Öykü- İbrahim Taş- Nisa'n 2
- İshakEdebiyat
- 9 Nis
- 9 dakikada okunur
Dün yine mesai saatlerinde alanda oturuyorken, hazır işler de hafiflemişken elim telefonuma gitti. Daha önce telefona indirdiğim, Hazretin Jurnal'inden bir şeyler okumaya başladım. Al işte tam da ben diyeceğim bir satıra denk gelmiştim. “Seni seviyorum sözünün bir yalan, bir teselli, bir alay olarak bile muhatabı olmadım. Muhatabı ve mütekellimi.” Tam bu sırada sağ omuzumda bir el hissettim ve hemen peşine, “Çayınız kaldı mı?" sorusunu cevaplamama müsaade etmeden, hayretini hissettiğim bir ses tonuyla, “Burada kitap mı okuyorsun, ne güzel bari verimli oluyor mu?” dedi, sonra çayını teşekkürü eşliğinde aldı ve gitti, yine kelimeleri sese dönüştürmeden, şu hayatta en mahir olduğum şekliyle içimden konuştum. Aslına bakarsan daha önce okuduğum ve bir daha okumak zorunda hissettiğim kitapları okuyorum. Zaten daha önce okuduğum metinler olduğu için anlama konusunda pek sıkıntı çekmiyorum. Tekrar okuma isteği aynı zamanda bir tür hayranlık anlamına da geldiği için özlem gideriyormuşum gibi de hissediyorum. Hele ki okuduktan sonra aklımda tutmayı başardığım cümlelere denk geldim miydi değme keyfime. Sadece bu değil bazen şiir de okuyorum, telefonumda çok güzel bir uygulama var. Hoşuma giden mısraları reçete kâğıtlarına yazıp evde biriktiriyorum. Reçete kâğıtları ve şiir, anlayanı için şiir hakkında bence gayet açıklayıcı bir ipucu. Ara arada telefonda okuduklarımın ekran görüntüsünü alıyorum, sonra onlar galeride bir klasörde birikince hepsini birlikte okuyorum. Hafızamın tazelendiği yetmiyormuş gibi ziyafetten farkı kalmıyor. Dinleyeni olmadığı için söylemek istediklerim yine bana kalmıştı.
Mevsim kış, hastanenin tüm personeli neredeyse tüm molasını yangın merdivenlerinde geçiriyor. Çok zaman kalmadı, pek yakında herkes güneşin bunaltmasından şikâyet eder. Ben okumaya devam ederken yarıladığı çayıyla alana geri döndü. Oturduğum masanın önünden geçerken, “Okumaya devam diyorsun, ne güzel,” dedi.
“Boş geçirmemeye çalışıyorum diyelim, yoksa bu işin yeri burası değil.”
Elindeki bardağı göstererek, “Bu çay da soğudu, bir tane daha alabilir miyim?” Bardağını lavaboya döküp geldi, “Yazma işleri nasıl gidiyor,” dedi.
“Aslında hiç olmadığı kadar yolunda diyebilirim.”
“Varsa eğer okumak isterim.”
“Ama önce kısa bir açıklama yapmak zorundayım. Ben bu öyküyü sizden ilhamla yazdım. Kimse anlamasın diye sinematografik betimlemelerden de kaçındım. Kastım, maksadım sizi rahatsız etmek değil lütfen yanlış anlamayın. Ben kendimce gördüğüm, yaşadığım her şeye edebiyatıma hizmet edecek bir detay gibi bakıyorum. Ne kadar ahlaki bir duruş bilemem ama öykü yazmaya başladıktan sonra işler bu hale geldi.”
Geçen sene, mayıs ayının sonunda İshak Edebiyat'ta yayımlanan Nisa'n isimli öyküyü onun telefonundan açtım. Neredeyse sekiz aydır ona göstermeyi bekliyordum. Bakalım bu yarı gerçek yarı kurmaca öyküye nasıl tepki verecek. Bekliyorum. Susarak. Hayat böyle işte önce konuşmayı sonra susmayı öğretiyor. İşler yolunda gitmese bile susmanın getireceği pişmanlık bence konuşmanın getireceğinden daha katlanabilir. Ama işte gel gör ki insanı bu kadar ilgilendiren bir olaya hiç dâhil olamamak da başka bir sancı.
Sitede yedi dakikada okunur, diye yazıyor. Yedi dakika oldu ve çok hoşuna gitti de acaba ikinciyi mi okuyor. Belki de beni hadsizlikle itham edecek. Ben kim oluyorum da...
