top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Levent Berkay Aydoğan- Koku

Üzerimde, evet! Üzerimde, haftalardır kurtulamadığım. Bir hissizlik hissi mi desem bilmiyordum. Menem bir işti. Güçten düşmüştüm. Göz çukurumda bir iğne, yukarıya, kaş diplerime bata çıka bata çıka, gün boyu canımı yaktı. Başıma saplanan bir kokuydu bu. Bir korkuydu. Korku muydu? Korkuyordum, evet. Ama beni sıkıştıran, daraltan, tehdit eden beni, işte o şey, Birol’dan üzerime sinen ekşi bir kokuydu. Bütün bir ay onun yüzünden saklandım. Köşe bucak kaçtım kendimden. Sokakta, karanlıkta, sokak lambalarının altında sızlanıp durmam onun yüzündendi. Kahvehaneden Hasan’la buluşmayı türlü bahanelerle ertelememin sebebi de oydu, biliyorum. Tek başıma kalmıştım, tek göz oda bir evin, bir zamanlar Birol’la birlikte çalıştığım dükkânın ve karanlık sokakların tekinsizliği üçlüsünde uzun süredir mekik dokuyordum.

Apartman kapısının önündeydim. Binanın küf tutmuş tavanına bakınıyor, çürük duvarın rutubetini içime çekiyordum. Cebimdeki şu bir tomar para bir türlü huzur vermiyordu bana. Oysa aylar öncesinde, maddi sıkıntılarımın tek bir gecede biteceğine kimse inandıramazdı beni ve kimse de inanmazdı, böylesine köhne bir evin, hırpani sahibin bir tomar parası olacağına. Tabii ya. Sormazlar mıydı adama? Gökten düşecek hali yoktu bunca paranın. İnsan böylesi bir durumda neden endişelenmesin? Neden hırpalamasın kendini? Birinin gelip beni sorguya çekmesinden, sakladıklarımı teker teker ortaya çıkarmasından adamakıllı korkuyordum. Bir yandan da istiyordum bunu. İtiraf etmek istiyordum. Bir eşiğe varmıştım. Ya hep ya hiç! Bir doktorun titizliğiyle eğilmiştim üstüme ve içimde bir şeyi eşeleyip durmuştum, pis bir koku çıkmıştı oradan. Koku! Koku! Evet. Bu gece kurtulacağım ondan. Gerekirse, vicdanı sızlayan her insan gibi, içimdekileri dökeceğim bir bir.

Kapüşonu başıma geçirip dışarı çıktım. Sarı ışıklı sokak lambalarıyla yarı aydınlık sokaklar önüme serildi. Tüm oyuklar su içindeydi, ayaklarımın altındaki Arnavut kaldırımlar, ıslak, hışırtılı bir ses çıkarıyor, kaldırımı işgal etmiş tekir kediler, karanlık kuytularda koşturuyordu. Her gece aynı güzergâhtı. Üzerinde tek tük arabaların geçtiği, dükkân kepenklerinin birbiri ardına kapandığı tenha yollardan, önce büyük bir caddeye vardım. Caminin yanındaki köşeden döndüm, sahile çıkan yola ilerledim. Ahşap evlerin, mahalle fırının, hırdavatçının, hediyelik eşyalar satan bir milyoncunun, iki-üç dükkânlı iş hanının ve direğin birine zincirlenmiş seyyar simit arabasının ardından metruk bir köşke, sonra da geniş bir caddeye vardım. Yürümeye devam etmeliydim, koku peşimdeydi, biliyordum, ama yavaşlamıştım. Nedense utanarak, sıkıla sıkıla geçebilmiştim caddeden. Her iş boğazıma takılıyordu bu aralar. Sokaklarda böyle başıboş dolanarak sahip olduğum bu özgürlük, bir tür fazlalık ve haksızlık gibi geliyordu. Koku, evet, o getiriyordu bu hissi. Soğuk nefesiyle her gece gelip yapışıyordu yakama. Asfaltı, çeliği, metali, betonu, tüm bir mahalleyi kaplıyor, bağırıp çağırıyor, korkunç sesler çıkararak kulaklarımda çınlıyordu.

Dörtnala koşturduğum caddede, ikide bir ardıma bakınıp onu kontrol ediyordum. Kokuyla aramızdaki mesafe açılınca dükkân tentelerinin arasında kendime sığınacak bir yer aradım. Üstüm feci ıslaktı. Yağmur görmez bir aralığa tahta tabure koymuşlardı. Başıma saplanan ağrı, sigarasızlıktan mıydı? Biliyordum, değildi. Açlıktandı belki. Susuzluktandı. Hem stresliydim de. İleride, az önce gözüme kestirdiğim tahta tabureye oturup cebimdeki paketi çıkarttım, içindeki son dalı yaktım, kartonu fırlattım. Ceplerim doluydu. Kabanımın sağ cebinde bir tomar para vardı. Diğerine, yokladım onu, beceriksizce yerleştirdiğim siyah, kutu büyüklüğünde bir poşet. Poşetin içinde bir kış parfümü. Geçen hafta, belki koku da hafif, yağsız lekeler gibi yıkanmayla geçebilir bir şeydir, diye düşünmüştüm. Kaçınılabilir, bastırılarak ötelenebilir yahut azimli bir çaba ve titiz bir çalışmayla ortadan kaldırılabilirdi.

