Vah ben başımı alıp hangi dağlara çıkayım! Apartmanın altyapısı yok diye şu olmaz olasıca Corona döneminde, tarifeme ek internet paketi almaktan, telefon faturam her ay, üç yüz liradan aşağı gelmiyordu. Birkaç hafta önceyse bin bir dalavere, sinsi kumpaslar, Şekspirvâri retorikler ve yüce Alman lirizminin baştan çıkarıcılığıyla ancak eve getirebildiğim Ayşegül, durdu durdu, sevişmenin, okşamanın tam ortasında kavun tutar gibi başımı ellerinin arasına aldı ve gözlerini, horozu kaldırılmış bir tüfek namlusu soğukluğuyla yüzüme doğrultup ne sorsa beğenirsiniz? "Beni seviyor musun?" Ağzımdan ejder soluğu gibi alevler püskürürken, tam iş üstünde, var gücümle, pancar motoru gibi çalışırken birden tekledim, "Bilmiyorum aşkım," dedim. Bunun üzerine, "Siktir ol git, ağzına sıçtığımın piçi!" diyerek bir tekme darbesiyle yatağın üzerinden beni attı. "Sakın bir daha beni arama geri zekâlı, hayvan!" diye eklemeyi ihmal etmeyerek sırra kadem bastı. Otuz beş yıllık ömrü hayatımda ulaşabildiğim tek kadındı Ayşegül.
Bitmedi, aylardır yazmaya çalıştığım ama bir türlü ilerletemediğim üçüncü sınıf bir cinayet romanına gömüldüğüm için sürekli kanepede yemek yiyordum. Üç, belki altı aydır ev temizliği yapmadığımdan olsa gerek her yanı böcekler istila etti. Öyle ki nereye baksam, nereye dönsem, hangi tabağı, çanağı kaldırsam içinden veya altından duyargalarını gemi radarları gibi döndüren kırmızı kırmızı böcekler görüyordum. Bitti mi? Yok baba yok! Yan dairede oturan koca karı akşam yatıyor, sabah kalkıyor, yorulmadan, durmadan kırk yaşındaki oğluna hakaretler ediyor, küfürler savuruyordu. Ve kadının iğrenç, detone teke sesini, kafatasımı tunç bir örsün üstüne koymuş çekiçliyorlarmış gibi duyuyordum. Yo, bitmedi, durun. Geçenlerde babam öldü ve yirmi senedir konuşmadığım annemle telefonda, kanlı bıçaklı düşmanların birbirlerine etmeye hicap duyacağı laflarla kavga ettik. Ve daha kötüsü, en yakın arkadaşım evlendi. Dünya evine girdikleri ilk gün karısı, "Tarık'la bir daha görüşmeyeceksin, en azından onunla asla gezmeye falan gitmeyeceksin," demiş. Bu müptezel de "Zaten arkadaşlığımızı bitirmek istiyordum hayatım," diyerek ilk günden beni tekmeledi ve kendi boynuna da yuları geçirdi. Ama üstünde durmaya değmeyecek, ciğeri beş kuruş etmez herifin tekiydi zaten, gitti kurtuldum.
Netice olarak otuz beş yaşında, bekâr, kadınsız, şansız ve şöhretsiz, vaktinin çoğunu diz üstü bilgisayarının bir karış ekranında dizi izleyerek, Ekşi Sözlük'te ona buna sallayarak geçiren ve soylu, kimseye müdanası olmayan, esaslı biriymiş gibi gözüküp aslında duygusal, yalnız, çaresiz, zavallı adamlardan biriydim.