Bekliyorum, terleyen avuç içleri ve kalp çarpıntımla birlikte. Acaba boş kabinlerden birinde perdeyi çekip tansiyonumu mu ölçsem ya da ne bileyim hemşirelerden birinden rica etsem kan şekerime mi baktırsam.
Yok, hayır eminim, yedi dakikayı geçeli çok oldu. Bir sürü ses duyuyorum, bunların hiçbiri Doktor Nisan’a ait değil ve hiçbiri bana hitap etmiyor. Pişman olma eşiğini geçeli çok oldu. Olur da kötü bir şey olursa nasıl örtbas nasıl telafi ederime odaklansam daha mı iyi olur. Dışarıya sigara içmeye çıksam, yok hayır ondan cevap beklemiyormuşum gibi anlar.
Bana sesleniyor, sonsuzluktan. O kadar inanmıyorum ki dönsem onu göremeyeceğimi zannediyorum. “Çayınız var mı hâlâ, maalesef bu da soğudu.” Sesim çıkmıyor, başımla evet diyorum. Bardağını bu sefer lavabo yerine çöp kovasına boşaltıyor, sanki acelesi var. Söyleyeceklerini unutacakmış da işler sarpa saracakmış gibi bir telaş görüyorum ya da her zamanki gibi abartıyorum. “Sen de çay alsana beraber molaya çıkalım.” İçim boşalıyor resmen, dizlerimin bağından bahsetmeme gerek bile yok. Koridora çıkar çıkmaz,
“Mavi kod odasına gidelim mi, bizim Tamer bugün nöbetçi. O odayı pek kullanmaz, muhtemelen yine kırmızı alanda hemşire arkadaşlarına kopyayla geçtiği dermatoloji bilgilerini satıyordur,” diyor.
“Olur,” diyorum. Ne anlama geldiğini, beni neyin beklediğini bilmeden. Tek yapabildiğim şeyi yapar gibi olur dedim. Galiba geri dönüşü de yok. Büyük koridorlar küçük ve yavaş adımlarımıza rağmen çabuk bitiyor. C blok birinci kata çıkıyoruz. Bu odaya ilk defa geliyorum. Suni deriyle kaplanmış küçük iki kişilik bir koltuk ilk gözüme çarpıyor. Kullananlar kısmen de olsa dinlensin ama derinlemesine bir uykuya dalmasınlar diye zekice tasarlanmış. Hemen karşısında gri bir masa ve üzerinde kabarmış, buruşmuş kâğıtlar duruyor. Kanepenin köşesine oturuyorum, telefonunu çıkarıp Doktor Tamer’i arıyor. “Odayı dinlenmek için kullanabilir mi,” diye izin istiyor. Karşıdan olumlu cevap gelmiş olmalı ki teşekkür edip telefonu kapatıyor. Sabırsızlığın tecrübe etmediğim bir hali kaldı mı, diye düşünüyorum. Cebinden çıkardığı selpak paketinden iki tane çıkarıyor. Bardağından birkaç damla çayla ıslattıktan sonra, ayağa kalkıp çocuk kilidi takılı, anca üç-dört parmak genişliğinde açılan pencereyi açıyor. Yerine oturup sigara paketinden iki tane sigara çıkarıyor. Birini bana uzatıyor, gülümseyerek. Yine gözleriyle gülüyor, varoluşuna muhalefet etmek istercesine. Gözlerini bu kadar güzel gülmek için kullanan bir kadının dilinde kim bilir ne güzellikler saklıdır.
“Böyle durumlarda hep şey denir, ne diyeceğimi bilemiyorum gibi şeyler. Aslında ben biliyorum. Çok önemsiz bir detay olduğu için en başta söyleyeyim ama bir ara kızacak gibi oldum, öykünü okudukça sana kızmayı aklımdan geçirdiğim için kendime kızdım. Evet, daha önce de mutlu olmuştum, iyi hissetmiştim. Özel de hissetmişimdir ama hiç böylesi olmadı. Her şeyim ama her şeyim gerçekten bu kadar kıymetli olabilir mi? Gülüşüm, çok yaşa deyişim, okuduğum bir kitap bilmiyorum resmen iliklerime kadar özel hissettim. Ha bak unutmadan bir şey daha söyleyeyim, senin adını artık hiçbir güç bana unutturamaz. Hatta yüzünü, efendiliğini, bilmiyorum belki bu öykü tamamen ezberlerim. Kitabım da sendeymiş demek, olsun. Sende kalsın, hak ettiği yerde.”
