Bu dağ başına çöküp oturduğumda fark ettim kendimi kaybettiğimi. Geldiğim yönü, adımı, yolumu, kimliğimi, sevdiğim kadını dahi hatırlamıyorum. Geçmiş yoktu. Gelecek gelmemekte ısrarcı. Sağ, sol, batı, doğu henüz eklenmemişti bir yerlere. Haritalar çizilmemiş, yön kavramının kabulü çok sonra olacaktı. Tanrının yarattıkları ile kavgası bile başlamamış. Çağsızlık hâkimdi. Öyle bir zamandı şimdi.
Ayaklarlarımı aşağı sarkıttım. Yere değme isteğim, ayaklarımı uzattıkça uzattı. Bir melek belirdi arkamda. Elinde bir mesaj, peygamberlik ilanı vahiy ile. Kayıp biriydim ben. İndirilen ayeti okumaya başladı melek. Var olma kaygısı ile ilk o zaman tanıştım. Kulaklarıma salıncak kurup, sallanıyor duyduğum ilk ses. Kabullenişe bürünmüş tınısı gizemli ve kederliydi. Kendi çığlığımı merak etmemi tetikleyecek kadar güzeldi. Oturduğum dağın karşısındaki dağa doğru sesimi teste durdum.
“Aylaaa!”
Uzadı uzadı ve avcı tarafından vurulmuş bir kuşun cansız bedeni gibi yere düştü sesim. Ötelerden şarap testisini düşürdü, bir şanslı kadın o zaman. Ayla kimdi? Niçin ilk kelimem bu oldu acaba? Vahyi almaya gelen kişi, benim Ayla’mdan ürktü ve meleği orada bırakıp kaçmaya başladı. Sahteydi, gelen emanetin sahibi o değildi. Şüphem yok artık, peygamber olsa kaçmaz yahut korkmazdı.
Uzattığım ayaklarım uyuşunca, dağın aşağısına doğru bağdaş kurdum. Bir parça gölge kafamı örttü. Saçsızlığımı o zaman fark ettim. Ne zaman terk etmişti beni kıllarım? Kimim ben, nereden geldim, nereye gidiyorum? Çağlara, vahiylere, ayetlere ne zaman karıştım? Gözlerim niçin bu kadar ağır, cüssem benden kaç beden fazla? Az evvelki peygamber nereye kayboldu? Başlangıcın besmelesini çeken bir meleğin sesinin ardından, suratıma aniden yağmur taneleri boşaldı. Ağzıma, burnuma ve kocaman gözlerimin içine bile girdi. Titriyordum. Karanlık çöktü çökecek gibiydi. Bu kızılımsı rengi nereden tanıyorum acaba?
Melek sıkıldı, arkasına bile bakmadan beraberindeki vahiy ile uzaklaştı. İşi gücü beklemek değildi elbette, haklıydı. Peşine takıldım. Koşmalarım, adımlarına denk gelmiyordu. Arkasını döndü, vicdana gelmiş gibi bekledi. Yetiştim durmasına. Açım, dedim. Bu kelimeyi nereden duymuştum acaba? Elindeki vahiye baktı baktı durdu. Düşünce sardı güzel yüzünü. Elindekine hızla üfledi. Az önceki dağ yerle bir oldu. Vahiy kocaman bir sofraya dönüştü. Nurlu elini uzattı bana. “Yemeğini ye ve geri dön.”
Nereye, diyemeden gözden kayboldu. Kayboluşunun ardından yankılanan sesi soframa ulaştı. “Ölünün manyağı hiç çekilmiyor.” Ne demek istediğini merak etmedim.
Karnımı tıka basa doyurdum. Yetmedi, çatlayana kadar yemeye karar verdim. Kaç lokma daha sığar boğaz boşluğuma? Az evvel dağ olan alanın tamamını yedim.
