top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Nihat Altun- Turuncu Terlikler

Traverslerin arasındaki mıcırlar hafiften gıcırdayınca uzun uzadıya çalan tiz bir düdük sesi, rüzgârla birlikte karanlık tünelin oval, koca ağzından içeriye sızıverdi. O vakit, gergin rayların kulunçları bir bir kırılmaya yüz tuttu.  Yenleri eskimiş paltosunun beline sıkı bir urgan bağlamış hırpani kılıklı bir adam iki rayı ortalamış bir vaziyete yürüyordu. Taş Kömürü Müessesesinin emektar soğuk demircisi Cevahir Usta, namıdiğer deli, mütevazı, erdemli, hoşgörülü…

“Bu alemde kutsal olan emektir, sevgidir” sözü en vazgeçilmez sloganıydı yüreğinin. Gençliğinde siyasi içerikli birkaç kitap okumuş, eğilimlerinden ötürü gözaltına alınıp sorgulansa da kaderin cilvesi belki de yatarı nezaretle sınırlı kalmıştı. Velakin, arkadaşları soğuk hücrelere, işkence tezgahlarına, zamansız ölümlere götürülürken dışarıda olmayı zül saymıştı kendine.

Saç sakal bir karış, göz bebeklerinde sarı lekeler, alnında keder izleri…Şuuru yerindeydi fakat geçirdiği zafiyetin kalıntıları yüreğinde kalıcı hasar bırakmıştı.  Ağır, sisli düşünceler sevimsiz bir bulut gibi tepesine ha bire huzursuzluk yağdırıyordu. Bir kurtulabilseydi bu illetten.

Ardına bakma gereği duymadan, tamamen hislerinin verdiği alışkanlıkla, rayların kenarına isteksizce attı kendini. Sağ elinde, kafasına göre çalışan pirinç madenci fenerini tutuyordu.  Diğeri omzuna attığı alet edevat, öteberi dolu çuvalın düğümünde…

Malulen emeklilik için arzuhali yazılıp gönderilmişti. Yüksek makamlardan haber bekleniyordu. Günleri mi noksan kalmış, evrakları mı tamamlanamamış ne?..  Hâlbuki o, işin bu tarafında çoktan vazgeçmişti de kimselerin haberi yok. Dünyası, görünen hakikatin dışında bir yerde… Zaman yitmiş, perde kalkmış. Yaşamın eğri yüzü görülmüş, çoğul acılar yaşanmış, tortusu kalmıştır.

Fenerinden sızan cansız ışığı sağa sola gezdirerek en yakın korunakla arasındaki mesafeyi hesaplamaya çalıştı. Birkaç metre ötesinde bir cep bulunuyordu. Oraya doğru geniş, hızlı adımlarla ilerledi. Kaçış için saniyeler vardı önünde. Gelişini erkenden haber vermişti yük treni, gerisi ona kalmıştı. Tıkırtılar şiddetlenince tünelin tavanında baş aşağı duran yarasalar derin uykularından uyanıp huysuzlandılar, yeni bir dinlence yeri bulmak gayesiyle harekete geçtiler, sağa sola yalpaladılar.  Uyku sersemliğinden ötürü yönünü tayin edemeyen biri, cebin içine çömelmeye çalışan ustanın paltosuna sürtünerek geçti. Sonra ince kanatlarının gerginleştirip dörtgen şekline getiren diğerleri… Ve sersem sepelek uçtular tünelin diğer ucuna, kuytuluklara doğru. Cevahir Usta sığındığı cepte çömelmiş, iki avucuyla kulaklarını kapatmış bir halde sarsıntının bir an evvel dinmesini beklerken korkunç bir homurtu çıkararak önünden akıp gitti vagonları silme kömür dolu katar. Ortalık, genzi yakan bir gaz bulutuyla boğuldu. Kurum parçacıkları her taraftan yağdı üstüne.

Yerinden bir müddet kımıldamadı tüneldeki gaz akıp gitsin, karanlık açılsın diye. Beklerken ağzındaki izmaritin ateşiyle bir dal daha yaktı. Tünelin başından buraya dek bilmem kaçıncısıydı. O, yürürken, çalışırken, çay yudumlarken tütün dumanını birbirine eklemeyi severdi. Kuyruk kuyruğa… Gittikçe genişleyen uzun bir yol yapardı dumandan. Ola ki yol, olmadık bir yerde koptu, o zaman değerli bir eşyasını kaybetmiş gibi üzülürdü. Yaşamının bir yerinde kopukluk olacağını, nahoş bir hadise gerçekleşeceği hissine kapılırdı. Ortalık ferahlar ferahlamaz yerinden kalktı. Eski güzergâhında yeniden yer etti ayaklarını.

Şehrin metrelerce altında geçen bir tünelin iki ucunun ortasında bir yerde, elindeki fenerle önünü yoklaya yoklaya ilerlerken, boğuk boğuk öksürdü, yarım sigarasını çekti ağzından. Sesli sesli düşünmeye başladı, “Bu filtresiz Birinciler de olmazsa feleğin kahrı çekilmez yemin billah!” diyerek uzun uzun iç çekti. “Sıhhate zararlı diyorlar ama içmeyen ölmüyor mu sanki! Yeniden dünyaya gelsem, herhalde gene bu mereti dudaklarımdan düşüremezdim. Bu kadar ağır yük başka türlü çekilmez…” Bir an duraksadı, kafası karışmış gibiydi söylediklerinden ötürü. Üstüne basarak “Hayır, Bir daha dünyaya gelsem… Hayır, bu söz olmadı.”