Bahar yaklaşıyor, kanım ısınıyor ve acil olarak romantik, beni şu her cephesinde kaybedilmiş harap hayatın fasit dairesinden çıkaracak bir ilişkiye ihtiyacım vardı. Dünyanın bütün cefalarına bağrım açık ama kadınsız yapamam. Kadınsızlık, suyu çekilmiş bir dereye çevirir beni. Kurur gider içimde yeşermiş tüm çayırlar. Hele bu civcivli, günlük güneşlik günlerde kafası çalışan, kanı fokurdayan bir kadın bulmalı ve onunla şehrin sokaklarında Serseri Âşıklar filmindeki gibi aylak aylak gezmeliydim. Ama nasıl bulmalıydım? Tinder bana göre değildi çünkü tipim, dünyanın en sihirli filtreleme programlarından beş yüz kere geçse bile kadınların dönüp ikinci kez bakmak isteyeceği yakışıklılığın onda birine dahi yaklaşamazdı. Suratımı gören kadınların yüzünde, birden dindarca bir huzur belirir, "Şöyle bir tipsize de düşebilirdik," diye şükrederlerdi. Ben esasen gün ışığının girmediği karanlık yer altlarında, belediye tünellerinde, maden ocaklarında yaşamak için evrilmişim ama işte biraz naçarlıktan, geçim derdinden kentlerde, caddelerde egzotik bir Habeş maymunu gibi dolaşıyordum. Yine de kimsenin birbirini hemen görmediği sanal platformlarda sözcüklerimle, konuşma ve sohbet yürütme becerilerimle kendime özgü, melankolik ve esrarlı bir karizma yarattığıma inanmışımdır niyeyse. Eh inanmak da bir yere kadar her şey değil midir?
Sözcüklerime güveniyordum, onlar, tek ama en güçlü silahlarımdı. Ha, yine de söz konusu kadınlar olunca kelimeler bir yere kadar işe yarardı. Şayet başka ve daha cazip nitelikleriniz yoksa sizi çok değil iki durak sonra, yani gün ışığına çıkar çıkmaz bekleyen şey, ne yazık ki yine hüsran ve düş kırıklığıdır. Daha önceki deneyimlerinden biliyorum. Sözcükler bir süreliğine kadınlar üzerinde tatlı bir yanılsama, uçucu bir sihir yaratabilir hatta sizi hoşunuza giden kadının kapısının önüne kadar bile götürür ama sözcüklerin parıltıları şimşek ışıkları gibidir. Siz neyi yanlış yaptığınızı bile anlamadan çat diye kapanır yüzünüze o kapı. Kimse itiraf etmez ama görünüşünüz kadının kalbini ısıtacak ilhâmı ve doğru çağrışımları verememiştir. İşte benim neredeyse bir hiç olduğum ama öyle veya böyle bir şekilde başa çıkmam gereken en büyük handikabım... Yine de böyle kör randevularda, serinkanlılığımı koruyup özgüvenime mukayyet olduğum zamanlarda tavladığım kızlar da olmuştu. Ayşegül, mesela.
Benim durumumda avlanılacak en doğru yer Ekşi Sözlük'tü. Daha önceki deneyimlerimden biliyorum. İlişkiler ve kadınlarla ilgili aykırı bir entry girecek ve bekleyecektim. Tıpkı ağını örüp kuytuda gizlenen adi bir örümcek gibi. Bir süre sonra mesaj kutum yeşillenecek ve sohbetler başlayacaktı. Böyle durumlarda, yani kadın-erkek ilişkilerine dair atıp tutarken, birikimli, eğitimli ama ukala çıkışlarla kadınları hem sinirlendirmeli hem de onlara uygar, sevimli bir tip izlenimi vermelisiniz. Bu mecranın kadınları ve aslında çoğu kadın ukala ve zeki erkeklere bayılır. Ancak ukalalığı şık ve klas biçimde yapmalısınız, kabaca değil. Asıl maharet budur. Bir cinayeti bile kibar, sofistike bir stilde işlemişseniz insanlar kurbanı değil sizin sanatınızdaki zarafeti konuşur.
Evet, başlıyoruz. Gündemde olan, tartışılan bir başlık bulmalıyım ilk önce. "Kadınları çekici yapan detaylar." İşte bu. Çok bilmiş ama kıvrak ve nazik üslûbumla şovumu yaptıktan sonra geriye çekildim ve kahvemi yudumlarken mesaj kutumun yeşillenmesini bekledim. Çok sürmedi, beş altı kişi damladı bile. Birinin ilk cümlesinden tercih ettiği ama en çok da etmediği sözcüklerden bilmeniz gerek doyurucu, kazdıkça cevherler fışkıracak bir diyalog sürdürüp sürdüremeyeceğinizi. Her konuda öyle değil mi diyeceksiniz ama bilhassa ikili ilişkilerde iyi bir diyalog nefestir, kandır, i'nin noktasıdır. Sohbetin tıkanmasına fırsat vermeyen, diyalog başlatmayı ve sürdürmeyi bilen, konuşmayı sürekli yeni mecralara taşıyarak zengin, merak uyandırıcı ve esprili bir arka plan yaratabilen kadınsa sizi bilmem ama benim için neye benzerse benzesin müthiş cazibelidir, seksidir, tanrısaldır.
