“Ne önemi var?” dedi serçe ve Refik’in çocukluk hâli sırtındayken tekrar yükseldi soğuk güneşe. Güneşin üzerinde küçük bir noktaya dönerlerken Refik, “Toprağın altı sıcak ve korunaklıdır,” dedi.
Kentin Hayaletleri
Babamın memuriyeti nedeniyle bulunduğumuz bu kasabanın bir başka özelliği de ıslık çalar gibi gök kubbeye doğru yükselen kavak ağaçları idi. Kerpiç-ahşap karışımı evimizin iskeletini de süsleyen güzel kokulu bu ağaçların eşliğinde demir parmaklıklı pencerelerimizden bir büyü gibi akan nehri izler ve sonrasında da güçlü bir aidiyet duymadığımız bu kasabada düşler kurmaya devam ederdik. Babamın memuriyeti nedeniyle bulunduğumuz bu kasabanın diğer bir özelliği ise öncesinde geçtiğimiz tüm kasabalar gibi ilk ergenliğimizin başkenti olan o kente geri dönme özlemi idi. Sonraki yıllarda geri dönmek istediğimiz o kentin sadece bir mekân değil, bununla birlikte bir zaman kesiti de olduğunu ve bir daha hiç var olmayacağını anladığımızda geçmişe bakıp onu aramaya devam edecektik.
İleriki yıllarda, insan olan insanı hayata bağlayacak anlamsız bu araştırmanın çok öncesinde, Günseli ile anlamlı ilk karşılaşmamız babamın memur olarak çalıştığı okul bahçesinde gerçekleşti. 1993 yılının mayıs ayının ilk haftası kavak ve akasya ağaçları arasında bana yaklaştı ve 1 Mayıs İşçi Bayramı’mı kutladı. Ben de Günseli’nin yanındaki açık teni çillerle süslü, kısa saçlı, şişman kızın uzun, kül rengi çoraplarına bakıp bu bayramın gerçekten benim bayramım olup olmadığı üzerine düşündüm. Sonra Günseli’nin gün ışığı gibi parıldayan gözlerine bakıp onun mayıs bayramını kutladım. O ve arkadaşı oradan ayrılırken ortak bir sihri paylaştığımız bu küçük kadının, eğrilen bir çınar gibi yükselen gövdesini izledim.
Günseli ile öncesinde okul koridorlarında, bahçede ve sınıfta göz göze gelir, minik selâmlaşmalarla birbirimizi süzer ve çok kısa süren bu ‘bir olma’ hâllerinden sonra yollarımıza devam ederdik. O yıllarda bilince çıkaramadığım; tebeşir kokan yazı tahtaları, boya kokan sıralar ve kül rengi kırık dökük duvarların eşlik ettiği bu kısa ‘bir olma’ hâllerini hep Günseli başlatır, ben ise sona erdirirdim. Çünkü tüm koca kafalı çalışkan şişman öğrenciler gibi bahçeye açılan pencerelerden kavak, akasya, dut, erik ağaçlarını izler ve dünyalar güzeli küçük bir kadının ilgisini çekebileceğime inanmazdım. Onlar sadece ders notları almak için bizim gibi küçük erkeklere yaklaşırlardı.
Sevgili okur, gerçek bu hikâye tam da burada benim ürkekliğimden ve Günseli ile o yıllarda ne yapacağımı bilemediğimden dolayı başlamadan bitti. Bu kitap, birçok şey gibi aynı zamanda o dönemin koşullarına ve orta ergenlik dönemimin dezavantajlarına rağmen biraz özgüvenli olup bu kadınla bir ilişki başlatsaydım sonrasında nasıl bir hayatım olurdu üzerine bir deneme çalışmasıdır.
Günseli ile ortak o gizi paylaştığımız günün ardından, nasıl anlatayım size, tanımı güç bir aydınlanma ile sanki gelecekteki bilimcim geldi ve beni etkisi altına alıp tüm süreçleri daha net görmeme neden oldu. Ahşap-kerpiç karışımı evimizin karşısından geçen nehri, bu nehrin çevresini süsleyen akasya ve kavak ağaçlarını, bu ağaçların işaret ettiği uçsuz bucaksız parlak çıplak dağları, eski yerleşimciler tarafından inşa edilen hamamı, sonra nefesimi tutup elimle küçük bir balık da yakaladığım bu hamamın selâm durduğu dünyalar güzeli kanyonu, sonsuza açılan belirgin bu kanyonun içinde anne rahmi misali yaşadığım huzuru daha açık ve net görmeye başladım.