Durdu, aklına abartıya kaçmayacak uygun bir cümle getirmeye çalıştı. Hemencecik, bir söz buldu bulmasına da, ilkinin özdeşi sayılabilir miydi, tartışılır… Alakalı olma derecesi, eh işte! “Dünya, yaşattığı acıları örseleyecek gücü vermiyor insana. Evet, kallavi bir söz… Birinin sözü müydü, yoksa ben mi uydurdum?” diyerek ikilemde kaldı, sonra, “Ne önemi var ki. Söyleyeni bilip de konuşmuş. Bu söz de bir öznellik var mı var? Başkaları, bunun tersine, acılarının üstesinde gelebilmiş mi? Yüksek olasılık… Ben neresindeyim? Mühim olan bu değil mi? Samimiyetle, o güç bende yok şu anda. Belki bundan sonra da olmayacak. Benim savım, Tanrı, olan bitene seyirci kalarak buluyor huzuru… Evet, sanırım, yargılama biçimi öyle…” Başını hafifçe salladı ve yürümeye devam etti.  Cıgaranın gövdesinde iki parmak uzamış külün kendi rızasıyla düşmesini beklemeden parmağıyla dalı dürttü ve iki hamleyle ancak düşürebildi. Külün direşken haline oldukça şaşırdı.

Eskiden olsa kulağı kirişte olurdu. Şimdi, aman ne olacak? Kimin umurunda ölüm… Şehrin dar ve köhne şartlarında birçok telaşenin arasına sıkışmış yaşamdan erinç derildiği görülmüş müdür hiç? Lokomotif, ağır gürzüyle ona çarpıp ray ile tekerlek arasına sıkıştırdığı vücudunu parçalara ayırsa çekeceği acı, bilemedim, birkaç dakika sürer. Muhtemeldir ki ölüm sahnesi böyle gerçekleşirdi. Hızlı, bitirici, temiz… Aklının köküne ilişen bu düşünceyi beğenmedi. “Yok, canım, o kadar da değil. Bunu istemezdim herhalde. Hem o kadar kolay mı ruhun bedenden kurtulması? Ne bileyim, başka bir bedende yeşerip ikinci bir yazgıya tav olması, oradan da bir ton dert yüklenip sonra bir diğerine geçmesi mantıklı bir seçim olamaz. Yalın, mümkünse kısa yaşamak… Teferruat neme lazım… Hicran duygusundan arınık hür bir yazgıya kailim. Eğer ki sevdiklerimin acısıyla sınanmayacaksam olur. Gerisine bedenim tok, ruhum tok…”

Babasından yadigâr, otuz beş yıldır gözü gibi baktığı Citizen saatine baktı. Rakamları seçemedi yuvalarında küçülmüş gözleri. Fenerini devreye koydu. Öğleden sonra iki buçuk… Yolcu treninin geliş saati de yakındı. Adımlarını sıklaştırdı bu kuytu, karanlık dehlizin içinde.

Biliyordu, makinistler bu ışıksız beton silindire girerken ses verirlerdi toparlak burunlu trenlerinden. Gene de tedbirli olmakta fayda vardı. Çünkü şehrin kökleri bin bir zahmetle yarılarak açılan bu demir yolu tüneli, insanların şehrin diğer yakasına keseden gitmesi için değildi. Ancak birileri hiç sakınmadan burayı kullanıyordu. Macera olsun diyen berduşlar, ergen çocuklar ve işlerinin başına erkenden varmak maksadıyla burayı kullanmak durumunda kalanlar…

Cevahir Usta’nın şimdilerde tehlikesine aldırış etmeden günaşırı gölge düşürdüğü bir nevi karanlığına ve yanık kokusuna meftun olduğu dehlizden ilk geçişi, yani evveli çok farklıydı.  O zamanlar korku duyarak yürüdüğü bu tüneli kullanmasının geçerli sebepleri vardı. Bunları zihninde maddeler halinde işlemişti. Dersin ki tüneli yürüme kuralları çizelgesi sanki… Ekmeğinde olan bir işçinin sorumluluk bilinciyle oluşturduğu ruhsal bildiri… Şehirdeki birçok kişinin sevip saydığı, kadri kıymeti bilinen, herkesin işine el atan Cevahir Usta, şayet birilerine denk gelirse eğer, mazeretini, derdini anlatabilmek için bu bildirinin ilk üç maddesini bir çocukça masumiyetiyle sıralayacaktı.

Bir, şehrin diğer yakasına geçmek için düzayak ve kese yol burasıydı. İki, herhangi bir vasıtaya atlayıp gitse mesai saatleri dışında küçük işlerden kazandığı birkaç kuruşu da yol parası ederdi. Malum o dönem mahallelere sefer yapan vasıta bulmak da güçtü. Üç, o dönemeçli bayırları yürümeye kalksa zamandan tasarruf edemez, yorgun düşer. İş yapmaya mecali kalmaz. Hülasa, bu ışıksız tünel en elverişli yoldu onun için, işlerini ancak böyle rayına oturtabilirdi. Böyle bir sebep kuyruğu işte… 

Çalıştığı atölye tünel ağzının birkaç metre ötesindeydi. Eviyse burayı ve garı kuşbakışı gören kara ağaçlı bir tepenin eteğinde mücavir alan içinde kurulmaya çalışılan mahallenin derme çatma barakalarından biri… Yük ve yolcu trenlerinin bu ağızdan şehre yavaşlayarak, düdük öttürerek girişini, şehirden gönül burukluğuyla çıkışlarını, gardaki yatışlarını, uyurgezer hallerini, uyanışlarını bir bir görebiliyordu.

