Sahilden eve doğru yürürken gördüm tabelayı. “Need A Job Done?” Neon tabelanın altında kayar bir yazı daha vardı. “Halledemediğiniz bir işiniz mi var?” diyordu. Malum turistik bölge, çift dilli olmak lazım. Kafamda bir sürü düşünce uyandırsa da o an gidip soramadım. Eve geldim, yemek yedim. Biraz dizi izledim, bir iki şey çiziktirdim deftere derken, duramadım. Evden çıkıp doğruca geri döndüm. Çift katlı bir müstakilin alt katında, aslında bakkal yahut tekel bayi olmaya daha uygun bir dükkândı. İçeridekiler girişin tam karşısında bir masa, önünde iki misafir koltuğu ve sehpadan başka bir su sebili ve iki de saksıdan ibaretti. Masanın üzerindeki isimlikte Selim Coşkun ismi klişe bir hat yazısıyla eğri kesilmiş bir ahşap parçasının üzerinden göze çarpıyordu. Kapıdan girince kapının üstündeki ziller şıngırdadı. Dışarıdan görünmeyen kolonun arkasındaki odadan biri çıktı. Elinde ağzına attığı son lokmayı alelade sildiği peçetesiyle, “Hoş geldiniz, buyurun,” dedi. Halledilmesi gereken bir işim olduğunu söyledim.
“Tabii ki, bizim işimiz sizin halledemediklerinizi halletmek. Buyurun oturun, neler yapabileceğimizi konuşalım. İlk görüşmemiz ücretsiz.”
Bu klasik müşteri çekme numarası epey can sıkıcı olsa da o an herhangi bir para ödemeyeceğime sevindim. Hoş, neler neler harcadım bugüne kadar. Koltuklardan sağdakine oturdum. O da kendi koltuğuna oturdu, öylesine masasının üzerini düzenledi. Yazıcının kâğıt haznesinden boş bir A4 kâğıdı alıp önüne koydu. O A4 kâğıdını öyle koyunca bende zaten tüm umut söndü.
“Sizi dinliyorum.”
Söyleyeceklerimi kafamda toparlamaya çalıştım. O A4 kâğıdı gözümün önünde durduğu sürece de zihnimi toparlayabileceğimi sanmıyordum ama yine de denedim. Aslında bunu yol boyunca da yapmıştım ama yine olmadı.
“Bilmiyorum yapabilir misiniz ama benim bu işimi çözmeniz lazım.”
“Tabii, elimizden geleni yaparız. Prensip gereği halledemediğimiz işlerden para almıyoruz zaten. Hiçbir zararınız olmaz, içiniz rahatlasın diye söylüyorum.”
“Tamam.”
Adamla birbirimize baktık. Bir türlü söze giremiyordum. Ben söze girmeyi ne kadar ertelersem o da o kadar bekleyecek gibiydi. En ufak bir sıkılma, dikkatini kaybetme ya da umursamama emaresi taşımayan bakışları vardı. Çay içip içmeyeceğimi sordu. Çay yerine sade soda olur dedim. Sanki bunu söyleyince yüzü gölgelenir gibi oldu. Masanın altında olduğu anlaşılan mini buzdolabından iki maden suyu çıkarıp masanın kenarına vurarak açtı. Birini önüme sürdü. Buzdolabı kapağını tekrar açıp içine göz attı. Anlaşılan sonuncuyu bana verdiği için canı sıkılmıştı.
“Sizi dinliyorum.”
Sesi bu sefer daha sertti.
“Ben bir şeyi yok etmenizi istiyorum. Buna kendi gücüm yetmiyor.”
Söylediğim şeyi en ufak bir mimik dahi oynatmadan dinliyordu. Cevap vermedi.
“Yıllarca bunun peşinde koştum. Üniversite hayatımı bile bu amaç uğruna planladım ve okudum. Çoğu insanın varlığından dahi haberdar olmadığı maddelerle deneyler yaptım ki yok edebileyim. Her amacıma ulaştım deyişimde başarısız oldum. Birinde evimi ve içindeki tüm eşyaları kaybettim. Bir seferinde istemeden de olsa üç kişinin ölümüne sebep oldum. Hoş onlar biraz da kendi saflıklarına öldüler ama hâlâ aklımda geldikçe içim yanıyor. Bir başkasında yanlışlıkla kansere tedavi dahi buldum. Kadim zamanların simyacılarının peşinde olduğu felsefe taşı denen mazarratı keşfettim. Bu felsefe taşıyla o üç kişiyi hayata döndürmeye çalıştım. Bu sefer de simya denen şeyin en katı kuralını çiğnemiş oldum. İki kardeşten birinin bedeninin tümü, diğerinin de kolu bacağı yok oldu. Bedeni yok olan kardeş bir şövalye zırhının içinde yaşıyor şimdi. En sonunda her şeyden elimi eteğimi çektim ve buraya geldim. Artık kafamı bununla meşgul etmeyeyim diye evlenip çoluk çocuğa karıştım ama yakamı bırakmadı bu arzu. Evliliğim bitti, karım çocuklarımı da alıp sırra kadem bastı deyim yerindeyse. Bulamadım.”
