"Birkaç gündür yağmur yağmıyordu. Sonunda toprak sahanın muhtelif yerlerinde göletler oluşturup bir hafta boyunca bizi sırılsıklam eden sağanak, yerini bütün tebessümüyle parıl parıl parlayan bir güneşe bırakmıştı.
Ben diyeyim üç yüz, siz deyin beş yüz kişi… Hepimiz birden zamanla boyaları atmış, orasında burasında delikler oluşmuş tel örgülerin arkasına kümelenmiştik. Bizimkilerden birkaçı tostlarını bitirmekle meşguldü. Birkaçımızsa diğerlerine yer tutma telaşına düşmüştük. Bir iki hafta sonra mezun olacakken ama şansla ama duayla finale kadar çıkmıştık işte. Kimse bu maçı kaçırmak istemezdi. Önce onlar geldiler. Dizlerine kadar çektikleri yaldız çizgili siyah tozlukları, göğüslerini enine kesen siyah zemin üzerine eflatun şeritli asil formalarıyla sahaya giren on bir mağrur adam…
'Vay anasını, forma yaptırmış deyyuslar.' dedi Emre. 'Üç senedir kupayı kimselere kaptırmıyoruz, hakkımız herhalde.' deyince K sınıfından Ferit’i sırtına inen yumruklar eşliğinde ait olduğu tarafa, sahanın öbür ucuna postalayıverdik. Bu maçlar okul kurulalı beri yapılırdı. Kupaların sergilendiği köşede adı yazan sınıfın öğrencileri bunu ömürleri boyunca bir gurur nişanesi gibi göğüslerinde taşırlardı. Öyle ki son yıllarda çıkan dedikodular nedeniyle okul yönetimi sınıflara yerleşecek öğrencileri bile kura yöntemiyle belirlemeye başlamış böylelikle yok futbolu bilen öğrencileri bir sınıfa toplamışlar yok şu sınıfa torpil geçmişler gibi yüzyıllık turnuvaya halel getirebilecek söylentileri engellemek istemişlerdi.
Maçı daha iyi bir yerden izleyebilmek için sağa doğru seğirtmiştim ki o anda kulaklarımda ismim yankılandı. Kaptan boğazı parçalanırcasına bağırıyordu. Anlaşılan maçta oynamak isteyen var mı diye bakıyorlardı. Cesur, rahatsızlanmış, eve gitmek zorunda kalmıştı. Maça eksik çıkarlarsa hükmen yenik sayılacaklardı. Akşam basketbol oynarım diye yanımda getirdiğim siyah şort ve tişört sayesinde rüyamda görsem inanamayacağım fırsat kapımı tıklattı. Sınıfta takımın dışında kalıp da futbol topunu bomba diye karakola götürmeyecek tek kişi ben kalmıştım anlaşılan. Bu yılki finalde oynayacaktım. Hem de ona karşı…
Ulu çamın arkasında beyaz tişört ve şortu apar topar giydirdiler. Uygun ayakkabım olmadığından kaptanın bir numara küçük yedek kramponlarına ayaklarımı sığdırmak zorunda kaldım. Baharın ürperten serinliği vücudumda geziniyordu. Tüylerim diken diken olmuştu. Morlular orta yuvarlakta küçük bir daire oluşturup uyumlu bir biçimde sınıflarının adını haykırdılar. Tapınak şövalyeleri gibiydiler. Bizim takım dağınık bir şekilde anlamsız ısınma hareketleri yaparken kaptan kendisine yaklaşmamızı istedi. Birkaç taktiksel şeyden bahsettikten sonra bana dönüp 'Sana gelen topları kalemizden öteye vur gitsin.' dedi. Ardından ekledi. 'Beyler Salih’e pas vermiyoruz. Zorda kalırsak taca vurun gitsin.'
Sahada ulaşılması gereken bir sayıya yardım ediyordum yalnızca. Canım sıkılmış, üzülmüştüm ama futboldan anladığım da pek söylenemezdi. Rolüme razıydım. Zaten sınıfta toplasanız on bir kişi futboldan anlıyordu ve biri o gün sahaya çıkamamıştı.
Süt beyazı çarpık bacaklarım zangır zangır titriyordu. Düdük çalıp da maç başladığında ilk iş ağzıma gelen yüreğimi bastırmakla uğraştım. Bir oraya bir buraya başı kesilmiş tavuk misali koşuyor, koşuyor, koşuyordum. Heyecan bütün damarlarımdan taşıyordu ki sahada tam bir hezeyana başladım.