Resesif bir köpek balığının nehre adapte olması gibi kendimi güçlü, özgüvenli ve daha rahat hissetmeye başlamıştım. Nasıl anlatayım, okul öncesi o sabah, içinde soba kazanı, kararmış nemli ahşap tabure ile kırık puslu bir ayna bulunan banyoda hiçbir şeye benzemeyen sakal ve bıyığımı kestim. Çinko değil de kırmızı o leğenin üzerinde saçlarımı yıkadım. Onları yıkarken gözüme kaçan sabun köpüğü ve leğende biriken köpüklü sıcak su üzerine kısa bir an düşündüm. Saçlarımı kuruladım. Dana yalamış gibi öne yapışık saçlarıma jöle sürüp arkaya taradım. Memur olan amcamın benden bir yaş büyük ağabeyime hediye ettiği gömlek, kravat, kumaş pantolon ve altın sarısı düğmeleri olan kiremit rengi blazer ceketi giyinip okul yoluna revan oldum. Amcamın ona hediye ettiği ayakkabıları bana vermek istemeyen ve hep burnumun kocamanlığı ile dalga geçen ağabeyime maket bıçağı ile saldırdığım için terden atletim sırılsıklam olmuştu. Yemek yerken ağzını şapırdatan, yatakta hep kenarda, yorgansız yatmama neden olan, sivilcelerimle dalga geçen, ağabeyimi asıl şaşırtan, gözlerimde ilk defa şahit olduğu o öldürücü parıldayan kaplan bakışları idi. Bunu yıllar sonra bana bir rakı masasında itiraf edecek ağabeyimi, babamın kendi elleri ile yaptığı abanoz rengi ahşap masanın altında bırakalım ve anlatımıza devam edelim.
Evimizin önünden geçen yolu, sonra biçimli kavak ağaçlarını, kocaman bir alabalık yakaladığım -o bölgede beklenmeyecek büyüklükte olan bu balığı o kadar hızlı çekmiştim ki kalın olta ipi ağaç dallarına takılmıştı- nehri, baharda suyu boz bulanık akan ve evimizin duvarlarına dayanan bu nehrin üzerindeki tahtaları kararmış köprüyü, kayalara bakan o açıklıkta akşam yemeği için her gün onlarca balık yakalayan yoksul ve becerikli balıkçıyı, okul için köyden kasabaya gelen, bir ömrü hınçla kovalar gibi aynı futbol topunun peşinden koşan şalvarlı, kara lastikli çocukları sonra bu çocukların kaldığı, önünde kale kurduğumuz hep makarna kokan ve duvarları güneşli, eşyasız öğrenci evlerini, kenarları güller, gecesefaları ve kuşburnu ağaçları ile süslü dik o yokuşu geçtim ve daha farklı bir ritimde Günseli ile aynı havayı teneffüs edeceğimiz okulumuza geldim.
Okulda siyah asker botları, oduncu gömlekleri, gömlek üstü lila rengi, eprimiş V yaka kazaklar, bu kazakların üzerinde bulunan salaş kabanlar, kumaş pantolonlar, sonra sert spor ayakkabılar, kot pantolonlar, mevsimlik ceketler ile etraflarına tuhaf bir biçimde bitirim bir adam gibi bakmaya çalışan öğrencilerin arasından sınıfa girdim. Günseli’nin iki arkasındaki vernik kokan sıraya oturdum. Günseli, üzerine hırka ve ceket de giyilen kül rengi önlüğü, spor ayakkabıları, yakalıklı beyaz gömleği ile sırasına oturmuş çizgisiz defterine bir şeyler karalıyordu. O, gül kokan bu deftere aklından geçenleri karalarken ben de onun eteğiyle, belli bir ritimde hareket eden çadırımsı güzel eline bakıyordum. Onu izlediğimin farkındaydı. Bu durum benimle onda da farklı bir dinginlik ve diriliğin hâkim olmasına neden olmuştu.
Pencereler açıktı, ağaç dallarıyla rüzgâr ve küçük serçeler meraklı gözlerle içeride oturan bu tuhaf insan kalabalığını izliyordu. Dallar camlara dokunuyor, rüzgâr bir snop gibi sınıfın içinde gezinip dışarı çıkıyor, serçeler ise içeri girmeye cesaret dahi edemiyorlardı. İki gün önce siyah gerdanlı iri bir serçe, yarı açık pencereden sınıfa girip kapalı pencereden dışarı çıkmaya çalışırken cama vuran kafası, kırılan boynu ve kanatları ile oracıkta can vermişti.
