Öykü- Hanife Baş- Aynadaki Zindan
- İshakEdebiyat
- 1 dakika önce
- 5 dakikada okunur
Gözleri, kırık bir büyüteç gibiydi. Neye baksa çarpık, eğri büğrü, abartılıydı. Gerçek, zihninde şekil değiştiriyordu. Ayna karşısında iskeleti andıran bedenine bakarken o tanıdık, susmak bilmeyen ses hemen devreye giriyordu. Her seferinde yeni bir kusur buluyordu kendinde.
Ayna onun hem mabedi hem zindanıydı. Her sabah ve akşam, saatlerini onun karşısında geçiriyordu. Bedenindeki her milimetreyi ölçüyor, biçiyor, sorgusuz yargılıyordu. Ve dudaklarından hep aynı cümleler dökülüyordu. “Çok şişmanım… Göbeğim çıkmış… Bacaklarım kalın…”
Melisa, tekrarladıkça bu sözlere inanıyor, inandıkça daha da sık tekrarlıyordu.
Evin içi ağır bir sessizlikle kaplıydı. Perdeler gün ışığını içeri sızdırmayacak kadar kalındı, duvarlardaki solmuş boya, eğri duran çerçeveler, içeride zamanın donduğunu hissettiriyordu. Zemin gıcırdıyor, eski koltuklar yılların ağırlığını taşıyordu, rutubet kokusu ise her köşeye sinmişti.
Aynadan uzaklaşıp öfkeyle çalışma masasına yöneldi. Omuzları çökmüş, yüzü ifadesizdi.
Bilgisayarın başına geçip elektronik postalarını kontrol etti. Geçimini çevirmenlikten sağlıyordu ama bu ay tek bir iş bile alamamıştı. Oysa ki üç dili ana dili gibi konuşuyordu.
Listenin altlarında bir mesaj takıldı gözüne. İçinde, aniden yükselen bir ferahlık hissetti. Nihayet bir iş çıkmıştı, ufak da olsa bir gelir. Postayı açtı. En az otuz sayfa, hem de İspanyolca. Zihnini kemiren endişeleri bir kenara itip klavyeye uzandı. Tam kendini işe verecekken annesinin sesi kafasında çınladı. Daha hızlı ol. Kusursuz olmalısın.
Saatler nasıl geçti, fark etmedi. Penceredeki siluetler akşamın çöktüğünü haber veriyordu. Çevirinin yarısına gelmişti. Ayağa kalktı, gerindi. Balkona çıktı. Tek kişilik dar alanda sigarasını yakarken sokağı izledi. İçeriye girdi. Aynaya yalnızca göz ucuyla baktı ama bu kez göz altındaki morluklar dikkatini çekti. Ayna, annesinin sesini durmaksızın fısıldayan eski bir radyo gibiydi. Zarif görünmelisin... Yansımadaki siluet, ona oranları bozulmuş bir heykel gibi geldi. Titreyen elleriyle, kalbi göğsüne sığmazken tartıya çıktı. Kırk kiloydu. On gündür aynı rakamda takılı kalmıştı. Oysa hedefi otuz beşti. Açlığın getirdiği baş dönmesiyle buzdolabının kapağını araladı. Dolaptan gelen kokular onu çocukluğuna götürdü. On bir yaşındaydı. Hevesle çikolatasını yerken annesi elinden çekip almış, sert bir sesle, “Bir daha görürsem, o elbiseleri giymeni yasaklarım,” demişti. Bir salatalık aldı, yavaşça dişledi. Her lokmayı on kez çiğnemek yıllardır bir ritüeldi. Ama her ısırıkla birlikte pişmanlığı artıyor, boğazına oturan öğürtüyle savaşıyor, beyninde sürekli kalori hesapları yapıyordu. Tek bir salatalığı bitirmesi yirmi dakikasını aldı. Ardından yeniden tartıya koştu. Rakam değişmemişti.
Saat hayli ilerlemişti. Melisa artık yalnızca geceleri dışarı çıkıyordu, yürüyüş yapmak ya da bakkaldan birkaç temel ihtiyaç almak için. Gündüz saatlerinde insanların arasında olmak, üzerindeki bakışları hissetmek yoruyordu onu. Ama yine de bazen alt kattaki komşusuna denk geliyordu. Kadının her seferinde aynı cümleleri kurmasından nefret ediyordu.
