Cenin pozisyonunda yattığı yataktan telefon alarmının kulak tırmalayıcı sesiyle yorganı tekmeleyerek kalktı. Işığı açınca duvarda beliren gölgesi başka birine aitmiş gibi ürktü. İçinden söylene söylene telefonu susturdu. Tüm gece ısınmak için büzüşmekten sabaha kadar uyuyamamış, sonunda uykuya daldığı anda uyanma vakti gelmişti. Artık kendine bile faydası olmayan sadece adı yün olan yorgana bir süre saydırdı. Allah’ın her günü söylenecek bir şey buluyordu. Aslında bir şeyler onu buluyordu demek daha doğru olur. Çok düşünceli üst kat komşusunun özellikle geceleri bangır bangır bağıran televizyonu, başka bir gün meraklı komşuların kapı önlerinde bitmeyen dedikoduları. Mahallede olaysız gün yoktu.
Bugün günlerden neydi? Yüzüne buz gibi suyu çarpıp aynanın kirlerinin arasından aksine bakarken hâlâ günlerden ne olduğunu hatırlamaya çalışıyordu. Sonra vazgeçti. Ne fark ederdi ki? Bugün de “Daha verimli çalışmalıyız arkadaşlar! Akşama 5000 parçayı yetiştirmek zorundayız,” günlerinden biriydi. İşler hep yetişmeliydi. Zaman dar, parçalar çoktu. “Bugün kendime bir sucuklu yumurta yapayım.” günlerinden biri değildi. Sahi en son ne zaman kurmuştu bu cümleyi. Hatırladı. Tam iki ay önce. İki aydır bir gün bile izin kullanmamıştı. Tek bir gün. Yirmi dört saat. Bin dört yüz kırk dakika. Karnını doyurmak için çalışıyor ama evde kahvaltı bile yapamıyordu. Hep bir türlü yükselmeyen o ‘satış hedefi’ yüzündendi. Asla ele gelmeyen jöle kıvamında bir şeydi o. Tam yükselecek gibi olurken sabun köpüğü gibi bir anda yok olup hevesleri kursakta bırakıyordu. Düşük tansiyonunun da müsebbibi olmuştu. Birkaç kere bayılmıştı iş yerinde. Aslında çok iyi biliyordu Halim, o iblisin asla yükselmeyeceğini. Bütün patronların zavallı kölelerine söylediği motivasyon safsatalarından biriydi bu da. Köleler, hedeflenen o satış hedefinin peşinden koşadursunlar o, arayı kapanmayacak kadar açmıştı.
Fabrikada düzenlenen katılımı zorunlu seminerlerde hep aynı şarkıyı söylüyorlardı. “Kendine inan. Her şey sende başlar. Sen istersen yaparsın. Takım olmanın önemi, biz bir takımız.” Sözgelimi, birleşip takım olunca ellerinde Musa’nın asası oluyordu. Açıl deyince nehir ayrılıyor ya işte öyle bir güç. Niyeyse bu güçlerini maaşların artışı için kullanamıyorlardı. Püf diye bitiyordu maaş. Üretim çiftliklerinde daha çok verim almak için ineklere nasıl klasik müzik dinletiliyorsa bu da onun biraz farklı bir biçimiydi. Büyük patronların inekleriydi onlar da. Sağılamaz hale gelenler nasıl acımasızca mezbahaya gönderiliyorsa onlar ıskartaya çıkınca da öylece çıkış yolu gösteriliyordu. Dımdızlak. Sömürülmüş. Sağılmış. Çünkü kapının dışında hevesle bekleyen diğerleri vardı. Patronların kabaran iştahları zor doyuyordu.
Ağzına biraz ekmekle peynir atıp alelacele evden çıktığında dışarısı hâlâ zifiri karanlıktı. Kimseye yararı olmayan şu saat uygulaması sadece sabah erkenden yollara düşenlerin sinirinin bozulmasına neden oluyordu. Vücut saatleri doğayla uyumlu olsa da vahşi iş dünyasına uyum sağlayamıyordu çünkü iş dünyasının uyumu sadece paraylaydı. Durak yine mahşer yerinden farksızdı. Bir önceki otobüs gelmeyince durak böyle kalabalık olurdu ki o bir önceki otobüs de hiç gelmezdi. Bu sabah da “Çift yönlü ilerleyelim,” minvalinde bir yolculuk bekliyordu onu. İnsan kaynakları departmanına servis talebini bildirdiğinde “O bölgede oturan sadece siz varsınız o yüzden servisi oraya yönlendiremiyoruz. En az üç kişi olmalısınız,” cevabını almıştı. “Napayım, iş yerinden iki kişi bulup benim mahalleye mi taşıyayım?” diyememişti tabi. Peki, demişti çıkarken.
