top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Neslihan Bağlaç- Çolak

Satıp gitmek en iyisi. Evet evet, nasıl olsa Vahap emmi kesenin ağzını açmış, ne kadar fiyat versem razı almaya. Necmiye teyze kafa bırakmadı ki… İstemiyorum, satacağım evi barkı, gideceğim buradan dedikçe, daha çok üstüme geliyor. “Arsa değerlenecek, yapma etme, sonra çok pişman olursun.” demesine kulak asmayınca bu defa anılarımı devreye sokmaya çalışıyor. “Damında güvercin beslediğin evi satmaya gönlün nasıl elveriyor Remzi?” dedi dün akşam. İçim burkulmadı değil hani. Ah, hele o paçalı yok mu? Hâlâ döner durur zihnimin gökyüzünde. Necmiye teyze ne bilsin, o damın güzellerinden çok, acı anıları hatırlattığını. Yok, artık kimseler beni kararımdan döndüremez. Satacağım, kararım kesin! Hem ev hem de bu şehir kabuk tutmuş yaranın üzerinde gezinen karasineklere benziyor benim için. Kurumuş yarayı kanatmaya hacet yok, sinekleri öldürmenin vakti geldi.

***

Remzi kafasındaki karışık düşüncelerle yolu adımlarken, bir yandan da karnını doyurmak için uygun bir lokanta arıyordu. Şehrin sokakları yabancıydı ona artık. Çocukluğunun ve ilk gençliğinin geçtiği sokaklarda değil de bütünüyle yabancısı olduğu bir şehirde yürüyordu sanki. Duvarına menüsünü asmış bir lokantanın önünde durdu nihayet. DURUMA GÖRE DÜRÜM: ADANA KEBAP DÜRÜM (Acılı), URFA KEBAP DÜRÜM (Acısız), TAVUK ŞİŞ KEBAP DÜRÜM, ET ŞİŞ KEBAP DÜRÜM, CİĞER ŞİŞ KEBAP DÜRÜM… Listeye şöyle bir göz attı ve ÜSTADIM DÜRÜM lokantasının kapısındaki birkaç merdiveni çıkarak içeri girdi.

Küçücük, salaş bir yerdi. Hepi topu iki masa, etrafında da sandalye ve tabureler vardı. Masanın birine ilişiverdi hemen. Ocak başında kebapları pişiren usta seslendi: “Hoş geldiniz, ne alırdınız?” Remzi tereddütsüz, “Ustam bana bol acılı, bol soğanlı Adana dürüm, yanına da acılı şalgam,” dedi. Usta, dolapta hazır duran şişlerden birini mangalın üzerine koyarken, Remzi de ilk defa gittiği bir yeri gözlemleyen her insan gibi bu küçük lokantayı inceliyordu. Hemen çaprazında, duvardaki rafa oturtulmuş tüplü televizyona ilişti gözü. Yabancı bir film oynuyordu. Belli ki sırf ses olsun diye açıktı televizyon. Karşı rafta irili ufaklı baharat kavanozları diziliydi. Kimi salça, kimi turşuyken baharat kavanozu oluvermiş birdenbire. Remzi çocukluğunun geçtiği evine benzetti kavanozları. O evin içindeki her şeyi tüketmişti, içine anlamlar katma görevi yeni sahibindeydi artık. Yıkanmış, içinde taşıdığından hiçbir eser kalmamış tertemiz bir kavanoz gibi devredecekti evi Vahap emmiye.

Kebap şişini pidenin arasında avucunun ortasıyla bastırıp yağını aldıktan sonra, şişi tekrar mangala koydu usta. Mangalın hemen yanında duran doğrama tahtasında hızlı hareketlerle soğanları yarım ay şeklinde doğradı; biraz tuz, sumak ve maydanozla harmanlayıp bir tabağa aldı. Ardından ezme salata için domatesleri doğramaya koyuldu. Art arda inip duran bıçağın sesi, bıçak darbeleriyle ezilen domatesin tahtadan yere süzülen kıpkırmızı suyu Remzi’yi yıllar öncesine götürdü...

Ortaokulu yeni bitirmişti. Babası, “Erkek adamın eli ekmek tutmalı, kolunda altın bileziği olmalı ki adam olsun,” diyerek mahalledeki kasabın yanına çırak vermişti Remzi’yi. İtaati saygıyla karıştıran her evlat gibi Remzi de yolunu sorgusuz sualsiz babasına teslim etmişti. Henüz iki hafta olmuştu kasapta işe başlayalı. Ustası beş kilo eti kıyma çekmesini söyleyip canlı hayvan mezadına gitmişti. Remzi, ustasından gördüğü gibi işe koyuldu. Parçalara ayrılmış etleri sol eliyle kıyma makinesine atarken, diğer eliyle çıkan kıymayı kaplara koyuyordu. Küçük bir an, küçücük bir dalgınlık o elim kazayı beraberinde getirdi. Önce parmakları, sonra komple eli kıymaya karışmıştı Remzi’nin. O günden sonra koluna ne kadar bilezik takmaya çalışsa da hepsi teker teker düştü kolundan. Adı kaldı Çolak! Herkesin gözünde eksikti artık Remzi, yarım adamdı.

