top of page

Öykü- Gamze Yayık- Erkeklik Nasıl Kurtulur?

Mevsim kıştı, eskilerin şiddet-i sermâ dediği dondurucu soğuk günler. Ayandon fırtınası iki gündür şehrin fakir fukarasını titretmiş, evlerden çatıları, eğreti duvarlardan sıvaları söküp köşesine çekilmişti. Gün, gecenin koynundan bir türlü sıyrılamamış, şehir mahmurluktan henüz aymamıştı. Selçuk aslında erken uyanmıştı. Kışın en çetin günü diye mi yoksa gece gördüğü tuhaf rüyalar yüzünden mi neden, canı sıcak yatağından çıkmak istemedi. Annesinin yılların yorduğu merdivenlerden usulca inişini, mutfak kapısının mandal sesini, çayın tatlı bir rayihayla odasına kadar ulaşan fokurtusunu dinledi. Ahşap tavanın aşınmış oymalarını, paslı salıncak zincirini, köşede uzun zamandır sahipsiz titreşen örümcek ağını inceledi. Akşamdan mayalanmış hamur yağda cızırdadı, mis gibi pişi kokusu, aralarına parmak girecek kadar açılmış döşemeden sızdı, oğlanın ucu soğuktan kızarmış burnunu gıdıkladı.

“Selçuk! Hadi paşa oğlum kahvaltın hazır,” diye seslendi anacığı mutfaktan. Yorganını açtı isteksiz, ayağı bir süre yatağın altına kaçan terliğini aradı.

Damağında yağlı pişinin tadı, arkadaşlarıyla geçen hafta sonu sözleştiği yerde, Kuşçular Kahvesi’nde, buluştu. Beş haylaz oğlan aynı tozlu kaldırımlarda yuvarlanmış, aynı hamamda yıkanmış, aynı çeşmeden su içmişlerdi. Artık delikanlı olmuşlardı. Akşamları, küçükken top koşturdukları parke döşeli yollarda yeni terlemiş bıyıklarını perdelerin arkasında kıkırdayan kızlara göstermek için volta atıyor, hafta sonları da o sinema senin bu sinema benim yeni çıkan filmleri kovalıyorlardı.

“Nerde kaldın lan anasının kuzusu?” dedi Mustafa. İçlerinde en büyükleri oydu. Selçuk kendini bildi bileli Mustafa delikanlıydı. Herkes hayrandı ona. Geniş omuzları, renkli gözleri, her gülüşünde yanağına gelip oturan gamzesiyle mahallenin bekâr kızlarının, dullarının iç çekişiydi genç adam.

Selçuk telaşlı bir köpek yavrusu gibi sokuldu yanına. “Anam kömür istediydi. Ondan az geciktim,” dedi.

Mustafa göğsünden iterek, “Lan ağzıma gircen, bas geri!” deyip yürüdü. O önde diğer dördü arkada sohbet muhabbet epey yürüdüler.

Apo bir ara Selçuk’a yanaştı. “Hadi yine iyisin koçum. Bugün seni öyle bir yere götürcez ki ömür billah duacımız olcan, di’mi Mustafa abi?”

Mustafa arkasına dönüp bakmadı bile.

Apo konuşurken sağa çarpılan ağzını yaya yaya, “İddiaya girdik oğlum. İki posta bile atar, Selçuk aslan gibi delikanlıdır dedim de Mustafa abi…”

“Kes lan!” diye kükredi bu sefer Mustafa. Dönüp yumruğunu Apo’nun çenesine dayadı.

“Çene ishali mi oldun pezevenk? Kes! Tükürmeyeyim babanın şarap çanağına!”

Oğlanlar elleri ceplerinde sessizce dar, çamurlu sokaklardan geçtiler. Yorulup birbirine yaslanmış evler arasında, iki katlı boyasız, çatısız, mavi demir kapılı bir binanın önünde durdular. Kapıyı eski pazen elbisesi yerlere kadar uzanan yaşlı, çirkin bir kadın açtı. Eksik dişlerinin arasından, “Buyursunlar gençler, hoş gelmişsiniz, sefa getirmişsiniz,” diyerek oğlanları evin sıcağına aldı.

Mustafa, kadının kulağına bir şeyler fısıldayıp başıyla Selçuk’u işaret etti. Gençler birbirlerine dirsek atarak gülüştüler. Selçuk bir şeyleri hissetmiş olacak, kulaklarına dek kızardı.

Yaşlı kadın Selçuk’un bileğine yapıştı, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle merdivenleri çıktı. Oğlan başı önünde ne yapacağını bilemez halde kadının adımlarına uydu.

Üst kata açılan dört kapıdan birinin önünde durdular. Anahtar deliğinden sarı bir ışık, arabesk bir melodiye karışarak sızıyordu.

Kadın kuru parmaklarıyla kapıya sertçe vurdu. “Şükran, yakışıklı bir misafirin var kızım.”

Müzik sustu. Kapı gıcırtıyla açıldı. Sarı bukleleri özenle omuzlarına dağılmış, allı morlu saten bir sabahlık içinde balıketinde, beyaz bir vücut belirdi eski kapının ardında.

“Hoş geldin canım benim,” dedi şerbetli bir ses, kıpkırmızı boyanmış dudakların arasından. Yaşlı kadın, “Daha evvel gül koklamamış bu civan, ona göre,” diye tısladı, dönüp aynı çeviklikle merdivenlerin kuyusunda kayboldu.