"me and bobby mcgee" rumuzlu birinden bu ışığı gördüm. Sohbetimiz nehir oldu aktı. Çok tutkulu ve entelektüel bakımdan zengin bir konuşma değildi ama ihtiyatlı, zarif, daha derin suların potansiyelini muştulayan bir çekicilik vardı bobby'de. Birkaç gün hiç sıkılmadan uzun uzun konuştuk, ikimiz de asıl adlarımızı, işlerimizi ve hangi semtte oturduğumuzu söylememiştik. Marmara Park AVM'nin bahçesinde, her ulustan, dinden, dilden ve habitattan insanların oturduğu, Dante'nin Araf'ına benzetebileceğim bir kafede fesleğenli rigatonimi yiyordum. Bir yandan da bobby mcgee ile yazışıyordum. "Neredesin?" diye sordu, sonuna iki nokta ve ters parantez ekleyerek. "Beylikdüzü'nde bir kafedeyim," diye cevapladım, sonuna gülücük eklemeyerek. Kadınlar, her cümlenin sonuna gülen emoji koyan erkeklerden hoşlanmaz. Hiç gülmeyenlerden de hoşlanmaz nerede, nasıl davranmanız gerektiğini bilmeniz gerek. Eğer yeterince yakışıklı değilseniz kadınları etkilemek Allah'ın belası bir satranç oyunundan farksızdır. Tabii kadınlardan söz ediyoruz, tamamen boş konuşuyor olmam ihtimalini de göz ardı etmiyorum. "Sen neredesin peki?" diye yazdım, yavaştan buluşma vaktinin zeminini hazırlamak için. "Sandığından daha yakınım sana," demesin mi gülümseyerek! Mefistofeles gibi çift anlama çekilebilecek cevapları bilerek seçiyordu ve bobby’de benim hoşuma giden de buydu. Bazen sadece, cümleler veya diyaloglar içinde gezinen bu muğlak flörtleşmenin hazzı bile mutlu ediyordu beni. Tıpkı bir romanın veya filmin iki ana karakterinden biriymişim gibi hissediyordum. Bu tatlı ve zekice oyunu biraz sürdürmek maksadıyla "Biraz ipucu ver o zaman," diye yazdım. Cevap olarak sadece gülücük gönderdi. Bu kız, oyun oynamayı seviyordu. Belki de sadece bir rumuzun arkasında durup anonim olarak böyle rizikosuz, uzaktan uzağa flört etmek istiyordu. Ama benim istediğim bu değildi ki. Hem böyle davranarak yazışmamızın psikolojik üstünlüğünü, yani esrârı elinde tutan da o oluyordu. Tabii ki cevap yazmadım. Kendisini derinlere çekmeye yeltenirse karşınızdaki, kayıtsız kalmalısınız, geri dönecektir. Yarım saat geçmeden beklediğim mesaj geldi, "Beykent'te yaşıyorum, çok yakınız," ve gülücük. İki durak ötedeydi, belki yarım saat sonra karşımda olacaktı ve belki de bu yazışma, birazdan, senelerdir hayalimde canlandırdığım, kurguladığım ideal aşkıma taşıyacaktı beni. Ama şimdi gerçekliğin, kanlı canlı etkileşimin stresli ve hiç iyi olmadığım yörüngesine girmek üzereydim. Heyecanlandım hatta panikledim. Derken ikinci mesaj, "Akşam üstü Beykent Starbucks'ta birer kahve içebiliriz, eğer istersen." Gördüğünüz gibi, kadın kontrolü tamamen eline almıştı ve süreci kendi istediği gibi yönetiyordu. Belli ki her anlamda kendisine güvenen biriydi. Üstüme başıma baktım, evet, iyiydim ama hissetmem gerektiği kadar yakışıklı ve çekici hissetmiyordum. Tipiniz neye benzerse benzesin, zinde, formda hissetmek önemlidir. Size her şeyin mümkün olabileceğine inandıran bir özgüven ve bitirimlik kazandırır. Kızın mesajına hemen karşılık vermez bekletirsem bu zayıflığa ve özgüvensizliğe delalet edeceği için derhal cevapladım. "Harika olur, iki saat sonra tekrar haberleşelim." Cevap. "Numaramı ekle, adım Pelin." Şu kendinden emin, cüretkâr, frapan tavırlara bakar mısınız? Hep bir hamle öndeydi. Oysa bu tutumu takınması gereken bendim ve bu çıkışı da benim yapmam gerekiyordu ama olsun, bazen telefon numarasını önce