Tünel ve trenlerle böyle yalın, samimi tek taraflı bir bağ kurmuştu. Ustayı bu tehlikeli dehliz yoluna çeken bir başka boyut da buydu belki de. Ne zaman şehrin karşı yakasına gitmeye kalkışsa ayakları doğruca tünele yönelirdi. Alışkanlık mı bilinmez. Direngenliğiyle yazgısına şerit değiştirmeye çalışan Cevahir Usta, iyi bir aile babasıydı. Nasırlı ellerinin, ayaklarının haline bakmadan meşakkatli işlere koşardı. Birinci cıgarası, her akşam içtiği bir kadeh rakısı onu yenilerdi. Ne yorgunluk ne ağrı ne de tasa bırakırdı bedeninde. Yeter ki çocuklarının rızkı çıksın. Kursaklarına üç beş lokma fazla girsin. Sağlığı el versin. Gerisi abartılacak kadar mühim değildi. Beş boğaz, kuru bir maaş… Kime yetsin. Un, şeker, bulgur alsa yağ ve et para kalmaz. Ne iş çıkarsa mırın kırın etmeden koşacaktı… Dünyalık, kefen parası mühim mesele… Lakin, “Amannnn!” derdi. “Dünya malı dünyada kalır, kefen cepsiz…” şiarı baskındı onda. Eli uz olduğu gibi açıktı da.

Onu bu işten o işe sürükleyen sebepler... Bir de inşa etmek, sağlamlaştırmak, tamir etmek, düzeltmek, hazırlık yapmak üzerine kurulu müzmin iç dünyası… Eli boş durmayacak; kolları, ayakları devinim halinde olacak daima. Dünyanın çatısı çökse, herkesin can havliyle kaçtığı yerde o, “hangi taraftan işe başlarım” düşüncesiyle hesap kitap yapacak kadar işe düşkündü. Çalışmaktan memnun, huzuru böyle yakalayan bir insan… Kendi kabuğunda oturup pineklemek onun ruhuna ağır gelirdi. Hasta yatağında yatarken bile içi gıdıklanırdı. O haliyle kalkıp iki odun kırmayı düşünürdü. İllaki bir işin ucunda tutacak, mütemadiyen çalışacak… Mesai arkadaşları en çok bu hususta ona takılırlardı. “Yahu Cevahir Usta, mezarda dahi aklın iki sac bükmenin, demir kaynatmanın derdinde olur,” derlerdi alaylı alaylı, “Sana oturmak zor geliyor, bize çalışmak…”

Munis ve harbi bir adamdı Cevahir… Yaşamın kendisine sunmadığı olanaklar için serzenişte bulunmazdı. Ancak yıldızının düşük devirli olduğuna kanaat getirdiği oluyordu bazen. Rast gidecek diye umut ettiği, olur gözüyle baktığı, gidişatında engel görmediği işleri ardı sıra sarpa sarınca, tahammül edilmeyecek sevimsiz bir endişeye kapılırdı. Bunu silebilse aklından, hiçbir tasası kalmazdı muhtemelen. 

Aşina olduğu bu tüneli uzun süre hep aynı umutla, hayalle kullanmıştı.  Ancak bugün çok farklı bir maksatla geçiyordu buradan. Artık aklına nereden estiyse bu düşünce… Cevahir Usta işte; gerçeği düş, düşü gerçek gördüğünden beri ahvali böyle… Müessesede yıllarca birlikte iş gördüğü ve elim bir iş kazasında kaybettiği, yakın arkadaşı, dostu merhum Kara Refik çağırmıştı onu. Nereye gideceğini soracak olanlara hâlihazırda vereceği yanıt bu… Sözde, ona yardıma gidiyordu. El ele, sırt sırta verip çatı saclarını, sundurmasını yapacaklardı iki göz evin.

Aksilik bu ya, son aylarda işler de kesattı. Cevahir Usta’nın rızık kapısı mı kapanmıştı, ne?  Yolundan gitmeyen neler vardı fark etmediği, bilmediği?.. Eli kolu sağlam, önü ardı açık… Bir yerde muhakkak vardı bir uğursuzluk, kısmetsizlik…

İnsan hep aynı kararda kalır mı? Dağ, taş, toprak, ağaç, çiçek, böcek… Kim ki ebedi bir iskâna sahipti. Bir gün zamansız bir ağrı gelir tutar mıydı eşiği?  Kuşkusuz. Vaktin ağırlığı atılabilir miydi bir dikişte? Gönül hafif kalabilse ne âlâ… Lakin huzursuzluğa, kedere yakışan bir tanım yok… Geceyi, gündüzü, bayramı seyranı tarumar edip geçen dilsiz acıların birçoğu asırların köklerinden damıtılmış, kalubeladan bu yan uyanık…

Uzun, dar tünel karanlık ve kasavetli… İçi oyulurken aydınlatma sistemi düşünülmemiş ya da şartlar elvermemiş ötesine. Şehrin en kadim yerlisi sayılmış zamanla. Gelip geçen yüzleri kaydeder hafızasına, onları can kulağıyla dinler. Öteden beri bir dost gibi bağrına bastığı Cevahir Usta’yla daha bir haşır neşirdir şimdilerde. Kâh hüzünlenir kâh susar onunla. Herkes gibi o da yalnızlık dokur durmadan.    Neylesin. Bütün bir yazgı, avuç içlerindeki birkaç çentik… “Levh-i mahfûzda ne varsa olur bir gün,” demekten başka bir-iki sitemkâr söz edilir belki. “Hey gidi felek, nice namdar yiğitleri düşürecek kadar acımasız ve vefasızsın. Cevahir Usta kaçıncısıdır kim bilir.”

Henüz ikinci bir trenden ses seda yoktu.  Yalnızlığın en ari biçimi… Adımlar ağır… Havsalası eskiye dair ne varsa önüne koyuyordu. Yürürken neden hep düşünür ki insan? Şaşırtıcı olan en başta dert gözesinin açılmasıydı.