Sabahları otobüste ten tene, diz dize kokuları birbirine harmanlanmadan yolculuk etmeyince kendinde eksiklik hissediyordu. Neyse ki bugün kendini eksik hissetmeyecekti. Az sonra en arkalardan biri, “Nereye ilerleyelim? Milletin tepesine mi çıkalım?” cümlesini söylerdi. Her gün aynı oyun farklı kastla oynanıyordu. Oyuncular zaman zaman hasta olabilir ya da otobüsü kaçırabilirdi ama o cümle muhakkak söylenirdi. İneceği durağa gelip inmek isteyenlerden bazıları ters akıntıda yüzercesine kapıya ilerler, yine de zamanında hedefine varamazdı. Vardığındaysa kapı kapanmış olur ve küçük çaplı bir kaos yaşanırdı. “Kaptan, inecek var, kapıyı açar mısın?” Kaptan buharlaşmış dikiz aynasına uykulu gözlerle bakar neler olduğunu anladıktan sonra tekrar düğmeye basıp yolcuların inmesini sabırsızlıkla beklerdi. Kaptanın aklında, varacağı son durakta tüttüreceği bir dal sigarayla dumanı üstünde çay vardı. Ne kadar geç varırsa vereceği mola da o kadar kısalacaktı. Gözünü çaysız açamazdı. Sabahları ezberlediği yollardan bir gözü kapalı giderdi. Can taşıdığının bilincine sahip olmasına rağmen yılların kaptanı olmasının verdiği rahatlığa yaslanırdı. Bu zamana kadar bir vukuatı da olmamıştı evelallah.
İneceği durağa gelince ayakları güç bela zemine değdi Halim’in. Açık havaya çıkınca ciğerleri bayram etti. Bacalardan burnuna kadar giren o zehirli gazlar bile daha aromatik geldi ona. Fabrikaya vardığında üzerini değiştirip bir sigara içecek vakti vardı. Sigarasının dumanından çekerken önünde hiç bitmeyecekmiş gibi duran on iki saati düşünüyordu. Son iki aydır vardiyalar kalkmıştı. Hiç sorulmadan zorla yazılan mesailerle çalışma saatleri sekizden on ikiye çıkmıştı. Sanki onlara sorsalar bir şey değişecekti. “Ben mesai istemiyorum,” deme lüksüne sahip değillerdi. Kapıda yüzlercesinin beklediğini söyledik. Halim işsizliğin çoğaldığının farkındaydı ama televizyon kanalları ağız birliği etmişçesine işsizliğin azaldığını söylüyordu.
Fırsat bulup sosyal medyaya girdiğinde afili sözler paylaşan sayfaların birinde okumuştu. “Yeryüzündeki tek günah kendini unutmaktır. Kendini hatırlamak ise tek erdem, tek dindir,” diyordu. Bu söz kafasına takılmıştı. Aylardan beri dün ne yediğini bile hatırlamayan Halim, kendisini nasıl hatırlardı? Bu durumda günahkâr mı oluyordu? Yok canım, bu zamanda kim hatırlıyordu ki kendini? Herkes günahkârdı o zaman. Sürü psikolojisinin verdiği etkiyle çoğunluğa dâhil olmak onu rahatlattı. Ne saçma bir söz diye düşündü sonra. O, sadece hayatta kalma içgüdüsüne uyuyordu. Bu yüzden günahkâr olacak değildi ya.
Yılmaz ustabaşı, ki işçiler ona yalaka Yılmaz derdi, pis pis sırıtarak fabrikada arzı endam ediyordu. “Bu haftayı da atlatırsak önümüzdeki hafta normal vardiyaya geçebiliriz. Bu hafta sıkı çalışalım, sonra rahatız. Size güveniyorum arkadaşlar,” derken kendisi bile inanmıyordu söylediklerine. Son beş haftadır bozuk plak gibi aynı şeyi tekrarlıyordu. Patron hazretleri böyle konuşmasını istiyordu. Halim’le Cavit bakışmıştı o anda bilmez miyiz, dercesine. İki aydır analarından emdiği süt burunlarından gelmişti. İşçiye üç kuruş zam vererek yolunu buluyordu patron. Altı ay önce ikinci fabrikasını açmıştı. İşte böyle böyle yakında üçüncü fabrikayı da açardı. Çalışanlar da insanlıktan çıktıkları mesailerle hiç değilse pazar masraflarının çıktığına seviniyordu. Şu cümle ağızlarından hiç eksik olmuyordu. “Buna da şükür.” Neticede aza kanaat etmeyen çoğu bulamazdı.