kadının vermesi gerekir. Bu, adabımuaşerettendir. Yine de heyecan, stres, kaygı ne kadar düşmanım varsa tepeme üşüşmüşlerdi. Hemen AVM'ye girip Massimo Dutti'ye daldım. Bedenime tam oturan beyaz bir gömlekle, son derece kişilikli, çapkın bir ceket satın aldım ve ceketin cebine de en afillisinden bir mendil palazlandırdım. Mağazada baştan ayağa filinta gibi giyindim ve taşkın, savruk mizacımdan dolayı da eskilerimi kabinde bırakıp çıktım. Sıra kokuya gelmişti, en yakın parfümeriye koştum ve bütünselliğime bir tür füsun, aura kattığına inandığım, yeşil şişeli eski moda maskülen kokudan üç dört fıs sıktım boynuma. El sıkıştıktan sonra, arkadaşça bir sarılmayla bu kokuyu içine çekmesini sağlayacaktım Pelin'in. Koku önemli, daha önceki deneyimlerinden biliyorum. Tamamen donandım ve en yakın boy aynalarından birinin önünde durup kendime baktım. çok daha iyiydim. Whatsapp profil fotoğrafımı da kontrol ettim, biraz eskiydi ama galerimdeki insana benzer tek fotoğrafımdı. Eğer yeterince yakışıklı değilseniz yüzlerce fotoğraf çektirirsiniz de içinden günü kurtaracak bir tane bile çıkmaz. Doğru ışığı, doğru açıyı ve doğru günü mucizevi şekilde bir araya getirebilmişseniz onu senelerce kullanırsınız. bobby'nin yani Pelin'in numarasını rehbere ekledim ve hemen profil resmine baktım. Hımm, hoş kızdı. Çok güzel değildi, aman olmasındı da! Ama şu, nevi şahsına münhasır, otantik zevklerin peşinde, Beyoğlu pasajlarında karşılaşabileceğiniz kızlardandı. "Selam," dedim, "ben Tarık, buradan devam ederiz." "Tamam, Tarık," diye cevapladı, "memnun oldum." Birbirinizi görmeden, yazıyla tanıştığınız, yazıyla kaynaştığınız biriyle gerçekliğin sığ sularına girdikçe yani aranızdaki esrâr perdesi inceldikçe diyaloglar yoksullaşır, flörtöz kelime oyunları gider ve yerini daha gündelik, daha sıradan ve temkinli sözcüklere bırakır. Bu böyledir, bu bir eşiktir. İlk buluşma anı ve buluşmanın ilk sohbeti ikinci ve daha zor bir eşiktir. Şayet bu eşikleri başarıyla aşabilmişseniz asıl, kanlı canlı ilişkinin başladığı yere varmışsınızdır.
Vakit gelmişti. Metrobüse binip iki durak sonra inecek ve beş dakika yürüdükten sonra Pelin'le buluşacaktım. Rigatonimi yediğim kafeye tekrar gittim, tuvaletlerindeki, beni olduğumdan kesinlikle daha iyi gösteren boy aynasından son kez kendime baktım ve yola çıktım. Beykent Starbucks bildiğim bir yerdi ve tanrılar, havayı güzel bir kadınla tanışıp sohbet etmek için mükemmel dengelemişlerdi. Geniş caddede son derece havalı, gamsız, alnımda defne dalları ve muzaffer adımlarla ilerliyordum. Ya da öyle sanıyordum. Arada sırada bizim Omar'dan aldığım saatime yalancıktan bakıyor ve tatlı, çapkın, erkekçe bir tebessüm iliştiriyordum yüzüme. On dakika erken varıp uygun bir köşede mevzilenerek Pelin'i uzaktan görmek ve ilk gören kişi olmanın psikolojik avantajını kazanarak tanışmak istiyordum. "Ben geçiyorum, beş dakikaya kafede olurum," diye yazdı Pelin. "Tamamdır, ben de on dakikaya oradayım," diye yanıtladım, ve ekledim, "Sen kahveleri al, benimki küçük boy filtre olsun." Bu cümlemin sonuna gülücük iliştirmeyi de ihmal etmedim tabii. Doğru zamanda, doğru üslupla yaparsanız böyle küçük emrivakiler hoşuna gider kadınların, daha önceki deneyimlerimden biliyorum. "Bahçeye oturdum, bakalım tanıyabilecek misin?" diye yazdı Pelin. Hoşuma gitti bu mesaj, flörtöz oyunlarına devam ediyordu. Resmimi gördükten sonra bunu demesi hayra alametti.
