Güz aylarının ortasıydı. Köyde harman kalkmış herkes yavaş yavaş evine, uzun sürecek bir yalnızlığına çekiliyordu. Senelik kuzular, kavurmalık koyunlar ayrılmıştı. Kar düşesiye kadar kıyıda köşede yapılacak tek bir iş bırakılmıyordu. Kış çetin, bahara çıkması zordu. Sabah ezanı ile başlayan kürek, çapa, harman sesleri akşam ezanı ile son buluyordu.
Güz aylarında köyün çayırlığı biçilir, toplanan otları hanelere dağıtırdık. Kimsenin hayvanı aç kalmasın diye her eve kışlık yemler dolardı. Bu senenin otları için de yine tüm köylü toplanmış çayırlıkta ot deriyordu. Neşeler yerindeydi. Semaverler kaynıyor, çayırın pınarından sular gelip şifa niyetine içiliyordu. Bir taraftan harıl harıl çalışılırken diğer taraftan da ateşler harlanıyordu. Hacı Abdo’nun tarlasından getirilen mısırlar, patatesler ile köze gömülürken güzlük mantarlar da yavaştan suyunu bırakmaya başlıyordu. Gencinden yaşlısına köyde herkese sirayet eden bu şenlik havasında tek bir talihsizlik dahi kendini göstermiyordu.
Tüm işler bitip de akşam köye dönerken içimizi kemiren bir sessizlik vardı. Ben bu havaları hiç sevmem. Çünkü ne zaman bizim köyde böyle bir hava esse, ne zaman içim kararsa aklıma o eski köy hikâyeleri gelir. İçim daralır. Ben aklımda bu hikâyeleri tekrar ederken harman ahalisiyle köye yaklaştık, adımlarımızı sıklaştırdık. Herkes yorgun, bir an önce elini yüzünü yıkayıp yemeğini yemenin hevesi ile son gücünü kullanıyordu. Her adımda bir nefes daha fazla vermeye başladık. Köyün girişine vardığımızda gördüğümüz tablo neşemizi almaya yetmişti. Büyüklerin gözleri dört açılmış, gençlerin heyecanı artmış, küçüklerse ne olduğunu öğrenmek için konuşmaya cesaret arıyordu. Mezarlığın girişine sağlı sollu keçi boynuzları asılmıştı. Bize anlatılan hikâyelerin başı da hep böyleydi. Akıllar selâmet iken köyün mezarlığına iki boynuz asılır ve kâbus gibi günler başlardı. Mezarlığa asılan keçi boynuzları kör tâlihin yine uğrayacağını söylüyordu. Boynuzların her bir ucuna konan ala kargalar tek bir ses dahi çıkarmıyordu. Abdo dayı elindeki küreği attı yanına, devrildi ağlayarak.
“Kızıl kan akıyor koca Fırat’tan
Bilmem bugün mah-ı matem günü mü”
Yaşlılar koştu Abdo dayının yanına. Kollarına girip kaldırmaya çalışsalar da yıkılmıştı koca çınar. Kör tâlih yine uğrayacaktı. Gençler meraklı gözlerle olan biteni anlamaya çalışıyordu. Olan olmuş ölen ölmüştü ama ölen kimdi, kime ne olmuştu? Zor bela Abdo dayıyı evine kadar götürdüler. Eve vardığımızda matem havası çoktan baş köşede yer bulmuştu. Gece çökünce ahali muhtarın evinde toplandı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Köyün imamı akşama doğru geldi. Yarın camide tüm köylüyü beklediğini söyledi. Duasını edip evine doğru yol aldı.