İlk göz ağrısı, süt gerdanlı, akıllı bir körpecik: Karanfil

Doğduğunda, annesi onu uzun bir süre kimseye göstermek istememiş nazar değer diye. Tahta beşiğini sallarken hayranlıkla bakıp bakıp durmuş. Agulamış, emeklemeden yürümüş, çarçabuk büyüyüp serpilmişti. Biçimli yüzü, gözleri, endamı on dördündeki mehtabı anımsatırdı. Bakanları aşık ederdi kendine altın saçları. Konu komşunun yardımına koşar, çevresindekilere sevgiyle gülümserdi. Toyluğuna rağmen dertlere çare arardı. Meğerse ölüm onu göz hapsinde tutuyormuş da kimsenin haberi yokmuş. Henüz baharındayken ömrünün kötü bir yel ansızın sızmış kıyısına. Sonrası, ömrün ipine dizili tüm sözcükleri, cümleleri damla damla kanatan bir ‘ah’ çekişi…

Kızının meşum akıbeti bir çengelli iğne gibi takıldı etine ansızın. Sızladı, ah çekti derin derin. Ağlamaklı gözlerinin perdesinde yeniden tezahür etti yavrucağıyla geçirdiği o güzel anlar. Güler yüzlü, gamzeli körpeciğim, ah benim karakaşlı, elma yanaklı güzelim beri gel, diyemedi. Boğazında düğümlendi yürek yarası… Kanadı, kanadı, kanadı. Damarları büzüştü. Kanı pıhtılaşıp akmaz oldu. Ağustoslardan çekilmez bir ağustos… Günlerden herhangi bir gün değil; kapkara, apacı, buğulu… Tarihler var ki onulmaz yaralar açar ruhta.

Ezberinin bir köşesinden duran hekimin sözleri de aynı anda yetişti:

“Çok geç kalınmış, beyin fonksiyonları bozulmuş, sara dirençli hale gelmiş…”

“Çok geç kalınmış, çok geç kalınmış…”

Karanfil Kız’ın, hekime ilk defa götürüldüğü gün söylenen bu çarpıcı cümleler, kâinatın bütün dengesini bozmuştu. Duymayaydı, bilmeyeydi, sağır ve dilsiz olaydı.

Hayıflanarak söylenmeye başladı, daha doğru iç sesi bas bas bağırarak öfkeyle, “Ah Cevahir Usta, bunca yıldır günahsız sabiye hekimlerin kapısında çare arayacağınıza; hacı hocalara, falcılara, üfürükçülere koştunuz, muska yazdırdınız. Yok nazar değmiş, musallatlık durumu varmış. Yok, şu, yok bu… Bak, ne oldu.  Yaptığınıza körlük mü, abesle iştigal etmek mi?.. Ne derseniz deyin. İster küfret ister yargıla… Hanımınla birbirinizi dinlediniz bu hususta. Keşke biriniz itiraz etseydi diğerine. Karanfil’iniz gözlerinin önünde eriyip gitmeseydi…”

Kendi sesinin sorgulayıcı, iğneleyici tavrı onu, kendinin yabancısı yapmıştı. Sanki susan ile konuşan, duyumsayan ile düşünen farklı kişilerdi. Cıgarasından derin fırtlar çekerek adımlarını seri halde atmaya başladı. Bu alacakaranlığın içinde iç sesi dışarı fırlamış, başına bela kesilmişti. Dehlizin kalın, bükük tavanında yankılanıyordu.

“Ah Cevahir Usta ah!.. Bu kara cahilliğinizden caymadınız bir türlü. Çarpılmış diyenlere körü körüne inandınız. Yeri gelince dediğimiz dedik.  Kime ne?”

“Hiç mi Tanrı’dan korkmadınız. Evet, Tanrı dert vermiş, dermanı da yanında… Şuur kaybı, donuklaşma, organlarında seğirme şeklinde zuhur eden nöbetlere ön almak bir ilaca bakardı yalnızca.”

“Daha ilk günden itibaren hekimden hekime koştursaydınız. Onlar bu işin hal çaresini bulurlardı. Karanfil yaşıyor olacaktı belki de. Pirleri Hekim-i Lokman, ölüme çare bulan otları Seyhan Köprüsü’nde rüzgâra kaptırmasaydı, ölüm de yalan olurdu. Duydun mu be ahmak?”

Son suali duyunca hafif bir öfkeye kapıldı. Evet, Cevahir Usta’nın da hataları olmuştu. Ama kendi iç sesinin onu bu denli yargılaması doğru değildi. O yokluk ve mahrumiyet zamanında üzerine düşeni yapmıştı. Ama noksan kaldığı yerler de vardı illaki. Bundan ötürü de nedamet duyuyor, içi içini yiyordu. Yetmez miydi?

“Artık kendimi dinlemeyeceğim, yetti gayrı…” diyerek öfkelendi, biraz daha hızlandı. Henüz ateşi canlı bir izmarit daha fırlattı traverslerin arasına. Orta yerde ne bir kimse ne bir tren… Yarasalar da sinmişlerdi beton kalıpların çizgilerine.

Üç adım sonra maziye tav oldu yeniden. Ne yapsa hatıraları kınına koyamıyordu geri. Bu defa Karanfil’inin hastane koğuşundaki karyolasında sabun kokan nevresimlerde uzanmış süzgün hali belirdi gözlerinde. Bu güzeldi işte. Hüzünle karışık bir gül yağmuru gibi yumuşacık, pespembe bir düş, bir acı hatıra yeniden göverdi.