Yine de kafenin yanındaki tantuniciye girip gizlice bakacaktım Pelin'e. Bakıp kendimi buluşmaya hazırlayacaktım. Antepli Vakkas'ın Yeri'ndeydim. Yan tarafındaki büyük camekândan Starbucks'un bahçesi gözüküyordu. Bahçede pek çok kız ve erkek vardı ama yeşile çalan bir elbise üstüne deri ceket giymiş, beyaz ayakkabılı, beyaz tenli, fazlasıyla güzel, fazlasıyla çekici ve fazlasıyla ince, harikulade bir kız oturuyordu. Göğsüm körük gibi şişip inmeye, elim ayağım titremeye başladı. Titreyen ellerimle, "Giysilerinden birinin rengini söyle bari," diye yazıp sonuna gülücük ekledim, ama dilim damağım kurumuş, kâğıt gibi olmuştu zaten. Deri ceketli kız, telefonuna baktı ve gülümsedi. Bu oydu, Pelin'di. "Hassiktir!" dedim içimden, "Bu kadar güzel çıkması iyi olmadı." Vakkas Usta, kafasında kırmızı bir kep ve siyah, şef önlüğüyle usulca yaklaşıp "Ne yapayım abime?” diye sordu. Biraz duraksadım ve bir tragedya kahramanı hüznüyle dedim ki:
"Ne yapabilirsin acaba sen bana?
Verebilir misin cevap şu soruma:
Kaçmalı mıyım? Kalmalı mıyım?
Ah, neler gelecek acaba başıma?" *
Olur ya, aşk ve varoluşsal acılarla ilgili festival filmlerindekine benzer, kısa ama yıkıcı bir diskur çekersem şu pespaye durumuma belki bir nebze asalet katabilirdim. Fakat Vakkas Usta, "Yani acılı, acısız, tavuk, et diyorum ha, abim benim," diye cevap verince avanak avanak sırıttım, yalancıktan saatime baktım ve bir arkadaşımın gelmesini bekliyormuşum gibi, "Birazdan söylesem olur mu?" dedim, "Peki efendim," diyerek uzaklaştı tantunici. Bu arada Pelin yazmıştı: "Söylemem, sen bulacaksın işte." Yine gülücük. Elim, kalbim, dizlerim sıtmaya tutulmuşum gibi zangır zangır titriyordu. Vakkas'ın onlarca floresan lambayla adeta bir biyoloji laboratuarına, otopsi odasına dönüştürdüğü dükkanındaki kocaman aynalardan kendime baktım, berbat gözüküyordum. Fazlasıyla esmer, kavruk, biçimsiz bir surat ve vaktinden önce kırlaşmış şakaklarımla, fazlasıyla yaşlı, üstelik kısa boylu, yaban bir adam. Bütün özgüvenim alt üst oldu. Bugün bile ne zaman o dükkânın önünden geçmeye mecbur kalsam yüreğim daralır. Kuş kadar özgüvenim güzel kadınların karşısında eriyip bittiği gibi aklım da uçup gider. Beceriksiz, elini nereye koyacağını bilemeyen, kekeleyen bir geri zekâlıya dönüşürüm. Daha önceki deneyimlerimden biliyorum. Pelin kahveleri almıştı, görebiliyordum. Filtre kahvem masanın üzerinde, bugüne kadar temas kurabildiğim en güzel kadınla birlikte beni bekliyordu. Yepyeni bir aşk, yepyeni bir hayat beni bekliyordu. Saatime yalancıktan bir kez daha baktım, ayağa kalktım, çıktım ve geldiğim yöne, metrobüs durağına doğru yürüdüm.
* Faust, Goethe
Mehmet Kabakçı
Comentaris