkü doğrular.”
“Hayır. Seni bildiğim için şaşırmıyorum.”
Sinirleniyorum. “Benim yaşadıklarımı yaşamadın. Kendinden sonraki halimi tanımadın. Üçünüzü de aynı anda kendi ellerimle gömdüm. Sonra buraya geldim, kapının önündeki eski demir sandalyeye oturdum. Siz yoktunuz, boşluk vardı. Sadece boşluk. Ne yapacağımı bilmiyordum. Şimdi de bilmiyorum.”
“Buna itirazım yok. Elbette ki zordu. Bir başına kaldın.”
“Yanlışım ne o zaman?”
“En başında söyledim. Dikkatli bakmıyorsun.”
“Neyi görmem gerekiyor söyle o zaman.”
“Hiçbir şeyi. Çünkü zaten farkındasın. Kabul etmek işine gelmediği için gözlerini kaçırıyorsun.”
“Sadece kafamı karıştırıyorsun.”
Ablam elinde kalıpla içeri dalıyor. “Bu sefer oldu hadi gel.” Babam, onunla birlikte aşağı iniyor
Yatağıma oturuyorum ve bir sigara içiyorum. Tekrara düşen bir anı daha geliyor. Ablamın staj maaşı ile aldığı teypten yayılan müzik yan odanın duvarından sızıyor. Artık bunlardan kurtulmam gerek. Sigarayı halıya atıp üstüne basıyorum. Aşağı iniyorum. Dışarı çıkarken mutfağın önünden geçiyorum. Masanın etrafına toplanmışlar. Ablam okulda başına gelen bir olayı anlatıyor. Annem gülüyor. Babam dinliyor. Mutlular. Başımı çeviriyorum. Katılmama az kaldı.
Evin tozlu havasından kurtulunca nefesim boşa düşüyor. Üzerinde cam kırıkları olan demir sandalyeye oturuyorum. Elim belimde. Soğuk metal parmaklarımı üşütüyor, sonra da dayadığım alnımı. Gözlerimi kapatıyorum.
“Hadisene geri zekâlı yüz kere mi çağırıcam.”
Gülüyorum. Komik bir kapanış.
“Geli…”
“Geliyorum.” Sesimin üstünde farklı bir ses yankılanıyor. Gözlerimi açıyorum ve başımı karanlığa çeviriyorum. Gölge elindeki küreği bırakıyor. Yürümeye başlıyor. Yaklaşırken, ablam eşikten bağırıyor.
“Ne yapıyorsun, kaç saattir orada?”
“Erik ağacı kurumuş, yenisi için çukur kazıyorum.”
“Sen ne anlarsın bahçeden? Babam kazar gel hadi.”
Tökezleyerek yürüyor. Basamakları çıkabilmek için korkuluğa tutunuyor. “O kadar da değil. Bir tane çukuru da kazarım.”
“Belli. Çok güzel kazmışsın, üstüne başına bak. Elini yüzünü yıka da öyle gel.” Ablam gülüyor. Gölge gülüyor. Beraber içeri giriyorlar.
Kalkıyorum. Mutfak penceresinin önüne gidiyorum. Gölge benim sandalyeme oturuyor. Teni
renklenmeye başlıyor. Kolunda benim sarı saatim beliriyor. Yüzünde benim yüzüm. Bu parçalanmış anının içinde; masadaki yerim en başından beri dolu.
Otların arasına dalıyorum. Bir dikeni sapından yakalayıp kenara atıyorum. Gökyüzünün ilk mavisi tepemde parlamaya başlıyor. Devam ediyorum. Bir başka yabani otu çekiyorum. Boğulan toprak, yıllardır unuttuğu ilk nefesini alıyor. Sonra bir diğerini söküyorum. Sonra bir diğerini. Sonra bir diğerini. Penceremdeki mum hâlâ yanıyor. Babam eline çayını almış beni izliyor. Baharın ilk rüzgârı yanaklarımda dolaşıyor. Dikenler ellerimi kanatıyor. Bahçe büyük ama zor değil, kazanmak için ne gerektiği hep biliyorum fakat belki de ilk kez gerçekten inanıyorum.
Bünyamin Kaan Çelebi
Bu kısa metinde neredeyse bir tablo gibi çizilen atmosfer; iz bırakmış, eskimiş bir verandanın güvenli limanı ve yabani otlarla kaplanmış bahçenin getirdiği huzursuzluğu ustaca harmanlıyor. “Kanepenin kumaşı yağmurdan ve zamandan çürümüş… Rengi solmuş, tam ortasından çökmüş.” satırları, yalnızca fiziksel bir yıkımı değil, bellekte ve ruhta zamanla çökenleri de işaret ediyor.