Soluk duvarlarından gam akan bir hastane koğuşu… Kadife sesiyle, “Baba, turuncu terlik aldın mı bana?” soruverdi Karanfil.

“Evet, canımcığım, kuzum, kara kaşlım, servi boylum, sürmelim!” diye yanıtladı, “Çok dolaştırdı beni. Neyse ki buldum arka caddede, küçük bir mağazada. Beyazı, sarısı, kırmızısı tezgâhlarda dizi dizi...  Turuncuların kıtlığı var sanki. Dolabına koydum giymek ister misin?”

“İyileşince giyerim, şimdi birazcık halsizim de. Ayağa dikilir dikilmez…”

Bakışlarında taze gülücükler uçuştu. Siyah benekli kırmızı kanatlı kelebekler gibi konuverdi koğuşun camlarına

“Kalkacaksın kuzum, hekim amcan söyledi. Bir haftaya kalmaz buradan taburcu olacağız.”

Güzel Karanfil ile son konuşmasından sarf edilen bu sözleri yeniden hatırlayınca dağlandı derisi, bir parça daha koptu düğümcük bağlamış ciğerinden. Tükürüğü kurudu, boğazına bir yumru oturdu, konuşamadı. Derisine paslı mıhlar saplandı fakat kan çıkmadı damarlarından. Bir tek yuvalarında küçülmüş, akı solmuş gözleri durmadı.  Hüngür hüngür ağladı. Gözyaşları yağ ve kir kokan tozlu raylara sicim sicim düşüp yer yaptı kendine.

Karanfil’inin ebediyete uğurlandığı günü düşündü. Mahalleliye büyük bir vefa borcunun olduğunu anımsadı. Evet, evlat acısıyla boğulduğu, dibe vurduğu yerde konu komşu yetişmişti.  Mahalle topyekûn kedere gark olmuştu. Yas, ev ev dağılmış, doğrusu üleştirilmişti. Akümülatörlü radyoların, siyah beyaz televizyonların düğmeleri kapatılmış, düğün dernekler ertelenmiş… Yazın buğulu sıcağına karışmıştı bin bir sesten yükselen ağıtlar… Mahallenin henüz on dördündeki mehtabı sönünce karanlığa kesmişti sokaklar.  Bahçe çitlerinde, evlerin avlularında, tahta salıncaklarda, peykelerde, oyunlarda, tahta döşemelerde, sırlı aynalarda, güllü perdelerle örtülen pencere kenarlarında beyaz gülücüklü Karanfil kokusundan mahrum kalmıştı.            

Yutkunarak, “Elemli bir hatıra insana azaptır, çiledir…” dedi Cevahir Usta, “Bugün her şey niçin bu denli dağınık, müşkül ve pasaklı…”

Haklıydı, uzun zamandır yamalı ruhunu bu denli yorulmamıştı olup bitenden. İçindeki telaşı ağrıyı dindirmek için çuvalını bir kenara koyup bekledi.  Gene olmadı, mâni olmaya gücü yetmedi etini didikleyen arsız vesveselerden.

Başka bir koldan hücum etti onunla tünel boyunca didişen diğer sureti, “Sahi,” dedi ukalaca, “Cevahir Usta, Karanfil Kız düşüne gelmeseydi ve ‘Babacığım, terliklerimi niçin getirmiyorsun?’ demeseydi ne yapardın? Her gece döşemelerde yankılanan terlik seslerinin, tıkırtıların dinmesini kulaklarını kapatarak mı bekleyecektin? Gün, ay, yıl… Hııı, doğru değil mi? O seslerin peşine düşmekten korktun mu yoksa? Sevgin, merhametin bu kadar mıydı?”

Kınında küçüle küçüle bir karış kaldı. Hırçın bir rüzgâr çıksa onu uçurup götürecekti ötelere belki. Bu denli ezici, rahatsız edici sözlerle yargılanmak için ağır bir cürüm işlemesi gerekiyordu. Kendi kabuğunda ömür sürmekten başka ne yapmıştı ki Cevahir Usta. Bu ses amma da haddini aşıyordu. Ona iyi bir ders gerekliydi. Eskiden olsa değil o ses, feriştahı bile ona öyle sitemde bulunamazdı.

Usta’nın kederi arşa çıktı bu defa. Diğerlerinin esamesi okunmazdı şimdikinin yanında. Bir mermer heykel gibi dikildiği yerde hareket etmek istedi fakat takati kesilmiş ayakları direndi bu isteğine.   Havayı derin derin soludu birkaç kez. Rahatladı bir nebze. Öfkesi, buhranı ağır ağır silinip gitti.

Sese hak vermedi değil. Karanfil toprağa verildiği günün ertesinde evin ruhu değişmişti. Bir can yitirmenin ağırlığını, kederini taşımak kolay mı? Duvarlar, pencereler, merdivenler, bahçe çiçekleri de bazen kanar, yas tutar insanla birlikte. Bazen güler, eğlenirler… Bizi kendilerinden sayarlar, kendilerini bizden. Kimse bilmez.