Hava kararınca, korku hissettim. Koşmaya başladım. Ayaklarım şişti, kollarım küçüldü. Ortalık karanlıktan kurtulmak yerine komple geceye karıştı. Kel kafamda saç yeşerdi. Nefesim çatladı göğsümde. Soluklanmak için durdum. Etrafa baktım. Yönümü bulmak zorundaydım. Gözümü kapattım. Hatırlamama yardımı dokunur diye sıkıca yummaya devam ettim. En sonunda acıyınca açtım. Her taraf gün oldu. Kalabalığını atamayan çıkmaz sokağa döndüm, oracıkta kalakaldım. Niçin geldim buraya? Balkondan aşağıya çıplak bir adam atladı. Kanlar içinde, “Aylaaa!” diye inledi. Balkondan sokağa vaveylalar koptu. Benimle beraber herkes sese döndü. Gürültüyle inleyen sokak sustu. Kıyamet koptu sanki o vakit. Sesler sessizliğe büründü. Yüklemsiz bir cümle ortaya doğru ünledi. Yalpaladı durdu. İnsanlar adamdan az önce atlayan kadını öylece bırakıp, adama doğru koşmaya başladı. Kadını ölüsü ile ortada bıraktılar.
Gözlerimi kör etme isteği ile daha çok sıktım bu sefer. Ölülere ayrılan, hürmetli sessizlikte buldum kendimi. Adı sanı olmayan bir mezar taşının kimsesizliği hoşuma gitti. Ellerimle kazdım kazdım ve çukurun güzelliğinin içine hırkamı serdim. İçeri girip bir güzel uzandım. Sanırım burasıydı evim, yurdum. Yönümü bulmanın verdiği huzurla uyuyakaldım. Başımda toplanan insanların sesi ile uyandım. Ellerini açmış mırıldanıyorlardı. Yüzüme su döktü ibrikten biri. Genzime hızla doluşan su damlaları az kalsın boğuyordu beni. Yattığım yerden kalkmak için doğruldum.
Kafamı musalla taşına çarptım. O vakit, ilk seni hatırladım. Şiirlerden fırlamış, adamı şair yapabilecek kadar sendin anımsadığım. Kaygısızlığın, iki yumurta, bir yeşil soğanla doyuşun. Yudumladığın çayda kocaman açtığın gözlerin, ellerini her yere banıp parmak uçlarını hayata daldırışın. Yukarı attığın bakışlar, akıtmamak için çabaladığın yaşlar. Ayçiçek yağlı sarmalara sevinmen, zeytinyağının uçuk fiyatına burun kıvırman. Küçük saksı çiçeklerine olan tutkun, yatakta deli yatman. Aldığın kilolar, dibi gelen saçlar. Çok zamansızdın sen. İlk kadındın, ilk sevilen, ilk doğurandın duygularımızı. Öncesiydin her şeyin çok öncesi. Başlangıçtan önceki yoldun.
Kimsesiz derdin olmayan bazı tuhaf yanlarına. Sigaranı parmaklarının arasında sıkıştıramayışını, senin uçlarından yere yuvarlanan küllerini. Tabloların içerisine sıkışıp kalan süt bozuğu beyaz tenini… Bana ümit verişindeki kederini. Şarap testini ilk alıp kıran kadın sendin. Üç Fatiha okuyup suratıma üfleyip, içtiğin şarabı yüzüme dualarla tükürendin. Ahirden çok önceydin. Ruhların en güzeli, âlemlerin var olamamış meleği sendin.
Ben sana göre yoktum. Altına kaçırıp, annesinden dayak yeme korkusu yaşayan bir adamdım hâlâ. Hayata inen ayetleri günlerce tekrar edip tek kelime ezber edemeyen de bendim oysa. Sefil, kara kuru bir adamdım sadece. Benim bazı delirmelerime, isyan edişlerime, çayı kafaya dikişlerime, yorgansız yatışlarıma bazı zaman öf bile demeyişine denk gelmek içindi doğrulmam.
Bu sefer sana gelmek için kalkmaya çalıştım. Kafamı ölü olduğumu hatırlatan taşa daha sert vurdum. Akan kanım, senin şarap şişene damladı. Ne zamandan beri yanımdaydın. Çiçek yeşili gözlerini ne zamandan beri ölü bedenime diktin? Ellerimi en son ne zaman tuttun? Taş kafamı parçalayana kadar kalkmaya çalıştım. Yanımdan sessizce yok olmanı sindiremedim. Saplantılıydım ben, sana koşmak isteyen bedenim ezildi. Sahipsizliğime elini uzatmayışına ağladım. Gözyaşlarım ölülerin arasına karıştı. “Damımı başıma yıkmaya çalışan kim lan?” diye bağırdı biri. Hızla sildim yüzümü. Korkak bir adamım ben, biliyorsun.