Parfümü Hasan getirmişti. Esansın keskinliği önemliydi. Baharatlı, acı bir koku yaymalı ve içeriği benzerlerinden on kat daha güçlü olmalıydı. Mahallenin çınar altı kahvehanesinde, batak oynayan adamların karga sesleri arasında onu zar zor bulmuştum. Zemin katta, mutfağı odadan ayıran paravanın hemen yanındaki masada elindeki desteyi karıyordu. Yine çapraz sorgulamaya girişecek bir ifade vardı yüzünde, kara saçları dağınıktı, yanağının altında, çocukluktan kalma yara her zamanki gibi kıvrılıp ona korkunç bir ifade vermişti. Etrafta çekine çekine gezinen bakışlarım, yüzünün ne şekle büründüğünü kavrayamayacak kadar hızlıydılar. Aslında buluşmak istemiyordum, kış parfümünü alıp gidecektim, ısrar ederse beklemesini söyleyecek, kararlaştırdığımız bir gecede her şeyi açıklayacağımı ima edecektim.

Paravanın yanındaki masadan bana bakınca başım bir ton ağırlaştı, bir vinçle çekercesine ayaklarımı sürükledim. Yanındaki sandalyeye oturdum.

“Bu ne hal lan?” dedi. Gözlerimi eğdim, bakışlarımı masanın yeşil örtüsüne tutturdum. Bir daha da kaldırabileceğimi, bu yeşil sıkıntıdan kurtulabileceğimi sanmıyordum.

“Oğlum,” dedi Hasan. Üç nokta koyup bir şeyler bekledi sanki benden. Sonra aynı soruyu sordu. “Bu ne hal lan?”

“Yok bir şey.”

“Birol’la mı alakalı lan yoksa?”

“Yok” dedim, “Birol mu? Neden Birol dedin ki şimdi?”

“Hiç... Neden olmasın? Mahkeme gününden beri kayıpsın, karanlık bir halin var. Ortalıkta ruh gibi geziniyorsun. Hem bekle biraz. Dur, tamam, demedim bir şey. Ayaklanır gibi olma lütfen. Sonra... Ne diye gözlerini öyle pörtletiyorsun?”

“Parfüm” dedim. “Parfümü alayım.” Ağzımdan çıkan kelimelerin köşeleri öyle keskindi ki Hasan afallamış bir halde bana bakındı. Dudakları sessizce hareket etti. Önce tereddütte kaldı. Israrlı bakışlarımı görünce uzunca iç çekti, elindeki siyah poşeti isteksizce avcumun içine bıraktı.

“Anlatacağım,” dedim. “Haftaya beni bekle, gece sana geleceğim. Belki.”

Kolumdan tutup çekti. Oysa ayaklanmama engel olamadı. Son bir kez daha göz göze geldik. Sonra alelacele çıkıp gittim kahvehaneden.

Biliyorum, içimde başka bir ses, Hasan’la buluştuğum için bağırıp çağırıyordu bana. Haklı gibi görünüyordu ancak pek de haklı sayılmazdı. Parfümden, sokağın birinde rasgeldiğimizde bahsetmişti Hasan, alelade bir sohbetin üzerine açılmıştı konu, üstüme sinen kötü bir kokuyu bahane etmiştim ama kokunun gerçek boyutundan söz açmamış, Birol’un mahkemesiyle bağlantısından bahsetmemiştim. Aksi halde yakayı ele verecektim. En iyi seçenek parfümü gidip herhangi bir dükkândan almamdı. İsmini, cismini sormadım mı? Sordum. Ancak Hasan ısrar etti, özel esansından bahsetti ve sadece kendisinin, tanıdık bir aktardan tedarik edebileceği konusunda, türlü kelime oyunları yaparak beni ikna etti.

Şimdi, bu gece, ellerim kabanımın üstünde, bütün bir hafta boyunca üzerime boca ettiğim, oysa hiçbir işe yaramayan parfüm şişesinin üzerinde parmak uçlarımı gezdiriyordum. Dükkân tentelerinin altında, az önce yaktığım sigara rüzgârın da etkisiyle üç nefeste bitivermişti. İzmariti çamurlu botlarımın altında ezdim. Bu işe son vermenin zamanı çoktan gelip geçti, diye düşündüm. Ellerimi kabanımın sıcaklığına soktum, avuç büyüklüğünde siyah poşeti çıkardım, şişeyi bir hınç iki adım ötemde duran çöp konteynırına fırlattım. Diğer cebimden de tomar parayı yakaladım, şişenin ardından onu da yuvarladım tenekeye.

