İşimi soranlara, “Kelime toplayıcısıyım,” diyorum. Anlamaz gözlerle bakıyorlar yüzüme. Sanki yalan söylüyormuşum ya da delirmişim gibi… Aslına bakarsanız haksız sayılmazlar. Yazmak biraz da deli işi değil midir?
Kendimi bildim bileli bu işi yapıyorum. Her sabah gün ışır ışımaz sokaklara atılıyor, yüzlerce kelime topluyorum. Sonra eve dönüp topladığım kelimeleri masanın üstüne döküyor ve onlarla oynamaya başlıyorum. Betimlemelerle süslediğim cümlelerin arasında boğuluyor, bazen de postmodern bir kurgunun içinde kayboluyorum. Üstkurmaca ekliyorum, olmadı altkurmaca diye bir şey uydurmaya çalışıyorum. Cümlelerin altını üstüne getirip bir de öyle bakıyorum. Sonra kahve koyup sigara yakıyor, kelimelerle yeniden oynamaya başlıyorum.
Kahve bitiyor, sigaralar bitiyor ama öykü bir türlü bitmiyor. Aslında kelimelerin benimle oynadığını anlayınca başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Oyunu yöneten kişiyken bir anda piyona dönüşmüş olmayı hazmedemiyorum. Nihayetinde anlamsız cümlelerle dolu sayfaları paramparça edip ağzımdan köpükler saçarak üstlerinde tepiniyorum.
Sizlere karşı dürüst olacağım. Şu ana kadar bitirdiğim tek bir öykü yok. Ne zaman birine başlasam yarısında tökezliyor, öykünün sonuna ulaşamadan yere kapaklanıyorum. Günlerce, bazen haftalarca çabalıyorum. Yüzyıllardır zamana direnmiş büyük eserleri düşünerek, onlardan aldığım kuvvetle yazmayı deniyorum. İlk satırlarda her şey istediğim gibi giderken ansızın uğursuz bir fırtına çıkıyor, kayalıklara çarparak parçalanıyor, her defasında büyük bir enkazla karşı karşıya kalıyorum. Lanetlendim sanki.
Kendime söz verdim. En azından bir öyküyü tamamlayacağım. Böylece üstümdeki lanetin gerçek olmadığına ve belki zamanı geldiğinde iyi bir öykücü olabileceğime kendimi ikna etmiş olacağım. Bunun için elimden geleni yapmaya hazırım.
Paltomu üzerime geçirip kararlı adımlarla evden çıktım, önüme çıkan ilk sokağa girdim. Şehrin muhtelif insanlarının yaşadığı; evsizlerin, geylerin, hacıların, hayat kadınlarının, memurların iç içe geçtiği bir sokak. Kimi asırlık kimi üç beş yıllık evler yan yana dizilmiş, aralarında husumet varmışçasına sessizce dikiliyorlardı. Araya sıkışmış iki katlı evin balkonunda kırk yaşlarında bir kadın gördüm. Esmer yüzünü renklendiren kırmızı dudakları, hüzünlü iri siyah gözleri ve ince uzun bedeniyle filmlerden fırlamış gibi duruyordu. Eşarbını düzeltip her gün aynı işleri yapan insanlara özgü bıkkın hareketlerle çamaşır asıyordu. Belki kocasının ve çocuklarının kirlilerini yıkamak, gece gündüz bu evin içine tıkılı kalmak istemiyordur. Her şeyi ardında bırakıp kendine yepyeni bir yaşam kurmak istiyordur. Üstünde birikmiş yılların tozu silkelense ortaya bambaşka birisinin çıkacağına emindim. Göz alıcı elbisesinin içinde, kızıl saçlarını savurarak yürüyen bir kadın. Hemen kadına bir isim seçtim. Gülperi. Yeni hayatı için liste oluşturdum. Yeni bir iş, iki göz odalı bir ev, bolca kitap ve kötü gün dostu birkaç insan. Gülperi ve yeni hayatını cebime atıp yoluma devam ettim.