Sigarasını yakıp çakmağını bana uzatıyor. Omuzlarında biten kıvırcık saçlarını sol kulağının arkasına sıkıştırıyor. Bilmiyorum belki de birazdan söyleyeceklerimi daha iyi duymak için hazırlık yapıyor diye yorumlamalıyım. Bir yudum çayla boğazımı ıslatıp sigaramı yakıyorum. Devam ediyor. “Bak bir sürü şey dedim ama teşekkür etmeyi unuttum. Teşekkürler gerçekten çok teşekkür ederim. Sana bir şey soracağım, bana gerçekten âşık mısın, beni çok mu seviyorsun?” Sözü bana bırakıyor ama ne söz. Nisan aşk ve sevgi senin için yeter mi? Şöyle daha yüce daha tanrısal uğruna bir meleği iblise dönüştürecek bir şeyler lazım. Nasıl desem ki adını andığında perilerin heyecandan kanat çırpacağı bir duygu olmalı. Dağı düze indirecek, kuşların sarhoşluktan uçmayı unutacağı, Habil’in ölümüne değecek bir şey. Öyle ki adın duyulduğunda denizkızları suyun üstüne çıkıp binlerce yıldır süren efsaneyi sona erdirecekler. Adının geçtiği bir mısra safi şifa olmalı, körler görmediği için değil seni göremediği için üzülmek yerine mahcup olacakları bir güzelliğe aşk ve sevgi sence de az kalmaz mı?
“Hiç şüphesiz söylenecek çok söz var. Öyküdeki gibi bir son olmadığı için çok mutluyum. Sizi seviyorum ama kesinlikle aşk denemez. Sizi ilk ne zaman gördüm hatırlamıyorum ama o günden beridir iyi bir insan olduğunuza dair bir inanç gelişti içimde. Sayenizde güzel bir öykü yazdım. Bilemiyorum belki de şu an başka bir öykünün içindeyiz. Saçma sapan şeyler de söylüyor olabilirim. Ben insanların yüzüne çok konuşamam, konuşamadığım için yazmaya yöneldim. Yazdıkça da iyice konuşamaz oldum ama işte okudunuz, size söyleyecek değil yazacak bir şeylerim vardı, yazdım siz de okudunuz. Teşekkür etmesi gereken benim.”
“Ben unutursam sen hatırlat, numaranı mutlaka almalıyım. Bundan sonra yazacağın her şeyi okuyacağım. Bir de bir haberim olacak sana, kötü haber de denebilir. Ben gidiyorum, ayrılıyorum buradan. İstanbul'da bir hastaneyle anlaştım, oraya geçeceğim. Daha kimseye haber vermedim ama istifa dilekçem hazır. Bu nöbetim bitti mi, bir tane tek kalıyor. Ama işte bu olanlar, sen, bu öykü, bu konuşmamız çok güzel oldu. Geç oldu ama hem sen o kadar süre nasıl içinde tutabildin? Öyküyü okuduktan sonra herkese nasıl baktım biliyor musun? Hiç kimsenin hiç kimseden haberi yokmuş, kimsenin bilmediği şeyleri bilmek ne kadar güzel hissettiriyormuş.”
Nisan’ın gideceğini böylece öğrenmiş oldum. O gün uzunca bir muhabbete eşlik eden üçer tane sigara içtik. Üç vakte kadar diye anlam yüklenebilir; çocukluk, gençlik ve yaşlılık diye de yorumlanabilir. Her şeyine her sözüne her hareketine uçuk anlamlar yükleyebilirdim. Nisan öyle sıradan biri değildi. Gözleri baktığı nesneye şeklini, hiç olmadı rengini veriyordu ya da ben öyle değerlendiriyordum. Ama bir yerden sonra sohbetimize bir doğallık geldi. Anlattı, dinledim, detayları sordum, ben sordukça o detaylarla zenginleştirdi. Mesela ben ona tarih dersi müfredatından miras kalmış Kasr-ı Şirin antlaşmasını, Ferhat’ın