Ellerimi başımın altına koymuş, tavandaki lekelere bakıyorum. Kimi bir baykuş, kimi tıslayan bir yılan. Bulutlar, ağaçlar ve içlerinden başlarını uzatmış ejderhalar. Birinin bittiği yerde diğeri başlıyor. Gözlerim yorulunca uykuya dalıyorum. Annem, “Can oğlum?” diye parmaklarını dolaştırıyor saçlarımın arasında, “İnleyip durdun yine.” Gözlerinden yaşlar süzülüyor. Elini iterek uzaklaştırıyorum. “İyiyim,” diyorum kendime bile yabancı gelen bir sesle. Tırnağımın kenarını ısırıyorum. Odadaki dağınıklığı toplamak için davranıyor annem. Sert çıkıyorum bu defa. “Karışma!” Omuzları düşüyor, başörtüsünün kenarıyla siliyor gözlerini. Kapıyı usulca açıp dışarı süzülüyor, hüzünlü gözlerinin izi kalıyor üzerimde. Ayaklarımın arasındaki buruşmuş yorganı itiyorum. Yerlere saçılmış kitapların üstüne düşüyor, bense düşüncelere.
***
Hocamız, “İnsanı insan yapan özellik beyni değildir,” demişti, “Evet, biz hep anatomik yapılarını anlatıyoruz ancak insanın esas mayası merhamettir, unutmayın.” Arkadaşlar arasında bu konu üzerine tartışırken sınıfın kapısı gıcırdayarak açılmış, başını uzatmıştın. İsmini sormuştu öğretmenimiz, “Dünya Durmaz,” diye yanıtlamıştın. Ben hariç tüm sınıf kıkırdamıştı, aldırmıyorum gibilerinden omuz silkmiştin. Öğretmenin gösterdiği yere hiç bakmadan yanıma usulca oturup defterini açmıştın. Sanki yıllardır tanışıyor, aynı sırayı paylaşıyor gibi. “Yeni taşındık, ilk hafta onun için gelemedim,” diye fısıldamıştın. Öğretmen, “Yazdıklarımı not alın!” dediğinde bile gözümü alamamıştım senden. Kumral saçlarını zarif ellerinle sol omuzuna yığıp, “Kalemim yok!” diyerek göz kırpmıştın. Umut dolu tohumlar saçılmıştı yüreğime. Yanımdaki tek kalemi sana uzatmıştım. “Fuat, ismim Fuat.” Deftere bir şey yazmadığım için öğretmen beni azarlamasa, muzip gülüşünle yüzüm kızarmasa belki o tohumlar çürürdü düştüğü yerde. Oysa o günden sonra hep yanımda oturmayı tercih edişin günbegün sulamıştı onları.
Sınıfta dersler dışında bir Dünya’m vardı artık. Okula gelmek başlı başına mutluluktu. Ders araları seni takip eden gözlere aldırış etmeden koluma girip kantine sürüklüyordun beni. Beş dakikalık zamanlara sığdırmak istiyordun merak ettiklerini. Öğretmenlerin ders yöntemlerini, sınavdaki soruları nasıl hazırladıklarını, verdikleri cezaları, takdir ettikleri öğrencileri… Cevabımı tam dinlemeden başka soruya atlıyordun. Çayım elimde soğuyordu, acele ile tüketmeye çalışıyordun bu kısa anları. Teneffüsün bitiş zili sabırsızca çaldığında yürürken devam ediyordun. İçten içe gülüyordum bu hâline. Bazen garip bir hevesle soruyordun:
“Sınıfta âşık olanlar var mı, şöyle sevdalananlar falan?”
Gözlerim kocaman açılıyordu.
“Bilmiyorum ki.”
Dediğime inanmıyordun, “Hadi hadi vardır bildiğin, saklama benden,” diye sıkıştırıyordun.
Bir gün, kantin dönüşünde önümüzde yürüyen kızları gösterdin.
“Sence hangisi güzel?”
Yüzüne bakıp başımı önüme eğmekle yetindim. Sen güzelsin Dünya. Sınıftaki tüm kızların saçlarını senin saç modeline benzetmeleri, dudak parlatıcından getirmeleri için okulun karşısındaki kırtasiyeciye yalvarmaları, tokanı nereden aldığını sormaları hiç umurumda değil. Sen çok güzelsin Dünya. Tavşan burnunun yanında minicik siyah bir ben var. Hep şikâyet ediyorsun ondan. “On sekiz yaşıma girdiğimde ameliyat ettirip aldıracağım, babam söz verdi,” diyorsun. O benin sana ne kadar yakıştığını bilmiyorsun. Güzelsin Dünya, büyük görünüyor dediğin kulaklarını saçının altına saklamasan, yüzündeki çilleri pudra ile kapatmasan da güzelsin. O çillerin masumiyetinin taneleri olduğunu bilmesen de. Sana binlerce cümle kurabilirim güzel olduğunu ispatlamak için ancak gözlerimin delile ihtiyacı yok, sen güzelsin Dünya.