Kontrol edilemeyen duygular insana çok şey yaptırır. Hikâyeyi burada kesip biraz da heyecan ve hezeyandan bahsetmeli. Heyecan, sevinç, korku, kızgınlık, üzüntü, kıskançlık, sevgi gibi sebeplerle ortaya çıkan güçlü ve geçici duygu durumu diye tanımlanır. Hezeyanın akla gelen ilk anlamı ise saçmalamaktır. İkisi yakın akrabadır diyebiliriz. Ayrıca hezeyanlar ikiye ayrılır. Heyecandan kaynaklı iyi huylu hezeyanlar, cahillikten kaynaklanan umarsız hezeyanlar. İlgi duyduğunuz kişinin karşısında tarifsiz bir heyecan duyup elinizi kolunuzu nereye koyacağınızı unuttuğunuzda hezeyana başlamışsanız o halinize şefkat gösterin. Onlar tebessümle hatırlayacağınız anılara dönüşecektir. Bir tartışmada bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya kalkar hezeyana başlarsanız vay halinize! Yine de iyi tarafından bakın. Tecrübe biraz da hayatımızdaki rezil olduğumuz anların toplamıdır."
"Bu mudur yani hocam?"
"Evet, romantik yazarlar eserlerinin orta yerinde pattadak hikâyeyi keserler ve benim yaptığım gibi can sıkıcı öğütler verirler. Bu roman türünde bir kusur sayılır. Neyse ki modern edebiyatta bunun yeri kalmamıştır. Bahse konu bu araya girmeler en çok size ‘hâce-i evvel’ diye tanıttığım Ahmet Mithat’ın eserlerinde görülüyor. Yazı makinesidir o. O kadar çok yazmıştır ki… Ne mutlu ki hikâyeyi devam ettirir de okur yolunu bulur."
"Ahmet Mithat hiç de kusurlu falan değil bana kalırsa hocam."
"Belki de sen haklısındır."
"Hah ne diyordum. Hezeyan... Sevdiğim kız okulun merdivenlerinde bir anda karşıma çıkıp koltuk altımda taşıdığım bütün kitapları önüne düşürdüğümde büyük bir mahcubiyetin yanaklarımı kızıla kestiğini duyumsuyordum. Elimde kalan iki kitabı da yere fırlatıp sempatisini kazanmaya çalışmıştım. Hezeyan buydu işte. Futboldan zerre kadar da olsa anlamıyordum ama bir şeyleri ispat için sahaya çıkmayı kabul etmiştim. Buna cahil cesareti diyebilir miyiz? Ne dersek diyelim, o sahaya çıkmayı kabul etmiştim ve başıma geleceklere katlanmak zorundaydım.
Sırtına geçirdiği dokuz numaralı formasıyla sanki okul koridorunda caka satan kara yağız delikanlı, kırmızı kramponlarıyla üstüme üstüme gelip topu çarpık bacaklarımın arasından geçirirken o gün merdivende duyduğum kıkırdamayı yeniden işittim. Hem de tribünlerden 'Ovvv...' diye yükselen alaycı bir uğultunun arasından. Gözlerim kenarda heyecanla maçı takip eden sevdiceğimle buluştu. Utançla başımı çevirdim. Beni bir çırpıda geçip giden dokuz numaraya yetişmek artık imkânsızdı. O top gitmiş, bizim kalede gol olmuştu. Bu kadar erken gelen gol, büyük bir hezimetin habercisi miydi?
Hezeyan, mahcubiyetle birleşince benzin oluyorsa aşk da kıvılcımdır çocuklar! Bunları yan yana getirdiğinizde tahrip gücü yüksek bir patlamaya hazırlıklı olmak gerekir. Apış aramdan geçen topla yediğimiz gole mi yanayım, bütün okula rezil olduğuma mı? Kaybedecek bir şeyi kalmayan insan tehlikenin sözlükteki karşılığıdır. Santra vuruşu yapıldığında aklımda yalnızca intikamımı almak vardı. Ancak ben sinir harbiyle oradan oraya çırpındıkça daha da derine batıyordum. Saha kenarından gelen 'Oley! Oley!' tezahüratları eşliğinde beni bir üçgenin için alan rakip takımın ileri uç oyuncuları artık işi iyice dalgaya dökmüştü. Sinirden akan gözyaşlarıma engel olamıyordum. O anda içinde bulunduğum durumu arkadaşlarım da kabullenememiş olacak ki bana desteğe gelip rakibin ayağındaki topu almak için topa daldılar.