Uzun bir yürüyüşün ardından üstünde soluk harflerle “Şükür Gıda” yazan paslı tabela dikkatimi çekti. Süpermarket zincirlerine rakip olamayacağını bilse de direnmeye devam eden, mahalleli tarafından terk edilmemiş bir bakkal. Kasa başındaki kel, göbekli adam dilini dişlerinin arasına sıkıştırmış, eski bir radyoyla uğraşıyordu. Uzun uğraşları sonunda yüzündeki memnun ifadeyle sandalyeye yaslanıp ellerini başının arkasında birleştirdi. Kulağıma hafiften Türk Sanat Müziği ezgileri doldu. Dert bir değil bin oldu. Artık Çekemiyorum. Kel, göbekli adam şarkıyı dinledikten sonra on yaşlarında, kara bir çocuğa seslendi. Çocuk söylenerek kalkıp ağır hareketlerle meşrubat kasalarını taşımaya başladı. Yürürken çelimsiz bacaklarının titrediğini görebiliyordum. Çocuk, kasaları taşıma işini bitirdikten sonra dolaptan gizlice aldığı gazozu içmeye başladı. Her yudumunun ardından eğilip kel, göbekli adamı gözlüyordu. Paslı tabelayı, çırağı ve adamı cebime attım.
Gazete, mendil, çakmak gibi ufak tefek şeylerin satıldığı büfenin önünde tüyleri kağşamış, iri bir köpek uyukluyordu. Dünya ortadan ikiye yarılsa umurunda olmayacak, ehlikeyf bir köpekti bu. Çöp tenekesine konan martının sesiyle ayaklanıp havlamaya başladı. Az önce ölü gibi uyuyan o değilmiş gibi yıktı ortalığı. Martı, köpeğe sırıtıp havalandı, dalga geçiyordu köpekle. Köpek umutsuzca martının peşinde koşturdu, döküntü bir direğin yanına gelince durdu. Direğin dibindeki kıpırtısız kadının ellerini yalamaya başladı. Kadın oralı değildi, başı yerde, hareketsiz duruyordu. Delirmiş gibi bir hali vardı. İnsan neden delirir ki? Aşırılıklardan sanırım. Sevincin, hüznün, aşkın… Bu kadına hangisi düşmüştü acaba? Köpeği, martıyı ve kadını cebime atıp yoluma devam ettim.
Sokağın sonundaki iğde ağacının dibinde tortop olmuş yaşlı bir adam duruyordu. Solgun kıyafetleri, önündeki eski sandığı, adamın geçmişten fırladığının ispatıydı. Sepya bir fotoğrafa bakıyordum sanki. İnsanlar yaşlı adamdan tarafa bakmadan geçip gidiyordu yanından. Adam orada yokmuş gibi, veyahut hep oradaymış gibi. Yaşlı adam doğrularak önündeki ufak sandığı açtı, parlak mor şişeyi sakınarak avucunun içine aldı, ağır ve özenli hareketlerle şişenin kapağını açıp uzun uzun kokladı. Koklamasıyla yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi, kamburu düzleşti, boyu uzadı, yüzündeki kırışıklıklar azaldı. Gençleşti birden. Şişeden yayılan koku bana da uğradı. Daha önce hiç duymadığım bir kokuydu bu. Yaşlı adamı ve kokuyu cebime attım.
Girdiğim diğer sokaklardan sırasıyla, Sevilen Burger, Yasal Pub, Kuzgun Döner, Aşkınız Çiçekçisi, Şekilli Kuaför, Asker Berber isimlerini attım cebime. Yoruldum, acıktım da. Simitçiden iki simit alıp güvercin pisliğine bulanmış banka oturdum. Simitleri yerken yoldan geçenleri izledim. Kırmızı saçlı kadın, fötr şapkalı ihtiyar, karahindiba dövmeli öğrenci, mini etekli kız, seksenlerin gömleğini giymiş gözlüklü adam, iğde ağacındaki saksağan. Surat ifadelerini gözlemledim. Asık, neşeli, hüzünlü, ahmak, endişeli. Hayatlarına dair ipuçları yakalamaya çalıştım. Ayakkabısından, tokasından, kasketinden, bluzundan, saçını tarayış şeklinden, bıyıklarından. Zihnimde karakterler yarattım. Her birine isim seçtim. Nurettin, İrem, Baran, Kemal, Talip, Saim, Türker, Defne. Hepsini cebime attım. Ceplerim ağzına kadar doldu. Eve gitsem iyi olacak. Üstüme bulaşan güvercin pisliklerini temizleyip yola koyuldum.