avamdan bir delikanlı olduğunu, Şirin’in İran şahlarından birinin kızı olduğunu, Şah Ferhat’ı kendisine yakıştıramadığı için Şirin’e gözlerden uzakta bir köşk yaptırdığını, Şirin’i bu şekilde Ferhat belasından uzak tutmaya çalıştığını, kasır sözcüğünün Arapçada köşk demek olduğunu, antlaşmanın bu sarayda imzalandığı için bu şekilde isimlendirildiğini anlattım. O da bana hastaların hastalığın kendisine, doktorların ise hastalığın bilgisine sahip olduğunu, yani doktorların hastalıkla daha gerçekçi bir bağ kurduklarını, hastaların ise daha duygusal bir bağ kurduklarını söyledi. Hastalarla hekimler aynı noktada buluşuyormuş gibi dursalar da aslında birbirinden çok uzak noktalarda olduğunu anlattı. Hatta farkındalık kazandırdı. Ben dayanamayıp sözü Leyla ile Mecnun’a getirdim. Ne de olsa tüm âşıkların üstadı hele ki sözcüklerimin muhatabı Nisan olunca daha bir kaçınılmaz oldu. İşte rivayet o ki diye başladım. Mecnun, Leyla’nın sokağında gezen köpeğin gözlerinden öpeceğini söylermiş. Tabi o zaman psikiyatri diye bir meslek var mı bilmiyorum. Olsa olsa ruh ve asabiyet ile ilgilenen tabipler vardır. İşte artık adına her ne deniyorsa Mecnun’un aşkının hastalık olduğunu söyleyip tedavi edilmesi gereken bir vaka olarak bakmışlar. Ama edebiyatçılar öyle mi, onlar Mecnun’un bu tavrı karşısında hürmetle eğileceklerini ifade etmişler. Ben de bu rivayetten yola çıkaracak hayatta hep edebiyatçıların olduğu tarafı tutmayı tercih ettiğimi söyledim. Hatta şöyle bir durum olduğunu ekledim. Tabiplik Allah’ın sevdiği meslekmiş, hep denir ya hastalık seviyesinde aşk, asıl mesele aşk seviyesinde hastalığın olmaması bir nimetmiş. Yoksa tababet ilmi henüz aşk seviyesinde bir hastalığı tedavi edecek kadar ilerlememiş. Sıra yine Nisan’a geçmişti hastanedeki anılarından bahsetti biraz da. Yaşlı teyzeler ve amcalar geldiğinde ve Nisan neleri olduğunu sorduklarında genellikle her yerlerinin ağrıdığını söylüyorlarmış. Tabii tıpta böyle bir hastalık yok, yakın zamanda soğuk bir yerde bulunup bulunmadıklarını sorduklarında artık hasta olan amcaysa teyzeyi, teyze ise amcayı gösterip yok kızım yok, soğuktan değil hep bunun yüzünden diyormuş. Bu ömrümü ziyan beni de zebun etti diyorlarmış. Her şeyde olduğu gibi bunu da sonradan fark ettim. Alnımın kırışıklıklarına kadar battığım romantizmden belki de biraz olsun kurtulayım diye anlatmıştı. İşin içinde biraz acıma var gibi duruyordu ama yine de Nisan’ın şifalı elleri hayır dilleri beni kendince tedavi etmeye çalışıyordu. Ne konuştuysam, ne dinlediysem hepsi bitti. Bir iki detay daha var, onları da yazmasam bir şey olmaz. Ne yazıldıysa ne yaşandıysa hiçbir kıymeti kalmadı. Nisan gidiyor işte, tek gerçek bu. Böyle bir gerçeğin karşısında neyin, ne kıymeti olabilir ki. Sonunda onun için yazdıklarımı okudu ya biraz olsun teselli bulmadım değil. İçimde bir şey kaldı mı diye sorulsa, illaki vardır. Mesela eski zaman âşıkları gibi ondan vesikalık bir fotoğrafını alıp cüzdanımda taşımayı çok isterdim.