İlk defa söze girdi. Söylediğim hiçbir şeye şaşırmamış gibi bir hali vardı.
“Karınızı bulmamızı istiyorsanız otuz ila kırk gün kadar sürer. Fiyatını da bulduğumuzda söyleriz. Prensip gereği ücreti en son söylüyoruz.”
“Hayır hayır, onun bulunmasını istemiyorum. Bir şeyi yok etmenizi istediğimi söylemiştim. İstediğim şey bambaşka.”
Kafa salladı.
“İstediğim şey şu, Raftel adında bir ada var. Bu adayı yok etmenizi istiyorum.”
Önündeki kâğıda not aldı.
“Bize bu ada hakkında verebileceğiniz bilgiler neler?”
“Hiçbir bilgi veremem. Çünkü nerede olduğunu bulamadım. Adada ne var bilmiyorum. Adaya bugüne kadar kimler ulaşmış en ufak bir fikrim dahi yok. Aslında bu adanın gerçekten var olup olmadığını da bilmiyorum. Tek bildiğim kafamdaki bu fikirle artık yaşayamıyorum ve siz de halledemediğimiz işleri halletmeyi vaat ediyorsunuz. Bu yüzden size geldim.”
“Anlıyorum. Peki, bu adaya karşı olan bu fikriniz nasıl ortaya çıktı? En azından bunu söylemeniz lazım ki yola çıkacağımız bir ipucumuz olsun.”
“Zamanın birinde Gol D. Roger isminde biri bulmuş bu adayı. İdamından hemen önce de bu adada bir hazinenin saklı olduğunu söylemiş. O günden beri de yüzlerce hatta binlerce kişi bu hazineyi elde etmek için denize açılmış. Lakin henüz bulan yok. Bin küsur bölüm oldu hala kimse ulaşamadı.”
“Bin küsur bölüm oldu dediğiniz kısmı tam anlayamadım?”
“Bu hazinenin bir ismi var. One Piece deniyor. İçeriğini kimse bilmiyor. Ulaşan kişiyi dünyanın hükümdarı yapacak kudrete de sahip olabilir. İçinden çürümüş bir meyve de çıkabilir. Tek bildiğim artık bu adadan kurtulmak istiyorum.”
“Bin küsur bölüm kısmını hâlâ netleştirmedik.”
“Bin küsur bölümdür devam ediyor ve görünüşe göre de epeyce devam edecek.”
“Ne devam edecek?”
“Bu arayış.”
“Anladım, arayışınızdan bahsediyorsunuz. Peki, bölüm dediğiniz şeyden kastınız nedir?”
“Yok, benim arayışımdan bahsetmiyorum, Raftel adasının aranışından bahsediyorum. Kimse bulamadı bin küsur bölümdür.”
“Şu bölüm kelimesini ne için kullandığınızı bir netleştirsek?”
“Bu adayı arayanların içinde Luffy adında bir genç de var. Yolculuğuna başlayalı bin küsur bölüm oldu. Ondan önce de arayanlar vardı, ondan sonra da aramaya çıkanlar oldu. Şu an bile birileri denize açılıyor. Hissediyorum.”
Çantamın içindeki defteri çıkarıp hissettiklerimi not aldım. Adam donuk gözlerle beni izledi.
“Bir dizi bölümü gibi bir şey mi bu?”
“Hayır, daha çok çizgi roman.”
“Çizgi roman mı?”
“Evet.”
Maden suyunun son yudumunu içtikten sonra hafifçe geğirdi. Eliyle işaret etti kusura bakmayın manasında.
“Bakın, 5N1K yöntemini bilirsiniz. Neden, ne zaman, nasıl, nerede, ne ve kim sorularını içerir. Bu sorular bir şeyi öğrenmek için elzemdir. Cevaplarının net olması gerekir. Şu an cevap alabildiğim sorular şunlar: Ne, Raftel Adası. Nerede, bilinmiyor. Ne zaman, bilinmiyor. Neden, bilinmiyor. Nasıl, bilinmiyor. Kim, bilinmiyor. Bana verdiğiniz tek bir şey var ve bu bilgiyle yola çıkamam. Üstelik bizim yaptığımız işlerin içinde genelde kayıpları bulmak, eşlerini aldatan insanların izini sürmek, ne bileyim biraz göz korkutarak borç tahsilatı gibi şeyler var. Size yardımcı olabilir miyiz açıkçası bilmiyorum.”