Sabah oldu, tüm ahali cami avlusunda toplanmaya başladı. Çocuklar için şenliğin bir parçası olarak görülen toplanma merasimi, kötü bir hatırayı yâd etmekten başka bir şey değildi. Sala verildi önce. Eller kaldırıldı semaya Abdo dayının matemi ile. Dualar edildi. Şeytanlar defedildi. Abdo dayının koluna giren köylüler yol tuttu köyün meydanına. İmam çağrıldı. Geçmişe rahmet, kalanlara selâmet için üç semiz koyun getirdiler. Koca kadınlar tülbentleri ile gözyaşlarını silmeye koyuldu. Yetmedi bıraktılar silmeyi. Kur’an okundu. Kesilen koyunların kanı Abdo dayının küreği ile açılan kuyunun içine akıtıldı. Dev bir kazan kuruldu caminin önüne. Etler pişirildi. Tüm köy ahalisi aynı sofradan yedi yemeğini. Yemeğin ardına şükür namazına geçildi. Sofralar kaldırıldı. Ay parladı gökyüzünde. Haydin herkes evine, dendi. Abdo dayı yanına aldığı yarım asırlık eşi ile elinde küreği geçtiler oğlunun mezar başına. Üç parça ettiler küreği. Birini mezarın başına birini sonuna birini de evlerinin önüne gömdüler. Gömdüler ki ocakları, yürekleri hep tütsün.
Akşam oldu. Herkes buruk halde kapandı evine. Köylüler evlerinin kapısını sıkı sıkı kapatıp sobanın başında beklemeye koyuldular. Ben olan biteni izliyordum. Dinlediğim o hikâyeler sahiden yaşanmış mıydı görecektim. Köyden bir delikanlının daha kendisini dağa vurmasını kaldıramazdık ama çocukluğumdan beri dinlediğim masalların, hikâyelere dünya gözü ile şahit olmak heyecanlandırmıyor değildi. Celladına gülümseyen bir mahkûm gibiydim. O gece tüm köy dışarıdan gelecek sese kulak kesildi. Kuzular analarının yanına sokuldu. Çoban köpekleri kendilerini dağa vurdu. O gece Bozdoğan köyünde tek bir canlı ses bile çıkmadı.
Sedire uzanmış oturuyordum. Ay yükseldi, yükseldi, yükseldi. Öyle yükseldi ki köylüler bir daha ayın hiç çıkmayacağını düşündü. Ozan Piro da tam o vakitler mezarlığın girişinden ses verdi. Kendi kulaklarımla duydum. Atının gerdanına bağladığı el işlemeli gümüş süsleri tüm köy içinde sesiyle döndü dolaştı. Perdeler kapandı. Herkes çekildi kapısından. Ölümün ayazı evlerimizin kapısını yokladı. Çocuklar anasının kucağına sığındı. Yüreğimin ne işe yaradığını ben o gün gördüm.
Mezarlığın üst başında ağıt duyulmaya başlandı hafiften. Usul usul ilerleyen ayini andıran bir ortamda koca köy sadece bekliyordu. Piro sazının teline her vurduğunda kalplere bir inme geliyordu. Masallardaki Züleyha’yı görenler ağlıyor, ağlıyor ve o güne lanet okuyorlardı. Erkekler kafaları eğik kimsenin yüzüne bakamaz bir şekilde Piro’ya küfrediyorlardı. İşte tam böyle olmalıydı tam şu saatler. Memet emmi ağzından küfürleri sağa sola savuruyordur şimdi. Meryem Ana ağıtların için için yakıyordu. Çünkü ne zaman bu masalları bize anlatsalar hep böyle olurdu. Evlerde için için yanan bir ateş olmak zorundaydı. Piro bu köyün gerçeğiydi. Saat ilerledi. Ses yükseldi. Dağ, taş, ova Piro’nun sesine eşlik edip Züleyha’ya ağladı. O kanlı geceye belalar okundu. Çünkü bize anlatılan hikâyelerde böyle geçiyordu. Ay kızıl renge döndü. Sabah namazına doğru serçelerin şarkısı başlamaya yakın tüm köye ölüm sessizliği çöktü. Piro ortalıkta yoktu. Züleyha’nın mezarı başında yeşil bir tülbent ve kanlı bir gömlek duruyordu. Köy ahalisi yavaştan cami önünde toplanmaya başlıyordu. Dağa esip de giden olmuş muydu? Eşini dostunu gören sarılıp dualar, şükürlerle sarılıyordu. Koca köy geceyi eksiksiz kapatmış gibiydi.