Bu aşağılanma işe yaramıştı. İlk yarı boyunca bir daha kalemizde tehlike yaratamadılar. İkinci yarıda bizim çocuklar toparlanmış, rakip yarı alanda oyun üstünlüğünü ele geçirmişlerdi. Ben ve sol bekte duran Fikret aniden top kapıp üstümüze gelirler diye kendi alanımızdan çıkmıyorduk. Fikret ne derse öyle yapıyordum. Çık deyince çıkıyor, dur deyince duruyordum. Kornerden gelen topa stoper Mustafa son anda ayağının ucuyla dokununca top ağlarla buluştu ve ben sevinçten ne yapacağımı şaşırdım. Hızlıca arkadaşlarımın yanına koşarak başarıda pay sahibiymişim gibi gururlandım. Kendi bulunduğum mevkiye dönerken maçı izleyenlerin arasında o mavi gözleri aradım. Bu kez o gözler bana bakmıyordu. Golü bulunca bizimkiler iyiden iyiye heveslendiler. Sağlı sollu ataklar yapıyorduk. Bu arada benim ayağıma topun değdiği yoktu. Fikret bana defansta kalabalık etmeme görevi vermişti. Sağ koridorda bir ileri bir geri koşuyordum. Neyse ki bir serbest vuruş kazanıp Vedat’ın Hagivâri vuruşu ile ikinci golü de bulduk. Beş dakika daha dayanabilirsek içinde benim de olduğum takım kupayı kaldıracaktı.
Kaybedecek bir şeyleri kalmayanlardan çekinmeli. Onlar fütursuzca her şeyi yapabilecek hale gelirler. Karşımızdaki takım adeta bize nefes aldırmıyordu. Son dakikada dokuz numara topu yine önüne aldı. Önümde Cevat oynuyordu. Dokuz numara ayağına topu her aldığında ben Cevat’ın müdahale edip tehlikeyi savuşturması için dua ediyordum. Bu sefer dileğim kabul olmadı. Dokuz numara Cevat’ı klas bir hareketle geçip üzerime doğru gelmeye başladı. Beni geçerse kaleciyle karşı karşıya kalabilir ve golü atarak maçı penaltılara taşıyabilirdi.
Maçın başındaki gibi iki ayağını da topun üzerinden sırayla geçirdi. Maksadı beni tongaya düşürüp bir tarafa hamle yapmamı sağlamak ve topu bacaklarımın arasından geçirmekti. Bu sefer hızlı davranıp bacak aramı kapalı tuttum. Duvara toslamıştı. Top önümde kalıvermiş, o ise beni ardımda kalmıştı. Tribünlerden önümdeki topu sürmem için büyük bir gürültü koptuğunu fark ettim. Zira hızlıca ileriye koşabilirsem üçüncü golü de bulabilirdim. Bir telaş önümdeki topu düzelttim ve topa dokunarak ileri doğru atıldım. Bir iki adım atmış, hızlanmaya başlamıştım ki son düdüğün çalmasını bekleyen seyirciler kocaman bir uğultuyla adeta beni kanatlandırmışlardı. Var gücümle depara kalkmıştım. Önümde kimseler yoktu. Orta yuvarlağı henüz geçmiştim ki topuğuma hafifçe dokunulduğunu hissettim. İki ayağım birbirine çarptı. O hızla yere düşmemek için çırpınılan bir an vardır hani. Denize balıklama atlamaya benzer bir pozisyon alana kadar fuleli adımlarla koşmaya devam eder insan. Öyle bir koşmaktır ki nedense düşmek üzere olan kişi için yavaş çekimde gerçekleşir bu hadise. Her adımda kamera toprak zemine daha da yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır… Ve avuç içlerini yere koyup göğsünün üzerine zorunlu inişi gerçekleştirirsin. Aynen anlattığım gibi oldu. Yere kapaklandıktan bir iki saniye sonra havaya kalkan toz dağılmış, büyük bir kahkaha tufanı içinde maçın son düdüğünün çaldığını, arkadaşlarımın sarmaş dolaş bizim kalenin önünde sevindiklerini görmüştüm. Avuç içlerim patlamış, dizlerim kan içinde kalmıştı. Ahlar vahlar içinde kalkmaya çalışırken Fikret gelip koluma girdi ve beni kaldırdı. Kazanmıştık. O mağrur takımı dahası dokuz numarayı devirmiştik. Ağızlarının payını almışlar, bizimle dalga geçmenin bedelini ağır ödemişlerdi. Gözlerim seyirciler arasında olduğunu bildiğim o mavi gözleri arıyordu…
Evet arkadaşlar, romantik yazarların eseri keserek öğütler verişini kafamızda somutlaştırabildiysek yeni bir özelliğe geçebiliriz artık.”
“Ama bu haksızlık, sonra ne oldu hocam? Bizi merakta bırakmayın lütfen.”
“Sonrasının pek önemi yok aslında. Duydum ki, o dokuz numara geçtiğimiz günlerde büyük bir kulübe milyon dolarlar karşılığında imza atmış. Bana gelince, beni biliyorsunuz işte sizlerin meraklı bakışlarına cevaplar bulmaktan büyük bir keyif alıyor ve her gün altı tane imza atıyorum sınıf defterine…”
Murat Gil
Comments