“Hasta mısınız? Çok solgun görünüyorsunuz.”
Ayakkabılarını giydi, kapıya yönelmeden önce merdiven boşluğunu dikkatle dinledi. Hiç ses yoktu. Hızla çıktı. Hava serindi. Üşüyordu, montuna daha sıkı sarıldı. Her zamanki gibi şehrin en tenha köşesindeki parka doğru yürüdü. Çevrede pek insan olmazdı. Park sanki her köşesinde bir sır saklıyor gibiydi. On tur atmayı planlıyordu ama daha ikinci turun sonunda ayakları ağırlaşmaya başladı. Yavaşça en sevdiği banka yöneldi. Çocukluğunda annesi onu çok sık olmasa da bu parka getirirdi. Parkın sarı ışıkları altında parlayan yaprakları izlerken annesinin sesi, içini kemiren o acımasız düşünceler yine zihnine doluştu. Kilona dikkat et.
Tam karşısındaki banka oturan yaşlı bir çift onu kendine getirdi. Kadın yumuşak sesiyle, “İyi akşamlar,” dedi. Melisa irkildi. İçindeki huzursuzluk daha da arttı. “Kızım, zaten çok zayıfsın. Neden hâlâ spor yapıyorsun ki?”
Güler yüzlü, annesinin tam tersi bir kadındı, bir an ona sevimli geldi ama kadına cevap vermedi. Sadece yüzünü buruşturdu ve aceleyle kalktı. “Gitmem gerekiyor. İyi akşamlar,” dedi kuru bir sesle. Uzaklaşırken içinden homurdandı. Yine aynı saçma yorumlar. Kilomla ilgili herkesin fikri var sanki.
Melisa, annesini kaybettiğinden beri elli metrekarelik, 1+1 evde yaşıyordu. Tıpkı iç dünyası gibi dış dünyası da küçülmüş, dar bir alana hapsolmuştu. Yalnızlığıyla baş başa kalmıştı. Babası çoktan yeniden evlenmişti. Aralarındaki yalnızca gerektiğinde kurulan bir ilişki vardı. Maddi olarak sıkıştığında bazen babasından destek alıyordu. Bu yeni evlilik, Melisa’nın içindeki terk edilmişlik duygusunu daha da keskinleştirmişti. Artık kırkındaydı, hiç evlenmemişti. Sosyal çevresi neredeyse yoktu. Uzun süredir hayatında kalan tek insan, lise yıllarından beri tanıdığı Zeynep’ti. Onunla arada sırada görüşürlerdi. Zeynep, dış dünyayla kurduğu neredeyse tek bağ, bu dünyada hâlâ sevdiği nadir insanlardandı. Çeviri yapmadığı zamanlar, evdeyken çoğunlukla kitaplara sığınırdı. Sayfaların arasında kaybolur, farklı dillerdeki metinlerde kendine geçici bir dünya kurardı.
Koşar adımlarla parktan eve doğru yürürken telefonu çaldı, arayan arkadaşı Zeynep’ti. Konuşacak hali yoktu telefonu açmak istemedi bir an. Ama bu dünyadaki tek arkadaşını kırmak istemiyordu. Derin bir nefes alıp aramayı yanıtladı. Zeynep’in neşeli sesi telefonda yankılandı. “Nasılsın canım? Uzun zaman oldu görüşmeyeli.”
“İyiyim,” dedi isteksizce, “sen nasılsın?”
“Ben de iyiyim. Seni merak ettim. Bir kahve içmeye ne dersin? Belki yarın?”
İçinde bir direnç belirdi. Kalabalık bir kafede oturmak, insanlarla konuşmak. Düşüncesi bile yoruyordu onu. Ama Zeynep’in sesindeki samimiyete karşı gelemedi.
“Olur,” dedi sonunda, “yarın öğleden sonra olabilir.”
Telefonu kapattığında içi tedirginlik doluydu. Ama belki de Zeynep’le konuşmak iyi gelecekti. Zihni düşüncelerle boğuşuyordu. Defalarca Zeynep’e mesaj atıp buluşmayı iptal etmeyi düşündü ama parmakları telefona gitmedi bir türlü. Sabaha karşı biraz uyuyabildi. Uyandığında saat on biri geçmişti. Arkadaşıyla saat birde buluşacaktı, hâlâ vakti vardı. Ayna karşısına geçti, tekrar tartıldı. Biraz daha kilo vermişti. otuz dokuz buçuk kiloya düşmüştü. 1.58 boyuyla artık oldukça zayıf görünüyordu.