Gece yarıları sahanlıkta, kilerde ayak sürüyerek dolaşan bir gölgenin varlığını ilkin Cevahir Usta hissetmişti. Ama bunu ara sıra yaşadığı akıl yanılgısına bağlayıp ses etmemişti. Zaten çocukluğundan beri düzensiz uykudan, gözü açık gördüğü düşlerden ötürü bir çıkmazın içinde dolanıp duruyordu. Yorgunluktan canı çıksa bile uykusunun sınırı şaşmazdı. Bölük pörçük uyku, istemsizce sallanan sağ ayak, daha sonra çoğu hatırlanmayan karmaşık, ayrıksı düşler… Bir şey dese en baştan hanımı, yakınları onu yadırgar, keçileri kaçırdığını iddia ederlerdi. Karanfil’den sonra gecesi gündüzü iyice karışmıştı. Uzun süre sustu, hatta bu sırrı kendine saklamayı yeğledi. Ta ki hanımı, günaşırı ada çayı yakıp evi tütsülemeye, tahta döşemeleri sirkeli suyla silmeye başlayıncaya dek bu hususta tek kelime etmemişti. Falcı Şehnaz’ın eve sık sık gelip gitmesi her şeyi açık etmişti. Hanımı da çocukları da her gece lambalar söner sönmez ahşap döşemelerde yankılanan terlik tıkırtılarını duyuyorlardı. İnkâr edilemeyecek bu gerçekle baş başaydılar. O evde biri daha vardı. Zararsız, görünmez… İn miydi, cin miydi, var mıydı, yok muydu, iyi miydi, kötü müydü? Kim bilir. Ev ahalisinin, bilip de söyleyemediği, kimselere açamadığı bu esrarengiz hadise aylarca sürmüştü. Artık, bu durum çekilmez hale gelince düş gerçekleşmişti. 

Kayıp zaman diliminin başlangıcı çetrefilli… Gözü açık bir halde bilinmezliklerde dolaşıyor Cevahir Usta. Kesik kesik görüntüler, yabancı suretler… Hem arzda hem arşta… Yüksekten düşüyor, yere çakılmak üzereyken yön değiştiriyor, içi tir tir titreyerek yürüyor; çürümüş sulardan, karanlık ormanlardan geçip saçaklı bulutların içinde kayboluveriyor.

Sonunda yatağında der top olmuş bir halde buluyor kendini. Karanfil’i ayaklarının ucunda ayakta, yüzünü hafiften asmış bir vaziyette… Aralarında birkaç karış var.  Alındığını, küstüğünü belli ederek “Babacığım, terliklerimi niçin getirmiyorsun?” diye soruyor. Ona cevap vermek için dudaklarını aralıyor ama konuşamıyor. Birdenbire ayağa dikiliyor. Ağzı kurumuş, sırtına soğuk terler inmiş. Gecenin bir yarısı vakit… Mutfağa geçip bir bardak su içiyor, hanımı da o ara uyanıyor. “Hanım,” diyor sesi titreyerek, “Karanfil’im düşüme geldi bu gece. Capcanlıydı. Alınmış bana, terliklerini ona götürmemişim diye…” Hanımı içinden başlıyor ayetleri okumaya. Cevahir Usta’nın içi rahat etmiyor. Terlikleri koyduğu yerden çıkarıp eline alıyor, söylentilere göre iki, üç ay içinde başka yere taşınacak gömütlüğün yoluna düşüyor tek başına. Terliklerine kavuşturuyor Karanfil’ini çiğ kömür kokusuyla kirpikleri seğiren bir seher vakti… Sislere bürünmüş şehrin kenarından, ortasından, yakınlarından iskeleye doğru tıslayan lokomotifler, raylar, bantlar…  Terlikleri Karanfil’in başucuna koyup uzun uzun ağlıyor, dua edip af diliyor kızından. Evine sessiz sedasız bir şekilde dönüp yatağına uzandığında ruhunun garip bir huzurla yıkandığını hissediyor. Ve böylece ev eski haline dönüyor.

Boşluğa fısıldayarak, “Affet beni, benim süt gerdanlı bahtsızım…” dedi.

Utandı kendinden bir an, karşısında yavrucağı varmış gibi konuşmasını sürdürdü: “Saatler, günler, aylar geçti. Seni o hasretle nasıl beklettim? Günah çıkarmak değil maksadım. Kuzum, dinlemek istersen olanları bir bir anlatacağım sana. Senin o evde bizimle olduğunu biliyordum. Ruhunun, evi köşe bucak gezdiğini hissediyordum. İyi ki terk etmemiştin bizi.” Elini bağrına koyup yüreğinin hızlanan çarpıntısını dindirmeye çalıştı.

"Bir bilsen içimiz nasıl delinmişti kederinle. Gözyaşıyla oturduğumuz sofralar, uyurgezer haller, takılı kalan saatler, kayıp, soluk vakitler… Senden sonra günlerce kendimize gelemedik. Bir iş yapmaya elimiz varmadı. Şimdi bile duygularımı dile getirmekten acizim. Beyaz Karanfil’im, senin gülüşlerin solunca bizim de sevincimiz, umudumuz uçup gitti bilinmezlere. O yüzden biraz koyuverdim kendimi. Yaşam ısrarını, mücadeleyi eskisi gibi sürdüremedim. Ben yenik düştüm evlat acısına. Annen ve kardeşlerin daha dirayetli çıktılar. Akıl falan kalmış mı serde? Onu da bilmiyorum. İstesem de mecalim yok yeniden toparlanmaya. Annen ile bütün urbalarını yoksullara dağıttığımızda elimiz gitmemişti giymeye vakit bulamadığın terliklerini. Bahtsızım ya sen erkenden geleydin düşüme ya da ben akıl edeydim.  Ah ah, nasıl düşünemedim! Terliksiz kor muydum ayaklarını, kokunla yumuşayan soğuk toprakta.”

O günden sonra, geceleyin döşemelerde yankılanan terlik tıkırtıları son bulmuştu.  Karanfil Kız doya doya giyip eskitemediği terliklerine kavuşmuştu. Ömür nerede başlar, nerede biter. Belli olmaz. Sevinçler erken biter kimileyin. Hasretle göçüp giden ruh; yayan yapıldak kalır mı iki âlem arasında? Belki…Düşündü, “Gitmek, hiçbir vakit bu denli uzun olmamalı…” cümlesi takıldı.