Eve girer girmez paltomun cebindeki bütün kelimeleri masanın üstüne döktüm. Koca bir yığın duruyordu karşımda. Artık başlayabilirdim. Boş bir kâğıt çıkarıp yığının içinden bir kelime seçtim. Paslı tabela. Üstüne Aşkınız Çiçekçisi yazdım. Yıllar önce girdiğim çiçekçiye benzettim dükkânın içini, güller koydum kapısının önüne, mis kokusu yayıldı caddeye. Seksenlerin gömleğini giymiş gözlüklü adamı yerleştirdim çiçekçinin önüne. İsmini de Saim koydum. Esmer, ince bıyıklı biri Saim. Özünde iyi olmasına iyi de Dolapdere’de büyümüş, racon o biçim. Kadınlarla nasıl konuşulur bilmez. Hödüğün teki. Az ileriden mini etekli bir kız yaklaşıyor. Saim gözüyle kesti bile kızı şimdiden. “Şşşt!” Kızda ses yok. “Şşşttt!” Hâlâ ses yok. “Gül var, kıpkırmızı, gel hanım apla gel.” Mini etekli kız oralı olmadı. En ufak pas vermeden Saim’in önünden geçip gitti. Helal olsun kız sana. Böylelerini görmezden gelmeli. Saim ağız dolusu tükürük yolladı asfalta. Midem bulandı, sinirlenip sayfayı yırttım. Saim mefta.
Sigara yakıp yeni bir sayfa aldım. Yığının içinden Şükür Gıda’yı seçtim bu defa. Leblebi tozu ve horoz şekeri kokusu yaydım bakkalın içine. Eskilerden, unutulmayan kokular. Seksenlerin anlatıldığı mahalle öykülerini seviyor bizim okur. Gülperi’yi ekledim öyküye. Yanaklarını al al ettim, saçlarını beline kadar uzattım, gözlerini yeşilin en koyusuyla boyadım, kirpiklerine iğde ağacındaki saksağanı yerleştirdim. Saksağan yuvasına hemen alıştı, mutlu mutlu ötmeye başladı. Gülperi’nin dudağının üstüne kocaman bir ben kondurdum, gerdanına karahindiba dövmesi yerleştirdim. Üzerine çiçekli elbiseyi, koluna şık deri çantayı, ayaklarına hafif topuklu ayakkabıları geçirdim. Son olarak yaşlı adamın yanından geçerken duyduğum kokuyu sıktım üzerine.
Gülperi işten dolayı yorgun, birkaç parça malzeme alıp eve geçecek hemen. Kel, göbekli bakkalla, çelimsiz çırağı yerleştirdim öyküye. Kel, göbekli bakkala Kibar, çelimsiz çırağa Talip isimlerini koydum. Gülperi’ye bakınca Talip’in feleği şaştı. Ağzı bir karış açık, daha önce görmediği bu kadını izledi. Kibar’ın zihninden karısı geçti. Vay be. O da kadın bu da. Gülperi başını kaldırmadan, “Birer kilo soğan ve domates, yarım kilo da gravyer.” dedi. Kibar’ın eli ayağına dolaştı birden. Gözleriyle bakkalın içini taradı.
“Diğerleri kolay da, o son dediğin grovyer nedir abla?”
Sesli söylediğinin farkında değildi. Talip, ustasının sözlerine kıkır kıkır güldü. Kibar sinirlendi. “Güleceğine, kapının önünü süpür.” La havle çekti iki defa.
Gülperi, “Şu dolabın üstündekini diyorum. Gravyer işte.” dedi.
Kibar, “Hee sen kaşar istiyorsun. Kaşar,” diye bağırdı. Dediğinin yanlış anlaşılacağını düşünerek, “Piynire diyorum yani. Kaşar piyniri,” diye ilave etti.
Gülperi’nin bunlarla uğraşacak vakti yoktu ama olanlara gülümsemekten de kendini alamadı. Birden ciddileşip, “Biraz acele ederseniz sevinirim. Çok yorgunum,” dedi. Yorgun olduğunu neden söylemişti ki? Konuşacak birine ihtiyaç duymuştu belki. Bakkaldakileri kendine yakın hissetmiş de olabilirdi.