İyi bir makyaj yaparak göz altlarındaki morlukları gizlemeye çalıştı, en bol kıyafetlerini seçti, Zeynep’e karşı biraz olsun iyi görünmek istiyordu. Uzun süredir kimseyle yüz yüze görüşmemişti. Nasıl davranacağını unutmuş gibiydi. Kafenin kapısından içeri girerken midesi kasıldı, halen kaçabilirim, diye geçirdi içinden. Ama kendinden önce kafeye gelmiş olan arkadaşının sıcak bakışları onu bu kararından vazgeçirdi. Sarıldılar. Zeynep onunla yaşıttı, uzun boyluydu, kıvırcık saçları omuzlarına dökülüyordu, ne zayıf ne şişmandı. Ama en çok o gülümsemesi. Her seferinde Melisa’nın içini ısıtan o tanıdık ifade, yine iyi gelmişti. Onun sosyalliğine ve sağlıklı bedenine her zaman gıpta ederdi. Onun gibi olmak isterdi zaman zaman.
Birkaç basit cümleyle başladı sohbet, havadan sudan konuşmalarla devam etti. Ama zaman geçtikçe Zeynep’in gözlerindeki dikkat, onun huzurunu kaçırmaya başladı. Ne kadar iyi saklamaya çalışsa da bakışların ardındaki endişeyi hissediyordu. Onu çok zayıf ve kötü gördüğünü her haliyle belli ediyordu. Kilosuyla ilgili bir şeyler söylemek istiyor ama çekiniyordu. Bunu her halinden anlayabiliyordu.
Zeynep, sessizce çantasından küçük bir paket çıkardı. “Senin için aldım,” dedi, gülümsedi. İçinden bir çift yumuşak, lavanta renkli örgü eldiven çıktı. “Geçen kış hep ellerin üşüyordu ya…” Melisa, teşekkür etmek istese de boğazı düğümlendi. Bir süre daha oturdular. Zeynep, ona yaşadığı zorluklardan, kaygılarından bahsetti. Fincanının kenarını ovuşturarak, “Geçenlerde bir gruba denk geldim,” dedi, “böyle, nasıl desem kendiyle uğraşan insanların bir araya geldiği bir yer. Ben de bir iki kere gittim. Bilmiyorum, belki sen de... sırf dinlemek için bile olsa... İlla konuşmak zorunda değilsin tabii.”
Melisa, ne söyleyeceğini bilemedi, kalbi hızla atıyordu. Bu ilgi, bu merak… Onu hem ısıtıyor hem de savunmasız bırakıyordu. Sanki çıplak kalmış gibiydi. Sadece, “Bakarız,” diyebildi.
Zeynep’in arada bir elini tutması, omzuna dokunması, içinde bir şeyleri eritmişti. Bir bahane uydurarak erken kalkmak istedi. Arkadaşı ısrar etmedi, sadece, “Kendine dikkat et,” dedi.
Eve döner dönmez tartının başına geçti. Titreyen ayaklarını üzerine koymak üzereyken durdu.
Telefonundan bir mesaj sesi gelmişti. Yazan Zeynep’ti. Terapi grubunun üç gün sonra toplanacağını haber veriyordu.
Birkaç saniye kıpırdamadan öylece kaldı. Sonra tartıdan geri çekildi aynanın karşısına geçti. Yorgun ama tanıdık bir çift göz kendisine bakıyordu. Kendini olduğu gibi gördüğü nadir anlardan biriydi bu. Zeynep’in verdiği eldivenler avucunda yumuşacıktı. İlk kez kendini bir battaniyeye sarılmış gibi hissetti.
Ellerim artık anneminki kadar soğuk değil. Parmak uçları hâlâ Zeynep’in sıcaklığını hatırlıyordu. Belki Zeynep haklıdır. Belki gerçekten denemeliyim.
Birden eğilip tartıyı koltuğun altına itti. Belki bir gün yeniden kullanırdı. Ama bugün, o gün değildi.
Hanife Baş
Comments