Gençler olan bitenin ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kendimden biliyorum. Emsallerimiz ile ne zaman cami ardında sigara tüttürmeye çıksak hep bu günü hayal ederdik çünkü. Küçüklüğümden beri dinlendiğim hikâyelerde anlattıkları kadarıyla Abdo dayının oğlu bir gece esip dağa çıkmış ve o günden 3 ay sonra cesedini Ak Çeşme önünde bulmuşlardı. İşin aslını hiç anlatmazlardı. Gönül işi derlerdi. O yıllar geçti, gençlik geçti ama biz hikâyeyi hep sağdan soldan duyarak büyüdük. Abdo dayının oğlunu dağa kaldırtanın Ozan Piro olduğunu biliyordum ama Ozan Piro kimdi ve ne diye bu kadar hazırlık yapılıyordu ilk defa şahit oluyordum. Günün sabahında eve dağılmadan önce cami avlusunda kimseden tek bir ses dahi duyulmazken Suskun Recep ağzını açtı. Belli ki artık içini kemiren kurtları salıverme zamanı gelmişti. Suskun Recep ki oğlunu daha on sekizinde toprağa verdikten sonra tek bir kelime dahi ağzından çıkmayan biriydi. Cebinden çıkardığı tütününü yavaş yavaş sardı. Bir nefes çektikten sonra başladı söze.
“Önce bilmedik tabii başımıza bu musibetin bulaşacağını. Gençtik hepimiz. Unutulur, geçer gider her şey dedik ama gitmemişti. Biz bunu öğrendiğimizde benim oğlum gitti toprağın altına, sonra daha niceleri. Daha o gün ben şerefsizi boğazlayasım geldi de işte belasını buldu zaten. Gençti Piro. Bir kız sevmişti bizim köyden. Allah var güzel kızdı Züleyha. Hamarat, iş tutan, saygılı bir kızdı. Yaşıtları arasında önde giderdi. Piro çok sevdi onu. Züleyha’nın da gönlü var dediler. Düğün dernek işleri konuşulurken bir gece köyü eşkıyalar bastı. Topladılar o gece hepimizi meydana. Aldılar kışlık yiyeceklerini, seçtiler semiz koyunları. Canımızı kurtardık derken eşkıyaların başı İt Selim göz koymuş meğerse Züleyha’ya. Artık benim hanımımsın ya sevdanla gelirsin ya da canınla ödersin, dedi aldı gencecik kızı. Piro o zamanlar körpe delikanlı tabii. Sevdiğine dokunulduğunu görür görmez dikildi karşılarına. Dağ gibi durdu önlerinde ama tek başına tabii. Yiğit çocuktu ama ne yapsın garibim bir başına. Ezdiler onu herkesin içinde. Ezilse de yılmadı sevdasından. Yapıştı Selim’in yakasına. Namussuz köpek, şerefsiz soyu sen de hiç ar da mı kalmadı, ne zamandır sevdiğinin önünde kız kaçırmak erkeklik oldu, dedi. Dese de olmadı işte. Köylüler araya girdi. Selim’in Piro’ya kıymasını istemediler. Herkesin gözü önünde aldı gittiler gencecik kızı. Piro ağladı. Piro bağrına kor gibi bir ateş bastı. O gün eşkıyaların değil de kendisinin önünde durduk diye bizi hiç affetmedi. Affetmese de haklı. Ama işte biz de gençtik. Başka bir yar bulunur dediler ama bulunmadı. Esti gitti Piro o zamanlar. Dediklerine göre kıyıda köşede her yerde İt Selim’i aramış. Çobanlardan biri bulmuş bir gün mağaranın birinde Selim’in parçalanmış vücudunu. Yanındaki eşkıyalardan eser yok. Kafasını mağaranın girişine asılı bulmuş. Ayaklarından eser yok. Yüreğini de sökmüşler. Piro bir gün çıktı geldi. Selim’i o hale getire Piro’ymuş dediler. Züleyha’yı köye getirdiğinde hepimiz sadece izledik aynı gittiği gün gibi. Bir kurşun yarası var dediler cenazeyi yıkayan kadınlar. Vuruşmuştu belli ki Piro. Koymadı bizi mezarın yanına. Ne dese haklıydı. Durmadık o gün yanında. Bugün mateminde bizim de payımız vardı. Kırk gün kırk gece ağıt yaktı Piro.