Siyah beyaz bir film gibiydim yanında, koyu kahve dalgalı saçlarımı hep yana tarıyor, gömlekte hep mavi ve beyazı, pantolonda ise gri ve siyahı tercih ediyordum. Bu halime gülüyordun. “Kuzum neden pembe ve mor gömleğin yok?” Yanaklarımı hava ile şişirip kalın kaşlarımı kaşıyordum. Sen renkliydin Dünya, gözlerinin önüne düşen saç tutamını mora boyatmanda, tırnağına pembe oje sürünce hocalar görmesin diye avuç içine saklamanda değil güzelliğin. Belki güzelliğin, biz derste Sait Faik’in Son Kuşları ürküp uçmasın diye nefesimizi tutmuşken, sıranın altında saklayarak okuduğun Harry Potter’ın büyüsüne kapılıp küfrünü yere çalmanda, belki de Nazım’ın Piraye’ye yazdığı şiirleri defterimizin ilk sayfasına yazarken, sen parmağınla Cakal’dan “İmdat, imdat, yok mu kafamızı yakalayacak? Arabayı valeden aldıracak” ritmini tutturmanda.
Biliyor musun, yağmur sonrası su üzerinde beliren ebemkuşağı gibi hep parlıyordun. Ben ise beyhude koşuyordum varırım diye. Senin âleminde gezinmek, derste yeni konuya geçmekten daha çekiciydi. Annene nasıl naz yaptığını, babanın senin için dünyayı ayaklarına serebileceğini ve seni rahat büyütmek için başka kardeş yapmadıklarını gururla anlatıyordun. Benden önce ölen kardeşlerim yaşasaydı dört kardeş olacaktık, diyemedim. Aramızda ortak bir nokta oluşmasının sevinciyle, “Ben de evin tek çocuğuyum,” dedim. “Onun için iyi anlaşıyoruz,” sözünü senin dilinden döküldüğü şekliyle gece yatarken dua gibi tekrarladım.
Kapımızı çalıp ders çalışmaya geldiğin gün ne çok şaşırmıştım. Her gün geliyormuş gibi rahatlıkla dalmıştın şu karanlığa gömülen odama. “Sınav yaklaştı ya, ders notlarını beraber kontrol ederiz hem,” demiştin. Dilimin ucuna gelen, “Hiç mi not almadın?” sorusunu yutmuştum boş defterini görünce. Ara sınavlardan sonra gideceğin tatilin sevincini uzun uzun anlatmıştın, ben de tüm notları kendi elimle yazmıştım defterine. Soru çıkabilecek yerleri de fosforlu kalem ile işaretlemiştim. Kapıya kadar eşlik etmiştim sana. “İngilizce ödevi için vaktim olmayacak, nasıl okuyacağım koca kitabı?” diye sızlanmıştın, sen tatile gitmeden uykusuz kalarak okuyup özetini çıkararak sana yetiştireceğimi bilmeden. Sarılıp teşekkür etmiştin, sanki dışarıda üşüyen bir kuş yuva yapmıştı kalbime. Öyle, sıcacık işte.
Notlar açıklanınca sınıftaki arkadaşlarım beni ortalarına alıp, “Oğlum kendine gel, Dünya için geleceğini mahvediyorsun,” demişlerdi. Daha iyi olduğumu görmüyorlar mıydı? Eve gidince derslere bakılırdı ama okulda iken seninle vakit geçirmek daha önemli değil miydi? Ah, onlar da bunu isterdi elbette. Kıskanıyorlardı demek. Ancak öğretmenler de onların benzeri nasihatler veriyorlardı. Anlamıyordum. Evet, geçen yıla göre notlarım düşüyordu ama ben senin gözünde yükseliyordum.