Çay molasına çıkınca birçoğu çayın kötü olduğundan dert yandı. Hatta kötü demek az kalırdı. Yemekte de eski özen ve tat yoktu. Uyduruk meyve suları, tarihi geçmek üzere olan yoğurtlar, içinde tane arattıran çorbalar, sayıyla verilen ekmek. Gün geçtikçe her şey eskiyi aratıyordu. Dağ gibi adamların dişinin kovuğuna bile yetmiyordu verilenler. Koca gün çalışmaya dayanamıyordu kimisi. Halim gibi bayılanlar çoğalmıştı. Kendi aralarında memnuniyetsiz sesler yükselse de buradan dışarıya çıkmıyordu. Ne yapabilirlerdi ki? Halim, Cavit’e düşüncelerini açmıştı. Yarın arkadaşlarıyla konuşacaklardı. En azından yemekler düzelmeli ve çalışma saatleri eskiye dönmeliydi.
Belinin ağrısıyla güç bela akşamı edip paydos zilini duyduğunda yine düşüncelere dalmıştı. Buz gibi soyunma odasında giyinmek, otobüs durağına yürüyüp otobüs beklemek ve sonra yine itiş kakış, sinir harbiyle geçecek bir yolculuk onu bekliyordu. Şu anda karşısına bir iyilik perisi çıksa ki onların sadece masallarda olduğunu çok iyi biliyordu, ondan tek isteği onu şak diye evine göndermesi olurdu. Evet, öyle zengin olmak, bolluk ferahlık içinde yaşamak olmazdı. Sadece evde olmak. Artık her şey zul geliyordu ona. En basit ve sıradan şeyleri bile yapmak istemiyordu. Ne için yaşıyordu ki. Günleri, kaçmak istediği halde yerinde saydığı o kâbuslarından farksız geçiyordu.
İsmini duyunca birden irkildi. Cavit ona sesleniyordu.
"Oğlum hadi kaçtır sesleniyorum, hazırlanmamışsın. Otobüsü kaçıracaksın."
"Evet ya dalmışım. Hemen hazırlanıyorum."
Fabrikadan çıktığında sokak lambalarının aydınlattığı alanların dışındaki yerler zifiri karanlıktı. Montunun yakasını burnuna kadar çekip hızlı adımlarla otobüs durağına yürüdü. Kuyruğun en arkasına ilişti. Otobüs, şoförün yerini almasıyla dolmaya başladı. Eve kadar ayakta gideceği belliydi. Tutunacak yer bulmaya çalıştı. O sırada şoförü fark etti. Evet, sabahki şoförün ta kendisiydi. Arkadaşının acil durumu sebebiyle bu seferi de aynı şoför yapacaktı. Şoför o kadar sert sürüyordu ki çok hafif virajlarda bile insanlar birbirlerinin üzerine devriliyordu. Sinirli homurtular yükselmeye başlamıştı. “Kaptan biraz yavaş olur musun lütfen, ayakta duramıyoruz.” Kasislerde kafalar otobüsün tavanına çarpıyordu. Sabırlar tükeniyor ama şoför sanki hiçbirini duymuyordu. Son anda çıkan bu seferi bir an önce bitirip evinde olmak istiyordu. Birden tiz bir fren sesiyle herkes sarsılmaya, ayaktakiler de oraya buraya savrulmaya başladı. Tüm gücüyle tutunmaya çalışan Halim, o anda karşıdan gelen otomobilin keskin ışığını gördü.
O dakikalarda fabrikanın patronu akşam yemeğinin ağırlığını Rose şarapla atmaya çalışıyordu. Preisner’in Lacrimosa’sı eşliğinde şarabını yudumlarken pencereden eşsiz deniz manzarasını seyrediyordu. Son dakika haberleri dev ekran televizyonda alt yazı olarak akmaya başladı.
“Henüz bilinmeyen bir sebeple kontrolden çıkarak karşı şeride fırlayan otobüs, otomobille çarpışarak faciaya sebep oldu. Otobüs şoförü ile birlikte altı kişinin olay yerinde hayatını kaybettiği ve çok sayıda yaralı olduğu belirtildi.”
Işıl Şenol
Aslında hikayeden çok fazlası yaşanmışlılklar ve yaşanacak olanlar anlatılmış yani hayatın gerçek yüzü kaleme alınmış yüreğinize sağlık Işıl hanım
Kendi işyerimi gördüm
Güzel bir hikaye olmuş hayatın gerçeklerini görebiliyoruz.