Selçuk sanki tatlı bir rüyadaymış da istemsizce uçuyormuş gibi süzüldü odaya. Kırmızı perdelere, ütülü, bembeyaz yatağa, odanın sağına soluna yerleştirilmiş çiçek dolu saksılara ağzı açık bakakaldı. Şehrin küf kokulu, soğuk havası kapının dışında kalmış, delikanlı büyülü bir geçitten başka bir âleme girmişti sanki.

Kadın, yatağı işaret ederek, “Girsene, çıkar pabuçlarını,” dedi. Selçuk hareketsiz kalınca eğilip oğlanın çamurlu ayakkabılarına uzandı. Selçuk eli ateşe değmiş gibi geri çekildi. Sırtını kapıya yaslayıp hızlı hızlı soludu. Eli ayağı titriyor, belli ki ıstıraplı bir nöbet geçiriyordu.

Şükran kısa süren şaşkınlığını saklamak için arkasını döndü. “Kahve yapayım, biraz muhabbet ederiz,” deyip az önce kapattığı teybin düğmesine bastı. Tül perdeyle ayrılmış kısma geçip ocağı yaktı. Yarım kalan nağme kısık bir sesle odayı doldururken Selçuk titreyen elleriyle ayakkabılarını çıkardı. Yatağın kenarına ilişti. Az sonra odanın çiçekli havasına kahvenin egzotik kokusu karıştı. Kadın küçük bir tepsiye yerleştirdiği iki fincan kahve, kristal bardakta suyla tülün arkasından çıktı.

“Şekerli yaptım, seni kendine getirir. Yanına çikolata, lokum falan koyamadım, kusura bakma. Sen geç böyle sandalyeye canım, iç kahveni.”

Selçuk anne sözü dinleyen uslu bir çocuk tavrıyla sandalyeye oturdu. Kadın kahvesini dökmemeye çalışarak diğer sandalyeyi yatağın ayakucuna çekti. Fincanından keyifli bir yudum çektikten sonra uzun beyaz ayaklarını yatağın kenarına dayadı. Sabahlığı sıyrılınca pürüzsüz baldırları ortaya çıktı.

“Kulaklarını duvara dayamıştır pezevenkler,” dedi kıkırdayarak. O, kırmızı ojeli ayak parmaklarıyla yatağı ittirdikçe, demir karyolanın başı ritmik hareketlerle solgun duvara vurmaya başladı. Alt kattan Apo’nun “Ooo! Helal koçuma!” nidasına karışan kahkahalar duyuldu.

Selçuk minnettar bir hayranlıkla kadının hareketli göğüslerini, pürüzsüz bacaklarını, kahve bulaşmış inci dişlerini seyretti.

Yatağın sallantısı durmuş, kahvelerin telvesi dudaklara değmişti. “Fal kapat cicim,“ dedi Şükran. Kalkıp yatağın diğer yanında duran uzun ince topuklu simsiyah ayakkabılarını giydi.

Gözünü ayakkabılarından ayırmadan yavaş yavaş Selçuk’a doğru yürüdü. “Bak bunları Beyoğlu’nda ayakkabıcı bir müşterim getirdi, hediye. Christian Lauboutin. Ne zamandır istiyordum.”

Olduğu yerde bir ayağını arkaya atarak döndü. Ayakkabının parlak kan kırmızı tabanı Selçuk’un yüreğini hoplattı. Kadın uçarı adımlarla odayı dolaşıyor, Selçuk ateşin cezbine kapılmış bir pervane gibi gözlerini o kızıllıktan alamıyordu.

“Denemek ister misin?” dedi kadın. Yanıtı beklemeden stilettonun birini Selçuk’un ayağına giydiriverdi. Oğlanın yüreği göğüs kafesini zorladı. Diğer ayakkabıyı da ayağına geçirince kadın onu ellerinden tutup kaldırdı. “Ne kibar ayakların varmış senin.” Biraz geri çekilip delikanlıya dikkatle baktı. Tekrar eğilip paçalarını dizlerine kadar sıvadı. “Bacakların da çok düzgünmüş şekerim, billahi benden çok yakıştı,” dedi neşeyle. Tülün arkasında kaybolup siyah dantel bir elbiseyle döndü.

Selçuk efsunlanmış bir mürit, uyuşturulmuş bir bağımlı gibi kadının onu soyuşuna, kollarına boynuna hoş kokular sıkışına, dantelin vücudunun her noktasını ürperten kışkırtıcı zevkine kendini bıraktı. Şükran omuzlarını öpen sarı lüleleri başından sıyırıp Selçuk’un kumral başına yakıştırdı.

Oğlanı sevinçle kapının arkasına dayalı, tam ortasından boylu boyunca çatlamış, sırrı lekelenmiş aynanın önüne sürükledi. On yedi yıldır aynalarda, vitrinlerin tozlu camlarında çelimsiz bir oğlan çocuğuydu Selçuk. Aslıyla ilk defa karşılaşmanın saadetiyle onca yıl gözlerine hapsettiği yaşlar yanaklarından göğsüne süzüldü. Aynanın çatlağında ikiye bölünen yansımasını uzun uzun seyre daldı.

Nice sonra daldığı hülyadan sıyrılarak, “Bir daha gelirken likörlü çikolata getireceğim,” dedi Şükran’a, gözünü aynadan ayırmadan, “kahvenin yanında güzel oluyor.”

Kadın gülümsedi, odaya bahar geldi.

“Ben falına bakarken sen de yatağı bir daha salla kuzum,” dedi Şükran. “Salla ki erkeklik bugün de kurtulsun.”


Gamze Yayık

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page