Küçük bir çocukken yakaladığı şaşkın bakışlı serçeleri terli avuçlarının içine alan ve elleri ile onların hızla atan minik kalplerini dinledikten sonra doğaya bırakan ben, ne yalan söyleyeyim gerdanı siyah bu serçenin hikâyesinden oldukça etkilenmiştim. Onun soğuyan bedeninin gömüldüğü o ağaç gövdesinden uzaklaşalım ve asıl konumuza odaklanalım.
Günseli’yi bu şekilde araştırır gibi direkt seyretmem, sınıfta başta Ali Osman olmak üzere birkaç öğrenciyi rahatsız etmişti. Onlar, bu alanı bezuvarlar gibi kendi iktidar alanları olarak tanımlıyor ve bilinçdışı bir bilinçle de herhangi bir yönelime reaksiyon veriyorlardı. En olası açıklama bu şekilde olmalıydı. Çünkü öncesinde varlığımın dahi farkında olmayan bu adamlar, şimdi akbaba gibi çevremde daireler çizmeye başlamışlardı. Günseli’yi, üzerinde gördüğüm buz rengi kot pantolon ve lacivert tişörtü ile hayal ederken Ali Osman, kafama leblebi tanesi ile yumuşak bir dokunuşta bulundu. Beni test etme ihtiyacı duyuyor ama tam olarak ciddiye de almıyordu. O, belki o yıllarda bilince çıkaramadığı, “Sen sınıf birincisi ol ve kendi alanında kal ama bize ait olana dokunma çünkü biz sana ait olana hiçbir zaman dokunamayacağız,” gibi bir sınıf bilinci ile farklı bir güdünün etkisi altında bana ikinci leblebiyi fırlatırken ben de Günseli’nin göğüslerini daha belirgin hâle getiren lacivert tişörtü üzerine düşünmeye devam ediyordum. Sonra sıcak, terli parmaklarımı ıslak tişörtünün metalik orta düğmesinin üzerinden çektim ve Ali Osman ismindeki zorlayıcı uzlaştırma çabası üzerine düşündüm. Bu çaba, Anadolu’nun kadirşinaslığına mı yoksa tüm değerleri yok saymasına mı delâlet eder ya da zorlama bir çaba ile burada kullanılan “delâlet eder” ifadesi hangi karakter özelliğine işaret eder gibi iki tartışmayı ayrı bir yazının konusu olarak ele alalım ve olanları tüm çıplaklığı ile anlatmaya devam edelim.
Okulda, öğrencilerin kozlarını paylaştığı alan, okula bakan küçük metruk binanın kapalı arka tarafıydı. Benim ve diğer sınıf birincilerinin içten içe hep merak ettiği ama uzak durduğu bu alanda, sonrasında muhtarlık kavgalarında benzer nedenlerden birbirlerini öldürecek öğrenciler seyircilerin gözetiminde bir araya gelir ve ölesiye birbirlerini döverlerdi. Gerçi burada işler muhtarlık kavgalarına tezat, Avrupa romanlarına daha yakın cereyan ederdi. Kavgada en fazla yumruğu atan ve rakibini etkisiz hâle getiren kavgayı kazanırdı. İki taraf da ayakta kalırsa kazananı yumruk sayısı belirlerdi. Yani söylenenin aksine yumruk sayılırdı. Sizin anlayacağınız, Çetin Altan’ın dediği gibi “pusu” değil, “düello” kültürü sürece hâkim olurdu.
Belki de insan, bu satırların yazarının hep savunduğu gibi pespaye bir varlık değildi. Yani Down Sendromlu çocukların, en azından giyim kuşam olarak doğdukları topluma uyum sağlamaları gibi belki insan da tamamen doğduğu toplumun etkisi ile ergenlik sonrası dönemde “pusu” kültürünün etkisi altına giriyordu. Yani asıl suçlu insan değil de yanlış kurgulanmış toplumun ta kendisiydi. Peki. Bu tamamen naif belirlemeleri de farklı bir çalışmaya bırakalım ve şöyle devam edelim. Bir hastalık sonrasında okuduğum ve yazarken bana hep eksik olduğum duygusu yaşatan tarifi imkânsız “Savaş ve Barış” romanındaki “Piyer Bezuhov” gibi bir arkadaşımı aldım ve düello alanına gittim.
İnan Palancı
Comments