Son günlerde kantine çağırmıyordun beni. “Sen inebilirsin, lavaboya gitmem gerekiyor,” diyordun. Dönüşte seni son sınıf öğrencileri ile şakalaşırken görüyordum. Lenslerden olacak, bana bir garip bakıyordun. Sormak istediğim her soruyu yarıda kesiyor, sırada otururken araya çantanı koyuyor, seninle konuşmak istediğim her mekândan usulca sıyrılıyordun. Cebimde taşıdığım hediyeyi sana nasıl versem diye düşünüyordum. Oysa fırsat vermiyordun açılmama.
O gün, “Cüzdanımı unutmuşum,” diye sınıfa döndüğünde sadece ben vardım yanında. Tam zamanıydı. Üzerinde minik bir fiyonk olan mavi kutuyu ellerim titreyerek uzatmıştım sana. Bakışların kaymıştı, bu ne, dercesine. Ama merakın üstün gelmişti, paketi açıp, “Kalp mi bunlar, kanka?” demiştin. “Şey,” demiştim, “şey.” Tıkmıştın lafı ağzıma. “Saçmalama!” Yüreğimdeki kuş yuvasında çırpınıp durmuştu. Omuzumu iterek sınır çizmiştin. “İki konuştuk diye âşık mı sandın be.” Öylece çekip gitmiştin. Panoya asılı İngilizce notları ilişmişti gözüme. Listenin üstlerine yerleşmiş ismin, en alt satırlara inmiş ismime bakmıyordu bile. Hangisi acıtmıştı canımı; arkana bakmadan sınıftan çıkışın mı, en düşük notlardan birini alışım mı? Tebeşir tozundan kaşınan burnumu uzun uzun çekmiştim içime. Sınıfın sessizliğinde pencereden dışarı bakmıştım. Siyah bulutlar toplanmıştı gökyüzünde. Teneffüs zili çalmadan önce elimde sıktığım iç içe geçmiş kalpli kolye ucu ikiye ayrılıp yere düşmüştü. Zincirleri de tırnağıma bata bata on parçaya…
***
Yastığı alıp aynaya fırlatıyorum. “Geber! Ne yaptım sana, ne yaptım?” Odanın içinde sağa sola tekmeler savuruyorum. Neden sana orada cevap vermedim? Neden kutuyu çöpe atıp senden önce sınıftan çıkmadım? Dişimin arasında çiğniyorum, “Ben de bunu senin yanına bırakırsam,” cümlesini. Üç gündür üzerimden çıkarmadığım kırışık pantolonumun üstüne bir tişört geçiriyorum. Kapıyı hınçla çarpıyorum. Annemin sesi yankılanıyor merdiven boşluğunda. “Akşam akşam nereye yavrum? Üzerine ceketini alsaydın bari.”
Sokak lambasının zayıf ışığındayım. Yerden bulacağım taşlarla evinizin camlarını indirmeye hazırım. O dehşetle uyanıp hıçkırarak ağlamanı istiyorum. Canım yandığı kadar canını yakmak içimi rahatlatır ancak. Ayağıma takılan karartıda gözüm. Avucumu dolduran kömür parçasını elimde zıplatarak tartıyorum. İnce bir ışık sızan büyük cam hedefimde. İçimde başını kaldıran küçük bir tereddüt. Ya orada uyuya kalmışsan. Yüzüne sıçrama ihtimali olan cam parçalarını düşününce, mengene arasında kalmış gibi sıkışıyor yüreğim, camlar düştüğünde patlamasından korkuyorum. Senin odan olabilir mi? Gecenin her santimine dokunan ayaz, elini bana da atıp bedenimi buza kesiyor, kollarım ve bacaklarım beni dinlemiyor. Titriyorum. Sokak mı salınıyor yoksa ben mi? Gecenin içinde uluyan köpek sesleri içimdeki çığlıkların aksi gibi göğe yükseliyor. Seni aklayacak bir bahane arıyorum. Parmaklarımı siyaha boyayan kömür parçası kof olabilir. Bu ihtimale sıkıca tutunuyorum. Evet, evet kof bu. O camı kırmaya gücü yetmez ki. Arkamı dönüp yürüyorum. Her harfte sokağın iki tarafını kollayarak evinizin tam karşısındaki duvara kocaman harflerle VİCDANSIZ DÜNYA yazıyorum.

Çizim: Havva Gökçe
Leyla Geridönmez
Lezzetle okunan bir öykü. Tebrikler!
Öykü gününde okurlarına harika bir armağan Leyla Geridönmez’den. “Vicdansız Dünya” hatırlattı güzel öykülerin yazarı💖
Kaleminden çıkan her öykü her yazı beni o hikayenin içine alıyor . Gerçekten yazmak senin işin, başarılarının devamını diliyorum❤️