Neden sonra epeydir yerinde duraksadığını hissetti. Ağzındaki cıgara yana yana külden uzun bir yol yapmıştı gene. Cevahir Usta, çuvalını bıraktığı yerden kaldırıp omuzuna attı. Karanlığın son bulduğu ağza doğru yürüdü. Arkadaşı Refik’in çağrısına yetişmeli, İnağzı’nın yukarı mahallesindeki bir parselde yaz kış boyunca deniz rüzgârların dinleyen kepenkleri yosun tutmuş, kapı rezelerinin içi geçmiş, derme çatma o bomboş eve yaşam vermeliydi. Mesafe bitmek üzereyken, karanlık alelacele açıldı perde perde. Göğün mavisine, ağacın yeşiline, güneşin sarısına gözleri bir iki kırpışmadan sonra usulca alıştı. Yolunun tünel kısmı bitmişti. 

Geriden gelen kara tren, tiz bir düdük sesiyle tünele daldığını haber etti. Uzak sayılırdı. Traversler tir tir titremeye, sarsılmaya, kıvrılmaya hazır haldeydi. Cevahir Usta, sağa sola göz gezdirdi, böğürtlen ailesinin bir karayemiş çalısı ve yaşlı incir ağacıyla huzur içinde yaşadığı tünelin ağzındaki genişçe dikenliğin açık kıyısına geçip bekledi. Kalbi küt küt… Acaba bugün de gelecek miydi canı?.. Tren yaklaştıkça acıyla homurdanan raylar eğilip bükülüyordu. Lokomotifin toparlak burnu görününce kondüktör, düğmeye öfkeyle basmış olacak ki düdük kulak zarını yırtarcasına çaldı. Tiz, aralıksız, uzun ve tek nefes… Usta alışkındı buna. Pek oralı olmadı. Aynı tekrarı yapmaktan usanmayan düdük ısrarla ciyaklasın, ölümüne çalsın ne çıkardı.

İnsan kalabalıklarını; tüm telaşı, özlemi, sesi, ağırlığı ile birlikte bıkıp usanmadan, ayırıp kayırmadan taşıyan vagonlar son sürat akıyordu raylardan. Pencerelerde meraklı, heyecanlı çocuklar, dalgın ihtiyarlar, iki canlı kadınlar, ameleler, memurlar, madenciler, köylüler, anarşistler, düzenciler, hayalperestler… Gözlerinin perdesinden geçen yarım yamalak yüzler, siyah beyaz televizyon ekranlarında hızlı akan yatay görüntüler gibi kesik kesikti. Yetişemiyordu hiçbirine feri kaçmış, yorgun gözleri. Katarın son vagonu geçerken bir düş gerçek oldu gene. Camın çerçevesinde lepiska saçlı bir kız silueti gülümseyerek geçti ömründen.

İstemsizce kalkan eli vagonun penceresine hevesle uzanmak istedi fakat havada asılı kaldı öylece. Vurgun yemiş dünyasını can getiren o kara tren menziline doğru kıvrılırken birinci cıgarasından bir dal daha yaktı. Meczup ruhuna küçük bir güzellik bağışlayan taze aydınlığa dikti gözlerini. Gök parça parça buluttu, ufuklar çeşniydi; yerin kisvesi sarıydı, yeşildi, ağaçlıydı. Eğri büğrü küçürek tepelerin kestiği bahr-i siyahın yüzünde kısa atımlı dalgalar kaynıyordu köpük köpük. Açıkta yük gemileri, balıkçı tekneleri; kumsalda bastıbacak, dımdızlak çocuklar, beyaz kuşlar, mor gerdanlı güvercinler... Nebatların ferah, mayhoş rayihasına kesen böğürtlen dikenliği tel tel aktı içine. Damarlarına, gözlerine, ruhuna işledi güzün sarısı, Karanfil kokusu...

Bir sonraki günün saat iki buçuğunda tünelden geçecek yolcu treninin hayaliyle yola koyuldu hemencecik.  Epey vakit kaybetmişti. Hem arkadaşını bekletmek yakışık almazdı. Yolcu yolunda gerekti.  İki âlemde bir yaşamak, nasıl bir uzletti, nasıl bir çoğulluktu bilinmez. Lakin zaman tahtası tek yüzlü değildi. Yükü sırtlanan bu densiz âleme arkasını dönüp “hop” diyerek apar topar gidenlerin geride bıraktığı acıyı hafifletmeye hiçbir kudret yetmiyordu. Çocukların payına düşen ölüm, zemzem olsa kimse içmezdi. Ayakları daima karıncalanan kentin Cevahir Usta’sı neylesin. Ciğerini deşen aksi feleğin yalımına söz geçiremiyordu. Yarasalar, paltosu, feneri, cıgarası ve A-1 Tüneli tanıktı yüreğinin dikiş atmış yamalarına, ruhunun eziyetine.

Cevahir Usta, bilindiği üzre demir yolu dehlizinden, dağın kendine yara saydığı o yerin karanlığını bıkıp usanmadan yarıp geçiyordu. Bir türlü tamamlanamayan işlerini peşi sıra kovalamaktan sızım sızımdı ayak nasırı. Yoğundu, yorgundu, kederliydi yaşlı yüreğinin fanusu. Yetişememenin, gidememenin, kendi tamı olamamanın vakti zamanında yerine getiremediklerinin boşluğunu dolduramıyor; sırtındaki ölüleri, düşündeki gölgeleri, zihnindeki sesleri bir yere konduramıyordu bir türlü.  Bu husustaki düşünceleri bilinemezdi elbette. Ne kadar istekliydi yüklerini bırakmaya? O perdenin ardında gördüklerinden kopmaya meyleder miydi?