Kibar, ismine münhasır tavrını takınarak, “Hemen hanımefendi,” deyip siparişleri hızlıca hazırladı. Gülperi uzatılan poşetleri alırken yeniden gülümsedi.
Mola. Kahve içmem lazım. Mutfağa geçip bol şekerli kahve yaptım kendime. Masanın başına döndüğümde çırağın muşmula ağacının altına pusup Gülperi’nin evini dikizlediğini gördüm.
“Aman dikkatli ol. Kibar yaptığını duyarsa gebertir seni.”
“Bir halt edemez. Gözünün önünü göremiyor o daha.”
“Pis döver ama.” Omuz silkip Gülperi’nin evini dikizlemeye devam etti. Kendi kaşındı.
Ağır abisiz mahalle olmaz. Hemen ekledim bir tane. Nurettin Ağbi. İki metre boy, fırıncı küreği eller, geniş omuzlar... Küheylan gibi adam. Eline Oltu taşı tesbihi yerleştirdim. Çekmeye başladı hemen.
Çırak, Gülperi’yi dikizlerken, Nurettin Ağbi tarafından yakalandı.
“Napıyorsun ulan sen orada? Elalemin evini dikizlemek haaa…”
Talip’in surat kıpkırmızı.
“Yok abi. Olur mu öyle şey. Bir isteği olan var mı diye bakıyorum öylesine.”
Nurettin Ağbi, Talip’in kulağından tuttuğu gibi bakkala. Kibar, bakkalın önünde sade soda içiyordu. Ağzını kocaman açarak birkaç defa geğirdi. Nurettin Ağbi’nin geldiğini görünce ayağa kalktı. Korkudan değil, saygıdan yaptı bunu. Nurettin Ağbi’nin eli hâlâ Talip’in kulağındaydı.
“Senin çırağı elalemin evini dikizlerken yakaladım.”
Kibar’a gün doğdu. Gülperi’nin yanındayken gülmesine sinir olmuştu zaten. Fırsat bu fırsat diyerek Talip’i bir güzel dövdü.
Kahvem bitti. Mutfağa geçip yeni bir tane koydum. Döndüğümde koyu bir muhabbetin ortasına düştüm. Nurettin Ağbi, Talip, Kibar, Gülperi. Toplanmışlar. Nurettin Ağbi sigara tüttürüyor. Çırak üç gazoz açmış. İçip içip gülüyorlar. Ne ara böyle oldunuz? Şunların haline bak. Gören de kırk yıllık ahbap zanneder. İki dakika gözümü ayırayım savsaklıyorlar her şeyi. Öykünün bitmemesi için inadına yapıyorlar sanki. Hiçbir şey bu öykünün bitmesini engelleyemez.
“Eski yerlerinize geçin hemen,” diye bağırdım.
Gönülsüz, dediğimi yaptılar. Gülperi yaptığım şeye sinirlenmişti sanırım, kaşları çatık bakıyordu. Talip gazozu bir dikişte bitirdi. Herkesin suratından düşen bin parça. Fazla mı yüklendim acaba? Bazen ayarını kaçırıyorum. Gönüllerini almam lazım.
Ufak bir masa koydum bakkalın ortasına. Dört de tabure. Kapıya “Kapalıyız” yazısını astım. Üç bira açıp Nurettin Ağbi’ye, Kibar’a ve Gülperi’ye verdim. Talip daha küçük, gazoz içsin. Yaptığım şeye şaşırdılar. Benden bunu beklemiyorlardı sanırım.
Koyu sohbet kaldığı yerden devam etti. Kibar dolaptan buz gibi bira alıp bana uzattı.
“Bir tabure de sen çek.”
Hepsinin gözü üstümde. Fakat öyküyü tamamlamalıyım. Bu kadar ilerlemişken bırakamam.
Gülperi, “Yaşamak dururken yazmak niye? Gel işte,” dedi.
Gitsem mi? Aslında fena olmaz, yoruldum da zaten. Biraz dinlenmek iyi gelecek bana. Öyküyü dönünce tamamlarım. “Tamam geliyorum,” deyip yanlarına oturdum.
Sabaha kadar içtik. Nurettin Ağbi’de ne numaralar varmış, bir görseniz. Taklit üstüne taklit. Yıkıldık gülmekten. Hele, Emekli Trafik Polisi Necati Bey taklidi var ki...