Ayaklanacak, yüz geri edip dört yol ağzına ilerleyecektim. Geçmem gereken caddenin üzerinde Birolların evi vardı, annesi babası hâlâ oradaydı. Belki bu saatte, pencerelerinden tenha yollara bakınıp Birol’u anıyor, yaşananlara bir anlam vermeye çalışıyorlardı. Oğullarından bir işaret, gizli bir haber bekliyorlardı. Sonra onun yerine beni buluyorlardı. Belki zihinlerinde, olması gerektiği gibi, Birol’la ben yer değiştiriyordum ve benim yerime, sokaklarda canlı ve diri dolanan Birol oluyordu.

Gideceğim yere, küçük bir daire çizerek, Birol’un aile apartmanına uğramadan da varılabilirdi. İndiğim yokuşu tırmanıp simit arabasının, iş hanının, bir milyoncunun yanından bir daha geçtim, mahalle fırını yukarıdaydı ve yarı kapalı kepenginin aralığından sıcak sarı ışıklar yayılıyordu. Son saatleriydi onların, benim de sokaklarda dolaşabileceğim son saatlerimdi. Hırdavatçıya varmadan sola dönmem gerekiyordu. Bu yan yol beni istediğim yere ulaştıracaktı. İleride, sağlı sollu dizilmiş evlerin pencereleri bir bir karardı. Şehir uyumaya hazırlandı. Dar sokak boyunca yel gibi adımlarla yürüdüm, ayaklarım üç katlı, eski bir apartmanın önünde durdu. İkinci katın ışığı yanıyordu hâlâ, demek ki ayaktaydı, kararlaştırdığımız saati bağlılıkla beklemişti. Derin bir nefes aldım. Dış kapıyı açıp içeri girdim, eşikte tereddütte düştüm, bir süre bekledim, ancak sonra ağır adımlarla merdivenleri çıkarak ikinci kata ulaştım. Kapının pirinç tokmağına dokunmamla bir ses duyuldu, anahtar deliğinde iki kez döndü ve karşımda Hasan’ın kararmış suratı belirdi. Bir elini pervaza dayamış, beni kor gibi gözlerle süzüyordu.

Soluklanmama dahi müsaade etmeden, “neredesin oğlum sen?” dedi, “Sırılsıklam olmuşsun.”

Botlarımı paspasın üstüne çıkarıp üstümü başımı silkeledim. İçeri sıvıştım. Hasan önce kenara çekildi, sonra adımlarını hızlandırıp koridorun ucunda kayboldu, bense montumu portmantoya bırakıp oturma odasına yürüdüm. Seslendi. “Gazı açtım, ısınır birazdan”

Koridorun ucunda, hemen ardımda yeniden belirdi. Başımı sallayıp tebessüm etmeye çalıştım. “Oturabilir miyim?”

“Ne diyon lan, otur tabii.”

“Üstüm ıslak biraz.”

“Geç, geç” dedi Hasan, eliyle itekledi ve televizyonun karşısına, kendini kanepeye bıraktı. Ben de yanına sıvıştım. Bir sigara yaktı. Önüne çektiği yarısı boş bardakta su, radyoaktif bir maddeyi andırıyordu. Bir yandan televizyona, bir yandan bana bakıyordu. Sık sık dudaklarına götürdüğü sigaradan uzun bir nefes çekiyor, nefesi tavana üflüyor, duman sicim gibi yukarı uzuyordu.

“Eeee?” dedi. “Ne iş?”

Boğazımı temizledim. Sonra boğazımı, sanki önceden temizlememişim gibi, bir daha temizledim. Hasan, gözlerini, hiçbir yere sığdıramadığım misafir ellerime dikmişti. “Konuş bakalım”

“Birol,” dedim. “Birol’un mahkemesi canımı sıkıyor.”

“Birol, evet. Hayırlısı olsun. İnşallah, yoluna girecek her şey.”

“Âmin” diye yanıtladım. “Âmin tabii. Gerçi düşünüyorum kaç gündür. Üzerine atılan suçlamayı ona hiç yakıştıramıyorum.”

“Tabii ya. Yazık etti çocuk kendine.”

Bir süre birbirimize bakındık, sessizce oturduk. Sigara istedim, çıkarıp verdi. Onunla beraber ben de dumanlanmaya başladım. Bir kaşı yukarı yaylandı Hasan’ın. “Eee?”