Ya onlar; Usta’yı temelli bıraktıklarında ne olurdu. Susmanın, yitmenin ebedi sınırlarını aşıp içeri sızmak veyahut gitmek hiçbir vakit …

Üç ay sonra… 

Belediyenin Cenaze İşleri Müdürlüğünden yazı geldiğinde Cevahir Usta, günübirlik tavafı için hazırlanıyordu. Yola düşmeden önce oturup resmi kâğıdı harf harf, hece hece okudu. O gün vazgeçti evden ayrılmaya. Dizlerinde o gücü bulamadı doğrusu. Çöküp kaldı olduğu yerde. Karara göre mahallenin ayağındaki gömütler taşınacaktı. Orada aile kabristanı bulunanlar, yakınlarının kemiklerini belirtilen yere, uğultulu tepedeki yeni gömütlüğe, nakletme işini kendileri yapacaklardı. Allak bullak oldu içi.  Bir mevsim öncesinde, puslu bir şafak vakti turuncu terliklerini götürüp başucuna koymuştu Karanfil’inin. Şimdi, toprakla bütünleşmiş körpecik naaşını başka bir yere taşınması bildirilmişti kendisine. Ne yapardı ne ederdi. Nasıl bölerdi cancağızının uykusunu yeniden. Nasıl bölerlerdi ölümle başlayan sonsuz yataylığını ruhların? Uzun hakikatlere, yalın düşlere daldı. Dar, törpülenmiş, yollara saptı. Dalgalı sulara neşesi kırık sesini bıraktı. Resmi ayaklara zimmetli eşiklerden girip çıktı. Fakat hiçbir çıkmazdan kurtaramadı kendini. Yalnız, biçare, deli divane… Her kapı, sulanmış derdine maya katıp eğdirdi başını biraz daha. Kentin pörsük derisine, yaprak toplayıcısı ılık bir güzün eğri elleri uzanmıştı. Bu keşmekeşin urganına dizilmiş bungun, insanlar; sokaklardan, kaldırımlardan, ocaklardan topladıkları gölgelerini, yorgunluklarını evlere, gazinolara, kıraathanelere, camilere, kiliselere, garlara, mekteplere taşırken; güneş, tepeleri aşındırmaya, köpürmüş sulara inmeye devam ediyordu.

Günü geldiğinde Cevahir Usta ve hanımı, ayaklarını sürüye sürüye gömütlüğe gidip ağıtlar yakarak Karanfil’in kabrini açtılar. Gördükleri şaşırtıcıydı. O ruhani yer, ölülerin nefesiyle dirilen nebat daha evvelinde    hiç görülmemiş bir hadiseye tanıklık ediyordu.  Cevahir usta, diğerlerinin aksine soğukkanlılığını hiç kaybetmedi Kabrinde defnedildiği günkü haliyle vücut bütünlüğü hiç bozulmadan duran gül yüzlü Karanfil’inin huzurlu, narin, güzel sıfatını usulca dokundu, gülümsedi ona.

“Gitmenin mümkünü yok velhasıl” dedi içinden. “İnsan hiçbir yerden gitmez, kendinde taşır bütün köyleri, yolları, kentleri; kederleri, özlemleri, sevgileri ve ezberindeki adresleri... yaşamak, bize emanet edilenlerin kaygısından, dağınıklığından başka bir şey değildir.”    Geç kalışlar, yersiz telaşlar, susuşlar, aldanışlar...

Parçalı, geniş bir ‘düş’ vahasının kıyılarında gezinip durmayla törpülenen ömür, bilenen ruh… Belki de tam da böyleydi. Kim nerede huzur bulduysa oralı sayılırdı artık… 

Sonra mevtaların kemikleri telislere alelacele doldurulup birer birer taşındı uğultulu, duradur tepeye. Ruhlar huzursuzlandı, sızlandı, yaralandı. Şehre sulusepken yağdı. Kabirlerden geriye kalan boşluklar suyla dolup taştı. Her zerresi ölüm kokan toprak hışımla sokaklara şerha şerha aktı. Şehir sarsıldı, dövündü.  Bulutların yarattığı o kızılca kıyametten ötürü uğultulu tepeyi alelacele boşaltan ölü sahipleri evlerinin sıcak, ağır, kuru havasına çekilince Cevahir Usta, yalnız başına kalakaldı oracıkta.  Acıları, gerim gerimdi. Yüreğinde takılı kalmış sinik ukdeye mâni olmaya gücü elvermezdi artık.

Ufkun doğurduğu sis halkaları taze, nemli gömütlüğe doğru yükseliyordu. A-1 Tüneli’nin batı ağzı, uzun bir katarı daha yutmak üzereydi. Karaağaçların gövdesinde yuvalanan damlalar; olukları kırık, saçakları eğreti, küf yorgunu gecekondular, sulu, bezgin caddeler ve koyağın avuçlarındaki kuru yel…Keder kıyasıya sarınıyordu yaşamın çıkrığına.


Nihat Altun

3 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

3 comentarios


Emrah Sağlam
Emrah Sağlam
06 mar

birbirine çarparak çoğalan bir öykü... daim olsun.

Me gusta

basakzong
23 feb

Ah Cevahir Usta Ah! seslenişinin hayatın her alanına yayıldığı bir iç okumaydı. İç sesin dışa karıştığı, çıkmazların ummasında arayışlara dönüştüğü. Yüreğine ve kalemine sağlık Nihat hocam. Hep yazasın.

Me gusta
Nihat Altun
Nihat Altun
23 feb
Contestando a

Çok teşekkür ederim ,sağ olun Başak hocam. Kıymet bilen yüreğiniz var olsun hep. Selamla, hürmetle...

Me gusta
bottom of page