“Çıktım dağ başına/ Saklandılar ardına gancık gibi/ Bahtsız felek kurşunu buldu yüreciğimi.”
Öyle bir derinden gelirdi ki sesi, dinleyen kuşların kalbi çatlar ölürdü. Çoban köpekleri terk edip gitti ağıtları dinledikten sonra. Biz olduğumuz yerde kaldık ama her gün içimizden bir parça kopup gitti. Piro bizi hiç affetmedi. Züleyha’nın ölümünden mesul tuttu. Ağıtını bitirdiği kırkıncı gün köyü terk etti. Biz ne zaman kendi ettiklerimizi unuttuk o gün çıkageldi, söyledi ağıtını. Her söylediği ağıtta ağıtı dinleyip de gönlünde kara sevda olan hangi genç varsa dağa vurdu kendini. Hiçbiri sağ dönmedi. Piro’nun Abdo’ya olan nefreti ise daha farklı meseleden. Abdo da delikanlı iken Züleyha’ya gönlünü kaptıranlardan. Züleyha kaçırılınca Piro’yla çok alay etmişti. Şerefsiz güya kendisi de seviyordu, bu nasıl sevmekse. Onun aklı başka yerde tabii. Ağzımı bozduracak gavat. Piro bize üç nefret beslediyse buna beş besledi. Soyundan gelen herkesi dağa kaldırttı, hepsini toprağa verdirdi. Abdo’nun soyundan gelenlere bu yüzden kimse kız vermez buralarda. Unuttuyduk. Geldi bak işte. Yine alacak birimizi. Gönlünüze sahip çıkın,” dedikten sonra sigarasını da bitirip eve doğru yol aldı. Dinleyenler o günleri getirdi gözünün önüne. Yitirdikleri canlar gözlerinin önüne serildi. Yavaş yavaş evlere geçildi.
“İşte geldim işte gittim
Yaz çiçeği gibi bittim
Şu dünyada ne iş ettim
Ömürceğim geldi geçti”
Bir zaman sessiz sedasız yaşadı bizim köy. Piro’nun sesi, nefesi kesildi. Abdo’nun soyundan erkek kalmadı diye gelmiyor herhalde dedik. Unutmak istiyorduk. Hepimize musallat olan bu beladan çoluk çocuk kurtulsun istiyorduk. Biz istiyorduk ama kaderin kalemi bizim ellerimizde değildi. Yine bir harman sonu gecesi evlere çekilmişken Hüsne teyzenin bağırmalarını duyduk. Oğlu Yusuf eve uğramamıştı. Canından şüpheleniyordu. Esip gitti benim yavrum diyordu. Abdo’nun soyu tükendi daha esip giden olmaz diyorduk ama Hüsne teyze kabullenmiyordu. Allah belanı versin Abdo diyerek derinden tüm ahını kusuyordu. Köyde kimseler anlam veremiyordu bu işe. Piro ne zamandır uğramıyordu. Yusuf koca adamdı. Çoluk çocuğu evlenecek yaşa gelmişti. Tüm köy seferber olup her bir yanı arasa da Yusuf’a dair bir iz bulunamıyordu. Bu iş köyün başına ilk defa geliyordu. Çocuklu hiç kimse esip de gitmemişti. Sabaha doğru cami avlusunda toplanmaya başladı ahali. Suskun Recep usulca yanaştı. Geçti köşesine. Tütününü sarmaya başladı. İlk birkaç nefeste bir şeyler çıkmadı. Herkesten bir ses çıkıyordu. Suskun Recep ve Abdo dışında herkeste bir telaş vardı. Recep sigarasını bitirdikten sonra yerinden usulca kalktı. Bize doğru yaklaştı. Abdo’nun yakasından tutup silkeledi. İki