Günah meleğime yalvardım, bırak beni gideyim, diye. Sesim parçalanıp ölememiş bir balığın boğazına takıldı. Sulara karıştım o vakit. Kire bulanan denizin tam ortasında, oturmuş halini gördüm. Sana seslenemedim, denizler boyu koştum koştum ve boğuldum. Acımasızdın, yiten bedenime kahkaha atacak kadar acımasız oldun. Pişmanlığımı görmeyecek kadar. Affet beni, ben acı çeken bir ruhum, elimi tut, ruhuma can üfle, bağışla beni, demelerime kulağını tıkayacak bir sen olmuştun. Sokak lambasının karanlığında bıraktın beni. Bağırdım yeniden “Ayla tüm suç benim, affet beni!” Mavi su duydu da beni, sen duymadın…
Seni öldürüp, cesedini çamaşır askısının ruhsuzluğuna sermek değildi niyetim. Sıkışmış kirli hislerimi, serbest bırakmıştım sadece. Son bir günah işleyip, pirüpak olacaktım sana. Tanımadığım bir dudağı son kez öpüp, sana hissettiremediğim erkekliğimi verecektim. Yanlıştı biliyorum. Yanlışa, kötüye meyledecek kadar âşıktım sana. O sabah çok güzeldin. Bundan daha fazlası, yaratılan kadınlara intihar sebebiyetiydi. Duruluğuna sinemeyişim, öfkeye büründü. Kentlere aktı. Seni aldatma arzum korkunç bir hale geldi. Duygu durumum bozuldu. İçişime sinen bir kadını, tutkuyla öpmem bundandı. O’nun bana sarılıp bende var olma isteğini geri çeviremedim. Yetmedi, senin yokluğunu fırsat bilip evimize, yatağımıza kattım yarım kalan tamamlanmamızı. O an geleceğini kestiremedim. Gülü solmuş kırık yalancı gülüşün, gözlerime doldu. Odanın ortasına öylece çöktün. Alkışların, tanımadığım kadının hızlıca giyinmesi atamadığım şehvetimi çatırdattı. Vazoyu alıp, duvarda asılı duran tabloya fırlattın. Sigaranı odada yaktın. Külün üzerime düştü. Kalktın, sakinleştin sandım. Bir balkon kapısını açıp, kendini boşluğa atman çok aniydi. Elimi uzattığım boşluğa ulaşamadım. Aylaaaa! Çığlığım kaldı aşkımızdan geri. İzledim seni uzunca. Hocalara gidip okunan sulara, yaptığımız muskalara olan yarım inancım, tamamen kırıldı. İşte o zaman kendimi senden hemen sonra bıraktım boşluğa. Yüzüm dağıldı, aktım ölüne doğru. Hâlâ tutkuluydum sana. Sağa sola fırlayan bedenime ve o sırada çığlıklarıyla kendini paralayan kadının, ölmüş ölmüş, deyişine, Ayla, diyişim birleşti. Sonra kapattım gözlerimi.
Çukuruma su dökmeye yeniden başlayanların, konuşmalarına kulak kesildim. Bir kadın sesi.
“Al mutlu musun, tarikatlara kattın çocuğu, sen delirttin yavrumu!”
İç çeken bir adamın sesi girdi mahcupça kadının cümlesinin arasına.
“Doktora götürelim diye çok yalvardım sana, Ayla diye olmayan birini masamıza oturttuğu günü hatırla!”
Ağlayan kadın, “Tüm suç benim öyle mi? Oğlumuz bir kerhane balkonundan çırılçıplak atladı sokağa. Ayla diye bağıra bağıra çarptı boş zemine, suçlu ben miyim?”
Sesler kesildi, hıçkırıklar kaldı. Çağ başladı, vahiy peygambere ulaştı. Başucuma gelen melek, “Ey İsmail, azabına hoş geldin!” dedi.
Ölülerin arasından yeni kaçışlar aramak için meleğin peşine takıldım.
Meral Çiçeklidal
Kaleminize sağlık. Çok etkileyici bir öyküydü.🌺
İnsanın içine dokunan ve baya sürükleyen bir öykü olmuş.Yureginize sağlık.Yeni oykulerinizi sabırsızlıkla bekliyoruz😊