***
Doktor Nisan’la birlikte son nöbet güzel geçti. Neredeyse hiç alana uğramadı ve hasta bakmadı. Gördüğü herkesle vedalaştı. Gittiği her yerde çay ve kahve ikramına maruz kaldığını görmesem de biliyorum. En son alana geldiğinde, derinden bir iç çekti. Bana iki gözünü birden yumarak benimle olacak vedalaşmasını en sona bıraktığını söyledi. Sonunda alandaki herkesle vedalaşıp steteskopunu, kalemlerini, termosunu alıp ayrılırken herkese uzaktan el salladı. Kendisinden bir işaret bekler gibi baktığımda işaret parmağını göstererek bir dakika müsaade istedi. Nisan’ı beklemek, alın yazımın en koyu hatta altı çizilmiş bölümüydü. Bir dakika beklediğimden kısa sürdü. Herkesin içinde adımı bildiğini herkes bilsin diye bağırarak söyledi. Elindeki küçük bavulu ve büyük naylon torbayı göstererek yardım istedi. Yerimden öyle bir kalktım ki nisan ayında yağacak yağmurlara eşlik edecek şimşekler bana özenebilirdi. Yangın merdiveninden, otoparka önde Nisan arkada ben iniyoruz. Kulpu kırık kapıyı ince parmaklarını araya sokarak açtıktan sonra “D18” dedi. O tarafa doğru yürüyoruz. Otoparkların kendine has havasızlığı ve karanlığı her zamanki gibi hiç değişmemiş. Arabasının uzaktan kumandası sayesinde arabasıyla tanışıyorum. Memnun oldum. Elimizdekileri bagaja yerleştirdikten sonra, “Son bir sigara ikram etmeyecek misin,” diye soruyor. Sigaralarımız neredeyse hiç konuşmadan içiyoruz. Eğilip torpidodan bir şey alıyor. İkiye katlıyor, benim için not yazmış diye düşünüyorum. “Lütfen kabul et, sana bir hediye almak çok zor. Kitap almayı elbette düşündüm ama okumuş olma ihtimalin beni vazgeçirdi. Kendine çok iyi bak, sen çok özel birisin.” Son cümlesini bana sarılırken söyledi ve beline dokunamadım bile. Nisan’la sarılmamız da tek taraflı oldu. Ne güzel! Kâğıdı elime tutuşturup başka bir şey demeden arabasına binip gitti. Daha mevsimi değildi ama Nisan yağmur olup içime yağmayı yine başardı. Nisan’ın bana verdiği kâğıt parçası ise bir çekti. Kitapçıya gidip sonradan kitap alabileyim diye önden ödeme yapmıştı. Başımı çekten kaldırdığımda Nisan’ın arabası gün ışığının içeri sızdığı kapıdan aydınlığa doğru yol alıyordu. Yangın merdivenine doğru yürümeye başladım, tam da Nisan’ın elini koyduğu yerden yangın merdivenin kapısını iteleyerek açtım.
Nisan beni bu kentte yapayalnız bırakıp gitti, hoş Nisan buradayken de çok farksız değildim. Yalnızdım ve yalnızlığı düşünmek benim için kaçınılmazdı. Yalnızlığımı bu sefer neye benzetebilirim? Elbette bildiklerim arasından bir şeye benzetecektim. Aşağılık insanoğlu bir şeyi başka bir şeye iftira atmadan anlaşılır kılamıyordu. Hatta edebiyattaki imge dedikleri de böyle bir şeydi. Hastanenin koridorlarında Nisan’dan bana kalan çeki cebimin içinde sımsıkı tutarken yalnızlığı bu sefer ölüme benzetiyordum. Tam da çocuk acilin olduğu bölgeye gelmişken. Yalnızlığa küçük ölüm denebilirdi. İnsan ölürken her şeyden tekrarı olmaksızın elini eteğini çekiyordu. Yalnızken de bir süreliğine.
***
Üniversitede okurken, kitap almak pahasına her yerden kısıp üzerine Adıyaman yazıldığı halde, Adıyaman'ın olduğu coğrafi bölgeden geçmeyen tütünler içerdik. Evde kitap okuyup okul kantininde tartışmak, işte koca dört yılın özeti. O zamanlar elim daha yeni kalem tutuyor. Okuduğum her şey beni o kadar etkiliyor ki, anca bir başkası uyarırsa farkına varabiliyorum. Yolu okumaktan geçen bu memleketin her evladı gibi ben de ilk adımlarımı şiirle attım. Şiirin ne olduğunu anlayana kadar da bırakmadım. Gerçek anlamda şiirin ne olduğunu anladığımdaysa şiiri bırakmak kaçınılmaz oldu. O yıllarda yazdığım ve şiir zannettiğim metinleri Veda Eğilmez Hoca'ma gösterirdim. Özellikle bir şiirimde geçen iki ifade hakkında söylediklerini hiç unutmam. “Bir nihayet bezmi” ve “Hayat denilen cilveli aşüfte” ifadelerine bakıp güzel deyip biraz dalmıştı. Bu ifadeleri bilmemin güzel olduğunu, kullanabiliyor olmamın da kıymetli olduğunu ama benim Tanzimat Döneminde yaşayan bir kâtip olmadığımı, benim beton, AVM, sosyal medya olduğumu, derdimi içinde yaşadığım çağın ifade kalıplarıyla dile getirmem gerektiğini söylemişti. Haklıydı. O günden beridir de bu nasihati hiç unutmadım. Şimdi gelelim bugüne, evet ben Tanzimat Döneminde yaşayan bir kâtip değildim ama Nisan'ın gidişi gerçekten de bir nihayet bezmi olmuştu ve hayat denilen cilveli aşüfte bu sefer de yüzümü güldürmemişti.
İbrahim Taş
Comments