“Değerli Zümrüt Apartmanı sakinleri, apartmanın önünde böcek görüldüğünden bütün apartmanın ilaçlanmasına karar verilmiştir. Buna evleriniz de dahil. Lütfen hafta sonunu geçirecek bir yer bulun kendinize. Ahmet Bey lütfen aracınızı diğer araçlarla aynı hizaya park ediniz efendim, görüntüyü bozuyorsunuz. Yaklaşık otuz saniye önce elektrikler kesilmiştir. Şalterlerle oynamayın.”
Kibar, karısını çekiştirdi. Her gün dayak atıyormuş adama.
“Kimseye diyemiyorum. Korkumdan eve bile gidemiyorum valla. Erkek adamız, zoruma gidiyor.”
Hak verdim adama. Böyle kadın düşman başına.
Gülperi çok içti. İçtikçe içinden büyük bir hüzün yayıldı bakkalın içine, gece boyu gitmedi. Anlatıp anlatıp ağladı.
“Anam babam ben doğunca köyden ayrılıp şehre yerleşmişler. Yaşadıkları yer değişmiş ama kafa değişmemiş. Liseyi zar zor bitirdim. On sekizime basar basmaz mahalleden bir adamla evlendirdiler beni. Tütün tüccarıymış, varlıklıymış, bana iyi bakarmış. Laf etme şansım mı var… İçim kan ağlasa da evlendim. Günler, aylar geçti ama ben bir türlü alışamadım adama. Hele o kokusu yok mu… Leş gibi tütün kokuyordu. Zamanla her şey onun gibi kokmaya başladı. Bir gün olsun bana, seni seviyorum, demedi. Bir kadın için ne kadar acı bir şeydir bu, bir bilseniz. İnsan sevilmek istiyor, en çok da bunu duymak, hissetmek.
“Dışarı adım attığım bile yoktu. Neymiş, erkekler bakıyormuş, onuruna dokunuyormuş. İki oda bir salon evin içinde hapis hayatı yaşadım yıllarca. Sonunda tak etti, burama kadar doldum. Bir sabah kocam denen deyyus horul horul uyurken kaçtım evden. Gittiğim her yerde buldu beni ama vazgeçmedim. Sonunda şehir değiştirdim de rahat ettim. Yepyeni bir yaşam kurdum kendime. Küçük bir mağazada kasiyerliğe başladım. İdare ediyorum bir şekilde. Arada kocamın haberi geliyor, beni arıyormuş. Gelsin de bulsun, bu defa ağzının payını alır. Eski Gülperi yok artık.”
Ne çekmiş kadıncağız. İçim parçalandı.
Saat sabahın beşi olmuş, güneşin kızıllığı doldu bakkalın içine. Talip meşrubat kartonlarını yan yana dizmiş, üstünde uyuyordu. Diğerlerinin gözler de gidiyordu yavaştan. “Kalksak mı artık?” dedim. Kibar, “Zaten sabah oldu. Birazdan dükkânı açarım. Hem eve geçip de ne yapcam. O mendeburun laflarını çekemem bu kafayla,” dedi. Gülperi’yi, Nurettin Ağbi bırakacakmış. Birlikte çıktılar. Ben de kaçayım artık. Öykü kaldı öylece. Muhabbet koyulaşınca hepten unuttum.
Odaya döndüğümde içerisi buz gibiydi. Açık pencereye bakınca el ele tutuşmuş kelimeleri gördüm. Ne işleri var orada? Neden masanın üstünde değiller?
“Çabuk buraya gelin.”
Beni görünce paniklediler. Onları yakalamak için koştum ama yetişemeden boşluğa bıraktılar kendilerini. Sinirden her yerim titremeye başladı. Elime geçen ne varsa peşlerine fırlattım.
“Nankörler! Hainler!”
Bağırıp çağırmanın, sinir krizleri geçirmenin bir işe yaramadığını anlayınca sandalyeye oturup bir sigara yaktım. Masanın üstündeki boş sayfalara bakarken gökyüzünde savrulan kelimelerin kahkahalarını duyabiliyordum. Tıpkı ehlikeyf köpeğe gülen martı gibi gülüyorlardı halime.
Hakan Sarıpolat
Comments