Tam ben söze girecekken devam etti.
“Ayrıca, çizgi roman dediniz. Bir adadan bahsediyordunuz, çizgi roman neresinde bu işin?”
Sesindeki sertleşmeyi anlayabiliyordum.
“Çizgi roman evet, bu ada bir çizgi romanda geçiyor. Luffy ise bu çizgi romanın başkahramanı olan gencin adı. Tam adı Monkey D. Luffy.”
“Bir çizgi romanda var olan bir adayı mı yok etmek istiyorsunuz?”
“Evet.”
“Neden?”
“Çünkü artık hayatımı mahvetmeye başladı. Buraya geldiğimden beri gördüğüm her adayı, her koyu bu çizgi romana göre düşünmeye başladım. Bakın, şu tepenin ardında bir ada var kıyıdan görünüyor. Buradaki herkes Korsan Adası diyor. Bu bile beni çıldırtmaya yetiyor. Kendimi tam üç kere o adanın ortasında buldum. Bakmadığım ağaç altı, girmediğim mağara kalmadı. Hatta dalış eğitimleri dahi alıp adanın altında bir su altı mağarası var mı diye de baktım.”
“Var mı?”
“Ne var mı? Hazine mi, elbette yok. Olsa size gelmezdim zaten. Bu ne biçim soru.”
“Yok hayır, su altı mağarası. Eğer varsa ben de görmek isterim.”
“Var evet, fakat içinde hazine yok.”
İçinde hazine yok, diye mırıldanarak A4’e not aldı.
“Peki, bu çizgi roman neden sizi bu kadar etkiledi? Ayrıca bin küsur bölüm de bir çizgi roman için epeyce iddialı bir sayı.”
“Bu çizgi roman benim hayatım çünkü. O çizgi roman olmasa ben de olmazdım. Ama artık ondan başka bir hayatım da kalmadı. 48 yaşındayım ve 26 senedir bu çizgi romanla yaşıyorum. Tüm hayatım gitti, artık geriye gelmeyecek. Ancak bu adanın yok olmasını sağlarsam ve bunu kanıtlarsam rahata erebilirim.”
“Neden? Neden çizgi romanın değil de adanın yok olmasını istiyorsunuz?”
Bunu söylerken de kâğıda “bağımlılık” yazıp altını çizdiğini görebiliyordum.
“Çünkü çizgi roman hem basılı olarak hem de internet üzerinden zaten tüm dünyaya yayıldı. Onu yok etmek ölümsüzlüğü bulmaktan daha zor. Ölümsüzlüğü de buldum çünkü.”
“Anlıyorum.”
Gözlerindeki donukluk beni sinirlendirmeye yetiyordu ama mecburen devam ettim.
“Bakın, anlamıyorsunuz. Bu adanın mutlak suretle yok edilmesi gerekiyor. Ancak o zaman rahat bir nefes alıp hayata farklı bir gözle bakabilirim. Çünkü ada artık yok olmuş olacak.”
“Bu adanın yok olması sizi rahatlatacak. Anladım. Çünkü bence bu çizgi roman serisine bağımlı hale gelmişsiniz. Daha önce hipnoz denediniz mi ya da başka teknikler? Hafızadan bir şeyi silmek artık günümüzde mümkün. Eğer bu adayı ya da tümden çizgi romanı hatırlamazsanız böyle bir sorununuz da kalmaz.”
“Bu mümkün değil. Ben unutsam da dünya unutmaz ve elbet bir yerde karşıma çıkar. Hatta unuttuktan sonra yarım saat dahi sürmez tekrar bu bilginin beni bulması.”
“Neden? Size bu bilginin size ulaşamayacağı bir hayat tarzı hazırlarız. Bunu sıkı bir diyet gibi düşünün. Eğer uyarsanız başarıya ulaşırsınız.”
“Bu sefer de neden bu sıkı diyete ulaşmak zorunda olacağımı düşünüp sonucuna ulaşırım. Yine Raftel adası karşıma çıkar. Mutlak suretle varlığı yok edilmeli. Öyle bir yok edilmeli ki, zamanda geriye gidilse dahi bu son değişmemeli. Evet, aslında eğer zamanda geriye gidebilir ve o çizgi roman piyasaya sürülmeden engel olabilirseniz kesin sonuca ulaşırız. Böylece sıradan ve mutlu bir hayat yaşayıp bir fabrikadan emekli olabilir. Yahut resim öğretmenliği yapabilirim.”
“Çizgi romana olan ilginiz resimle aranızın iyi olmasından mı kaynaklı?”
