İndireceği yolcu son anda aklına gelmiş olacak ki şoför sert bir fren yaptı ve otobüs yorgun asfaltta aniden durdu. Kırmızı papyonlu genç muavin -ki bu firmanın tüm muavinleri kırmızı papyon takardı- yolcular içerisinde beni arıyordu. Yumuk gözlerini ovuştura ovuştura yanıma yaklaştığında madeni para ile çalışan bir makina gibi "Bagaj!" diye seslendi.
Hayır anlamında kafamı salladım. Uyunan bazı yolcular neler olup bittiğini anlamaya çalışıyor ve uyandırılmış olmaktan duydukları memnuniyetsizlik yüzlerinden okunuyordu. Gece yarısına sarkan yolculuklardan nefret edişimin sebebi olan o mutat ve berbat kokuyu otobüste bırakıp da bu sahil kentine ilk kez ayak bastığımda karşılanmayı bekliyordum doğrusu. Hiç yoksa bir telefon yahut bir geri dönüş…
Beklemenin bir faydası olmayacağını anladığımda yürümeye başladım. Tabi ki nereye olduğunu bilmeden... Yeterince ılık ve oksijen yüklü havada yürümek hoşuma gitmiş, iyiden iyiye keyiflenmeye başlamıştım. İlerledikçe cırcır böceklerinin sesleri azalıyor dalga sesleri baskın geliyordu ve böylesi bir kokuyu ilk kez duyuyordum. Denizi bulmam uzun sürmedi. Sonradan hayli gereksiz bulsam da hayatımda ilk kez gördüğüm denize girmeyi başka bir ana erteleyememiştim.
Köyümdeki sulama arklarında öğrenmiştim yüzmeyi ama insanı ürküten karanlıklarda kimsenin haberi dahi olmadan boğulmak, suyun dibini boylamak hissi beni çok geçmeden dışarı itmişti. Bu şehirde ve dünyanın dört bir yanında insanlar yumuşak yastıklarında tatlı rüyalar görürken ben gidecek yeri olmayan kimsesizler gibi kendimi denize paralel dizilmiş sert beyaz plastiklerden birinin üzerine bıraktım.
***
Gözümü açmama sebep olan şey sıcak mıydı yoksa omzumdaki el miydi bilmiyorum. Belli bir aksanla konuşan kısa boylu bir adam biçimsiz kaba elleriyle beni çekiştiriyor ve "Uyansana be çocuk" diyordu. Ayağında kırmızı terlikler, üzerinde koyu yeşil bir şort vardı. Bir mintanı yoktu ve çıplak vücudunun kavrukluğuyla kahve çekirdeğine benziyordu. Birden bir korkuya kapıldım ve denize girmeden hemen önce çantaya sokuşturduğum cüzdanım, telefonum ve saatimi kontrol ettim, hepsi yerli yerindeydi.
"Korkma!" dedi kavruk adam "Hırsız değiliz çok şükür. Sen de bakalım pantolon ve çorapla uyumak da neyin nesidir bu güneşin altında?"
"Öyle işte," deyince adam garipsedi. Yaradılışım gereği uzun cümleler kurmaktan kaçınır çoğu zaman yadırganma pahasına kısa ve tatmin etmekten uzak cevaplar verirdim insanlara. Oysa toplumun kaya gibi ezberleri vardı. Sözgelimi makbul insan bol konuşan, çok gülümseyen. Bir iş görüşmesinde girişkenler hep bir adım öndeydi. Sahi ya gelinin yahut damadın cana yakın olanı sevilmez miydi hep. Onların içi dışı birken benim gibi sessizler içten pazarlıklıydı, soğuk nevaleydi…
"Söyle bakalım" diye devam etti "Kimsin, necisin?
"Adım Tahsin" dedim. "Çalışmaya geldim."
Kavruk adam aniden elindeki uzun değnekli fırçayı sertçe göğsüme yapıştırdı ve "O zaman şezlongların üzerindeki kumları temizlemekle başlayabilirsin." dedi "Az sonra burası insan kaynayacak."
Cevabımı beklemeden hızla yürümeye koyulmuş, sazlık kamışlarından yapılma çatısı olan büyükçe bir çadıra girip tezgâha bardak dizmeye başlamıştı. Peşinden seğirtip karşısına dikildiğimde, "Erol Market'in büyük oğlu Mehmet'i ararım," dedim. "Telefonum kapanmış, biraz olsun şarj edebilirsem…" "Elbette elbette, yalnız işini çarçabuk tamam etmen lazım, tatilciler gelmek üzeredir."
Bu işten kaçış yoktu belli ki. Bir priz bulduktan sonra buradaki ilk işimi yapmaya koyuldum. Şezlong denilen beyaz plastiklerin temizliği bitmeye yakın insanlar gelmeye başlamıştı bile. Kavruk adam kadar olmasa da badem tenli kadınlar, adamlar, çocuklar vardı. Ekmek kavgası vermemiş, yakacak, giyecek derdi yaşamamışa benziyorlardı. Belki de küçük ve sığ dünyamın aptal önyargılarıyla haksızlık ediyordum onlara…
Beni hizmetlilerden biri zanneden iri göbekli, kır bıyıklı bir adam "İki bira getir delikanlı!" diye seslendi. Bozuntuya vermeyip, "Olur beyim," derken içimden, "Sabah vakit bu neyin birası deyyus!’’ diyordum. Müşterinin talebini ve fırça işinin bittiğini kavruk adama izah edince tezgâha sosisli bir sandviç ile açık bir çay bıraktı. Emeğimin karşılığını bir kahvaltı ile ödeyen bu adama kanım ısınmıştı.