“Bu kadar.”

“Ne bu kadar?”

“Yani, bu kadar dediğim... Anlaşamayacağız sanırım.”

Hasan, çocukluktan kalma yarasıyla oynayarak sordu. “Ne konuda anlaşamayacağız?”

“Çoğu konuda…” dedim. “Birol’un suç işleyeceğine inanmıyorum, misal. O saf ve iyi bir adamdı. Belki bir yanlış anlaşılma oldu. İnsan her suçu isteyerek işlemiyor ki. Bazıları canavarca bir hisle yapıyor bu işi. Pişman oluyor? Olmuyor mu? Mutlaka. Bazılarıysa hiç istemeden, kazara suç işliyor. İşte o vakit kahrolası bir vicdan azabı musallat oluyor adamın başına, o ayrı. Anlıyor musun? Kahrolası bir vicdan azabı. Hem başkaca şeyler de var. Birol’un bir anda ortalıktan kaybolmasına gelince, herkes bir an ortalıktan kaybolmak istemez mi zaten?”

“Üzerinde bu kadar suçlama varken mi? Saçmalama.”

“Evet, orası doğru. İnsan suçlamaları göğüslemeli, kaçarsa şüpheleri üzerine daha çok çeker. Ama ya bu kadar suçlama yüzünden, yani bu denli bir baskıda, kaçmasının asıl nedeni buysa? Mesela, diyorum. Korkmuş olabilir. Çekinmiş olabilir. Belki zarar görmüştür.”

“Zarar mı? Dolandırmasana kardeşim! Laf dolanıp duruyor.”

“Yani… Yaralanma diyelim. Birinden korkmuşsa?”

Hasan üzerindeki siyah geceliğin yenlerini ısırmaya yeltendi, vazgeçti. Parmağının ucundaki sigarasından son nefesini çekti, izmariti bardağın içine bıraktı. “Ben haklı olduğumu bilsem saklanmazdım,” dedi. “Ortada bir avuç para eksik. Hem… Bu yaralanma ne iş? Ne yaralanması, yaralandın mı yoksa?”

“Mesele o değil”

“Peki?”

“Mesele...” dedim doğrularak. “Konuşacağım, ama korkuyorum. “

“Kimden, benden mi?”

“Ne, ben mi?”

“Aylardır arayıp sormuyorsun ve şimdi de korktuğunu söylüyorsun,” diye açıkladı.

“Evet,” diyebildim. “Korkuyorum, tabii korkuyorum.”

“Neden?” diye sordu.

Söyleyeceklerim bir yumrunun çengeline takılıp, ağzımdan dışarı sarkar gibi oluyor ve sonra mideme geri kaçıyordu. Şimdi ona yalvarmak istiyordum, beni anlaması için ayaklarına kapanasım vardı. Oysa olanlardan habersiz adam, saf saf bana bakıyordu. O baktıkça, bir titreme içimden gelip geçiyordu. Her şeyi açık seçik konuşmaktan başkaca bir seçenek kalmıyordu. Evet, iğreniyordum. Her şeyden iğreniyordum! Özellikle de üzerime sinmiş şu kokudan! Şu Allah’ın bin belası kokudan! Hem göz çukurumdaki iğne, bata çıka bata çıka, yine canımı yakıyordu. Başıma saplanan ağrı içimi daraltıyordu. Koku burnumun dibindeydi ve ne musibet şeyse, ilk günkü kadar güçlüydü. Karnımı, yarılıp dışarı fırlayan bağırsaklarımı avuçlarmışçasına tuttum, ovaladım, iki büklüm kanepeye uzandım.

Hasan sırtımı sıvazladı. “İyi misin?” diye sordu.

“Değilim! Değilim tabii ki.”

“Ne?”

“Koku” dedim. “Koku, ulan, Koku!”

Hasan yine anlamadı. Heyecandan sesi çatladı. “Nasıl?” diye sordu. Ayağa kalktı telaşla. Mutfağa gittiğini, burun kanatlarını oynata oynata evin içinde dolandığını fark ettim. Dönüp dolaşıp tekrardan yanıma geldi. Herhangi bir koku alamadığını, her şeyin normal olduğunu söyledi. Kolonya getirdi, yüzüme tutmaya çalıştı. Sinirle ittim kolonyayı.

“Hayır. Üzerimde, diyorum. Biliyorsun. Söyledim sana.”

Kolonyayı geri çekip, “parfüm işe yaramadı mı?” diye sordu. “Esansı daha güçlü olanı da va…”

“Ne parfümü lanet herif” diye bağırdım. İrkilip geriledi, ayakları birbirine dolanıverdi.

“Birol’un kokusu bu. Birol’un, üzerime sinmiş ölü kokusu!”


Levent Berkay Aydoğan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page