“Evet, çizgi roman çizeriyim. Japonya’da mangaka derler. Aslen Japon’um.”
“Artık bu çizgi romana olan ilginizi daha iyi anladım. Sizin bir çizgi romanınız var mı peki şu an?”
“Evet, bin küsur bölümdür devam ettiriyorum. Fakat sonucuna ulaşmaktan da epey uzak.”
“One Piece adlı bu çizgi romanın çizeri siz misiniz?”
“Evet.”
Adam gerçekten sinirlenmişti.
“Ya…” dedi sinirle. Sonra kendini toparlayıp tekrar cümleye girdi. “Kendi hayal gücünüzle kâğıda çizerek oluşturduğunuz bir adayı yok etmek istiyorsunuz ve bunu yapamadınız. Doğru mu anladım?”
“Evet.”
“Neden bu adayı yok etmek istiyorsunuz? Çizgi romanın sonunu getirin ve bitsin. Ayrıca bin küsur bölümdür devam eden bir çizgi roman diyorsunuz. Tüm dünyada satmış üstelik.”
“Animesi de yapıldı. Dünyanın en ünlülerinden biri. Beni epey zengin de etti.”
“Kusura bakmayın ama ben sizi gerçekten anlamadım.”
“Çünkü hikâyenin sonunu nasıl getireceğimi bilmiyorum. Eğer bu ada yok olursa tüm sorumluluk üstümden kalkacak. Eğer ben bu hikâyeyi öylesine bitirirsem tüm dünya benim üzerime gelecek. Linç bile edebilirler. Ölmek elbette çözümlerden biri fakat ardımda böyle yarım yamalak bir şey de bırakmak istemiyorum. Bunu kendime yakıştıramıyorum. Eğer ada yok olursa her şey benden çıkar ve kimse de beni suçlayamaz. Çizgi romanın dizisi çekiliyor, yakında Netflix’te yayınlanacak. Eğer bu zamandan önce bunu başarabilirseniz bugüne kadar elde ettiğim tüm mal varlığımı size veririm. Eğer yapamazsanız işte o zaman…”
“Evet?”
“İşte o zaman neler olacağını tahmin bile edemiyorum. Çünkü Luffy adaya ulaşmak üzere. Korsanlar Kralı olma hayalini gerçekleştirmeye hiç bu kadar yaklaşmamıştı. Luffy’den önce adaya ulaşıp yok etmelisiniz. Eğer Luffy ulaşırsa – ki yakın zamanda ulaşacak – neler olacağını bilemiyorum. Hem sadece Luffy değil, Shanks var Teach var. Var oğlu var, bir sürü kişi ulaşabilecek kapasitede. Ne olur, beni bu bataktan kurtarın.”
“Demek durum bu kadar vahim.”
Adamın beni bir nebze olsun anladığını düşündüm.
“Evet, gerçekten öyle. Her hafta çiziyorum neredeyse. Fakat artık tüm cephanemi bitirdim. Ne yapacağımı bilmiyorum. Hikâye öyle bir yere geldi ki, yüzlere karakter, mekân, arka plandaki yüzlerce bağlantılar… Artık bunun altından kalkamıyorum. Bu işin sonunu nasıl getirebileceğimi bilmiyorum. Düşündüğüm her şeyin bir yerde bir açığı çıkıyor. Bu Luffy’nin bir tayfası da var. Bunlar da en az Luffy kadar önemli karakterler. İç içe geçmiş neredeyse on tane hikâye düşünün. Ben bunları nasıl toparlayıp da sonunu getireceğim? Gerçekten bilmiyorum.”
“Aslında bir çare var aklıma gelen. Ama bilmem ki size uygun gelir mi?”
Gözlerim parladı resmen. Cümlesine devam etsin diye bekledim. O sırada ofisin kapısı açıldı.
“Halim abi, gemiyi hazırladık tayfayı topladık. Bize altı ay yetecek erzak da var. Süleyman reis yüzde yirmi pay şartıyla dümene geçmeyi kabul etmiş. Bu gece açılıyoruz haberin olsun. Geçen gün kaybolduğu söylenen gemiyi bulmuşlar. Harap haldeymiş bütün tayfa. Şu meşhur Monkey D. Luffy’e denk gelmişler.”
Karşımdaki adam apar topar yerinden kalkıp adamı ofisin dışına aldı. Elini kolunu sallaya sallaya, bağırarak bir şeyler söyledi. Adamı gönderdikten sonra ofisin içine kısacık bir bakış attı. Kapıyı açıp içeri girdi.
“Tek çare var,” dedi.
“Ne?” diye sordum hevesle.
“Bu gece bizimle birlikte geliyorsunuz.”
Mehmet Ali Kaba
ความคิดเห็น