Telefonum çalışır hale geldiğinde Mehmet'i aramıştım ama cevap yoktu yine. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu aşikârdı. Biraz sonra neredeyse tüm şezlonglar dolmuştu.
Kavruk adam elinde sarı bir şort ve parmak arası dedikleri o garip şeyle çıkageldi ve yeni bir iş buyurdu, "Hadi şunları giyiver de azıcık bize benze. Hem siparişler yoğunlaştı."
Memleketimde iş bulmak zordu. Geçinmek, tahsil görmek, mal mülk edinmek kolay şeyler değildi. Traktör ya da bir Patpat alabilen kimseler ağa kabilinden kıymet görürdü ahaliden. Beni buralara gelmeye razı eden de bu vaziyetti ya zaten. Hem Mehmet gelmem için pek bir ısrar etmişti. "Bizim oralarda para kazanmak kolay, yeter ki çalışacak adam olsun." Mehmet'ten ses çıkana değin oyalanırım düşüncesi ile bu vazifeyi de kabul ederek üzerimi değiştirdiğimde kavruk adam ve diğer çalışanların bana bakarak eğlendiklerini fark ettim. Tenimin beyazlığıyla onlara benzemiyor olmam komik geliyordu belli ki. Kavruk adam gülmesi bitince yanıma yanaşarak işin inceliklerini anlatmaya koyuldu.
"Şezlong on beş, şemsiye on, duş beş lira... Yiyecek, içecek isteyenlere adisyon açacak fiyatına karışmayacaksın. Kadına, kıza gözün ilişmeyecek ki işin uzun ömürlü olsun. Düzene, nizama gelecek olursak; patron İstanbul'da durduğundan işleri dayıoğlu Sezai'ye emanettir. Hovardanın biridir Sezai. Ne içkisi biter ne vukuatı. Günlük hesap görmeye gelir o kadar. Anlayacağın hepimiz işçiyiz burada, mal sahibi değiliz. Akşama kadar satılan şezlongların, şemsiyelerin dörtte üçü geçer resmi kayıtlara. Dört de bir pay çalışanın hakkıdır. Biz buna ‘Ördek’ deriz ve bunu yalnızca biz biliriz. Maaş yerine bu dört de bir ile mi ödenir çalışanın hakkı?" "Maaş ayrıdır. Asgari ücret alır buradaki herkes ama sigorta beklemeyeceksin. Bahşişi boldur zaten. Ördek üleşilirken kıdem esastır. Sözgelimi ben on sekiz yazdır burada çalışırım. Aslan payı bana düşer haliyle. Ama ördek az çok herkesi tatmin eder, merak etme."
Yarım saat önce cüzdanıma el sürmediği için, "Hırsız değiliz çok şükür," diyen adam alelade bir şeymiş gibi patronunu yıllarca nasıl dolandırdığını anlatıyor ve artık bunu hırsızlık olarak görmüyordu. Emeğimin hakkını bir kahvaltıyla ödeyen ancak boğazına kadar battığı boktan zerrece haberi olmayan bu adama duyduğum yakınlık için kendime kızıyor bir an önce gitmek istiyordum ki "Ee ne diyorsun?" dedi. "Sanki bütün yaz burada çalışacakmışım gibi anlatırsın mahremini lakin Mehmetlerin markette çalışmaya geldim ben." "O vakit sana kötü bir haberim var." dedi kavruk adam, "Mehmet'ler beldeyi terk etti. Bakma yazın nüfusun on misline çıktığına, burası küçük yerdir. Senin Bakkal Erol, Balıkçı Müfit'in karısı Müzeyyen'le gizliden buluşurmuş nicedir. Aralarındaki münasebet ayyuka çıkınca ikisi bir olup kaçmışlar geçen hafta. Müfit boğa gibi öfkeli haliyle. Ant olsun ben de onun karısına aynını edeceğim deyip dururmuş her yerde. Bunun üzerine Mehmet anasını da alıp kaybolmuş ortalıktan."
Evli bir adamla evli bir kadın kaçıyorlardı ve Mehmet'le anasının hayatı bir anda mahvoluyordu öyle mi? Ne garip iş. Mayın tarlasına girenlerin yerine dışarıdakilerin patlaması ne kadar da aptalca. Ya bana ne demeli. Ben bu olayın neresindeydim ki şuracıkta kalakalmıştım bir başıma. "Velhasıl," dedi kavruk adam, "Senin Mehmet'in telefonu açılmaz bir süre. Şimdi söyle hadi 'Gökyüzü Kafe'de' çalışacak mısın bizimle?" Kavurucu güneş yakmaya başlamıştı bile, omuzlarım acıyordu. Alnımdan akan terler yanaklarıma, göğsüme damlarken içimden kalınca bir ses, "Başka çaren mi var?" diye celalleniyor, cılız bir ses, "Dön köyüne," diyordu. Aniden ve istemsizce "Yatacak yer?" demiş bulununca,"Kolay," dedi, "Çocuklara söyleriz Teneke'ye bir yatak ilave ederler."