tokat yerleştirdi. Kaldırdı attı bir kenara. Recep senelerdir ilk defa bu kadar haşinleşmişti. “Ne öyle bilmez gibi bakar durursunuz yüzüme. Yusuf, Abdo’nun yeğeni değil midir bilmez misiniz? Babası daha o doğmadan ölmedi mi? Koca Hüsne yıllardır içine ağıt yakar durur bilmez misiniz? Yusuf’un babası mapusta ölmedi mi? Bizim Yusuf, İsa gibi dünyaya gelmedi ya. Bu kansıza hiçbiriniz ses çıkarmadınız. Şimdi koca koca yiğitlerin cenazesini kaldırır durursunuz işte. Bela da biziz musibet de. Gidin şimdi Ak Çeşme’ye bakın orda mı koca Yusuf’un cansız bedeni. Kalbi yerinde mi? Ayaklarına kan inmiş mi bakın. Sonra dönün o ayaklara yüz sürün de af dileyin. Ölsek de kurtuluş yok bize. Mezara dikin üç ağaç ki yiğitlerimizin yüreği, aklı ve ömrü çalınmasın. Ne yapsanız da kurtulamayacaksınız. Suskun Recep’in son sözü de budur böyle biline.”
Koştuk çeşme başına. Koca yiğit Yusuf kanlar içinde yatıyordu. Kalbinin tam üstünde bir yılan yatıyordu. Kafasından akan kan tüm vücudunu kaplamıştı. Ayakları buz kesmişti. Omuzlarda indirdik köye cenazeyi. Kefenlemek için yıkamaya başlayan imam saatler sürse de bir türlü bitiremedi yıkamayı. Yusuf’un üzerine yapışan kanlar çıkmıyordu. Ne kadar çabalasak da koca yiğidin kanını temizleyemiyorduk. Köyün büyükleri toplandı. O şekilde cenazeyi defnetmeye karar kıldılar. Kefenlendi, mezara indirildi Yusuf. Toprağı bol bol atıldı. Derine gömüldü. Çocukları, karısı günlerce gözyaşı döktü.
Yusuf’un kaybolduğu günden beri hep bir şeyler anlatıldı kulaktan kulağa. Abdo, köydeki fısıltılar yayılmaya başlayınca evden çıkamaz oldu. Duyduk ki bir süre sonra eve de sığamaz olmuş. Eski defterler bir kez açıldı mı daha kapanmıyordu. Esip gitmiş bir gece vakti. Epey bir süre haber alamadık. Kimse aramaya da koyulmadı. Çobanlardan biri koşa koşa geldi bir gün. Ak Çeşme önünde Abdo yatıyor dedi. Üç beş kişi gittik hemen. İstemesek de köyümüzün bir adamıydı. Cenazeyi ortada bırakmak olmazdı. Çeşmeye vardığımızda Abdo’nun yüzüne ölüm sevinci çoktan yerleşmişti. Ölürken kurtulduğunu düşünüyordu belli. Sessiz sedasız aldık getirdik Abdo’yu köye. Yıkadık. Kefenledik. Mezarın en boş köşesine bir mezar kazdık. Kimse sormadı ölünün hâlini. Duasını edecek ellerim isteksiz kalktı semaya. Recep’in anlattıkları ile dualar aklımda karıştı. Ne okuduğumu bilmeden âmin dedim. Ağlayan olmadı mezarın başında. Bir karısı vardı öylece bakakalmış hâlde.
O günden sonra bir daha Ozan Piro’yu gören olmadı. Suskun Recep lakabının hakkını verdi. Abdo da Züleyha da Yusuf da hepsi unutuldu bir daha asla hatırlanmamak üzere. Köyün yeni doğanları hayatlarına sadece güzel masallarla devam etsin dendi köyde.
Hasan Hakan Boyraz
Comments