“Afiyet olsun,” diyerek dürümü ve şalgamı önüne bırakan ustaya bomboş gözlerle baktı. Dürümünden bir ısırık aldı, tam istediği gibi bol acılıydı. Şalgamdan da bir yudum aldı, o da acılıydı. Yanmışım anasını satayım, daha çok yanayım dercesine, masanın üzerindeki acı biber turşularından ikişer üçer atıyordu ağzına. Şalgam şişesini tekrar kafaya diktiğinde, karşı duvarda, baharat kavanozlarının hemen üstünde asılı duran, “HATIRAN YETER” yazan büyük afişle çarpıştı gözleri. Eprimiş ve sararmış hali yetmişlerden kaldığını bağıran bu afiş, onu kalbinin en karanlık odasına davet ediyordu.

Emine’yi düşündü, onu ne çok sevdiğini. Okula giderken, okudukça ona gülümseyen Emine’nin eline küçük küçük notlar tutuştururdu. Sonra büyük büyük hayallere dalardı... Büyümüşler, evlenmişler, biri kız biri oğlan, iki de çocukları olmuş mesela... Mutlular, çok mutlular. Çolak kalmasaydı birlikte bir sonları olur muydu diye defalarca hayal kurmuştu da Emine’nin annesi tek seferde yıkmıştı o hayalleri. Kızını değil Remzi’ye, kimselere layık bulmuyordu. Gözü yükseklerdeydi.  Hem varoş bulduğundan hem de kaynanasının adını sevmediğinden, Mine diyordu Emine’ye. Anasını ağız yoklamaya gönderdiğinde yıkılmıştı o büyük hayalleri Remzi’nin. “Benim güzeller güzeli kızım, kala kala senin eksik oğluna mı kaldı be kadın. Ne eli var ne mesleği… Çolağa verecek kız yok bende, hadi uğurlar ola!” deyip göndermişti anasını kadın. Genç kızların, cüzdanı dolgun adamlara layık görüldüğü, gerçek sevgilerin yüreklere gömüldüğü mahallelerdendi onlarınki. Çok geçmedi, Emine’nin anası da kızına cüzdanı dolgun bir Almancı buldu. Emine evinden ve Remzi’nin hayallerinden beyaz bir güvercin gibi uçup gitti. Gözleri dolarak bir ısırık daha aldı dürümünden; acı, bol acılıydı. Emine’yle evlenebilseydi, annesi gibi Mine demeyecekti oysaki, kendinden emin bir şekilde Emine’m diyecekti. Ama olmadı... diyemedi, dedirtmediler. Olmazlara çoktan alışmıştı da bir tek Emine’nin olmayışına alışamamıştı... Onun hatırasını kalbinin en karanlık odasına sakladı o günden sonra. Ne zaman kendini dünyada tek başına kalmış gibi hissetse, hep o karanlık odaya kaçtı.

Son lokmasını ağzına atarken, bileğinin üzerine damlamış kebap yağına karışıyordu akan gözyaşı. Masanın üzerindeki küçük metal tabakta duran kolonyalı mendil paketlerinden bir tane alıp paketi dişleriyle yırtarak açtı. Kolonyalı mendille bileğini sildi iyice. Sonra bilek topuzunu tırnaklarını geçirircesine sıktı. Artık çıkmalıydı bu dürümcüden, bu şehirden ve geçmişinden. “Ustam,” diye seslenirken, havada yazı yazma hareketiyle hesabı istedi kebapçıdan. Hesabı ödedi, kapıda durup havayı ciğerlerine çekti, önündeki birkaç basamağı inip kendini dar kaldırıma attı. Topuklarını sertçe yere vura vura dar kaldırımda hızlı adımlarla ilerledi. Kaldırım o kadar dardı ki yanından geçen adama omzu sert bir şekilde çarptı. Oralı bile olmadan yoluna devam etti Remzi. Sendeleyen adam, düşmemek için kendini zor toparlayarak durdu ve Remzi’nin arkasından sinirli sinirli bağırdı: “Çüüüüş! Öküz, kör müsün ulan! Tabakhaneye bok yetiştiriyor sanki dümbük!”  Arkasından edilen hakaret ve küfürleri duyan Remzi, bir an duraksadı. Dönüp adamın ağzına bir yumruk atmak istedi ama arkasına dönmedi. Artık kaybedecek bir dakikası bile yoktu... Gözlerini yumdu, derin nefes aldı, dişlerinin arasından tısladı, “Kör değilim, çolağım ulan...” bilek topuzunu var gücüyle sıkarken onu duymayan adama cevap veriyordu hâlâ... “babamın mezarına tükürük yetiştiriyorum, en acılısından!”

O andan itibaren bir daha arkasına bakmamaya söz verdi Remzi. Dar kaldırımda hızlı adımlarla gözden kayboldu. Kendisini hayat karşısında ilk defa bu kadar cesur ve adımlarının yere bu kadar sağlam bastığını hissediyordu.


Neslihan Bağlaç

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page