***
Çalıştığım ilk günün sonunda kendimi öylesine yorgun hissediyordum ki benim için hazırlandığı söylenen yatağa ulaşamadan şezlongların birinde uyuyabilirdim. Parmak arası denen o terlik ayaklarımı yara etmiş ve güneşe alışık olmayan tenim tokat yemiş gibi acıtan bir kızarıklık kazanmıştı. Günün sonunda yatağımdaydım.
Çalışanlar için koğuş sistemini andıran bir oda tahsis edilmişti ve her şeye bir isim verdikleri gibi buraya da "Teneke" demişlerdi. Konteynırı andıran tek katlı, beyaz zeminli, tek pencereli ve tamamen uyumak için kurgulanmış Teneke'de sekiz demir yatak, bir ayakyolu, bir banyo bulunuyordu. Kavruk adamın bir evi olduğundan o burada kalmazdı. Ayrıca dört kadın çalışan da buranın yerlisi olduklarından aileleriyle kalıyordu. Sekiz çalışandan pencereye en yakını Gökyüzü'nde görece en eski olan Aşır'dı. Hemen yanında kardeşi Beşir yer alıyordu. Teneke'de dokuz yaz geçirdiklerinden ve "Ördeğin" dağıtımındaki inisiyatif kavruk adam tarafından kendilerine verildiğinden ululuk taslamaktan geri durmuyorlardı. Her konuda onların sözü dinlenmekte istekleri emir addedilmekteydi.
Askerden yeni gelmiş ve "Devrecilik" çukurunu dibine kadar yaşamış olduğumdan yabancısı olmadığım bu anlayıştan bir kez daha kaçmak istiyordum. Bu koğuş sisteminde yatak sırası tamamen kıdeme göreydi ve Teneke'nin nizamı ile lavaboların temizliği tamamen son dörde en çok da bana bakıyordu. Aşır ve Beşir'in canının çektiği bir şey olursa Gökyüzü'nün mutfağında hazırlanıp ayaklarına getirilirken memleketlerindeki bataktan sonra kurdukları küçük krallıkta hüküm sürmeye bayılıyorlardı.
İkinci günün akşamında bitişik yatağımda yatan Mesut "Bugün on ikiye kadar Teneke'ye girilmeyecekmiş haberin olsun," demişti. Kavruk adamın kadına kıza gözün ilişmesin ki işin uzun ömürlü olsun ikazının büyük bir palavra olduğunu öğrendiğim o akşam Teneke'de Aşır'a kendini teslim etmiş turist bir kızın inlemeleri yankılanıyordu.
Sezon dedikleri dört ay boyunca çalıştım kavruk adamın hizmetinde. Ceplerim para dolmuştu ama ben kimdim artık? Terlikler ayaklarımı yara etmiyordu mesela, güneş tenimi acıtmıyordu. Bedenim onlar gibi kavruktu ve köyüme dönene kadar kimsecikler gülemezdi. İri göbekli kır bıyıklı adam gibi sabahın köründe bira içiyor ve yediğim "Ördekleri" kolaylıkla hazmediyorum. İlk başlarda bunun vicdanımda açtığı yara kısa zamanda kabuk bağlamıştı.
Öyle ya artık ben de "Ördek" çalışanın hakkı diyordum, alnının teri…
Neden sonra bilmem kısa ve kesik cevaplar vermiyordum insanlara. Uzun diyaloglara giriyor onların güvenini kazanmak için türlü hikâyeler anlatıyordum. İhtimaldir ki köyüme döndüğümde insanlar anneme, "Bu işin bana iyi geldiğini hem para kazandığımı hem de açıldığımı," söyleyecekti. Pek yaman bir çelişki olduğunu kimsecikler bilmeyecekti ama "Makbul insan" olacaktım sonunda.
Teneke'yi on ikiye kadar kapatamasam da sırf bu gevezeliğimle kandırdığım gencecik turist kızlar hatta kocasıyla mutsuz kadınlar uğramıştı yatağıma. Mehmet'in babasını kınayıp yaptığı şeye lanet okurken ben ne etmiştim böyle? Seneye tekrar gelmek için duyduğum o kuvvetli isteği bastırabilecek bir insanlık belirtisi kalmış mıydı içimde? Bugüne kadar büyük yokluklar çekse de kursağından haram lokma geçirmemiş anacığıma bu haksız paraları nasıl götürecek, "Benim aslan oğlum!" diye seslendiğinde haysiyetsiz adamın teki olduğumu nasıl gizleyecektim.
Gökyüzünün altındaki başka bir Gökyüzü'nde bütün masumiyetimi yitirmiştim. Sahi kimdim ben artık?
İsmail Saklak
Commentaires