Bir şeyi kaybetme korkusu ya da bir şeyi elde etme tutkusu. Tanımında zıtlıklar bulunan, insanın içini kemiren duygu. Zihnin çelişkiler yumağı. İç dünyanı alt üst eden girdap. Seni sen olmaktan çıkaran ani çılgınlık. Hırs gemini hareketlendiren rüzgâr. Onunla coşup onsuz amaçsızlaştığın hissiyat. Adı mı? Kıskançlık!
İnsanoğlunun tanımlamakta güçlük çektiği en tuhaf duygu. Şimdi şuradan birini çevirip, “Sen kıskanç mısın?” diye sorsak biraz afallar. Ne diyeceğini şaşırır. Çünkü içinde yaşattığı duygunun iyiliği ya da kötülüğü hakkında net bir fikre sahip değildir. Annemi-babamı kıskanıyorum derse seviyormuş izlenimi verir. Karımı kıskanıyorum derse güven problemi yaşadığını kabul etmiş olur. İş arkadaşımı kıskanıyorum derse fesat, içten pazarlıklı olur. E, o zaman şapkayı önümüze koyup düşünmek lazım. Bu duygu nedir?
Vallahi, bende bu duygudan çok var ama ben de ne olduğunu bilmiyorum. Bildiğim bir şey var o da kıskançlığın azı da çoğu da zarar. Gerçi ortasını tutturana da daha rastlamadım. Bir kez az yapsan hırsın olmaz. Kendi yerinde sayarsın. İlla seni ateşleyecek biri ya da bir şey lazım. Ateşlemek deyince aklım hemen bilime kaydı. O zaman konuya, bilim üzerinden yürüyelim. Bence bu bilim de kıskançlıktan ortaya çıkmış. Mesela bisikleti bulan adam hızlı yürüyen birini kıskanmış. İlk önce onun gibi hızlı yürümeye çalışmış. Bakmış olmuyor, bisikleti yapmış. Başka biri bundan daha hızlı olmak için arabayı. En kıskancı, sen misin arabayı yapan deyip uçağı.
Bulan kıskançlar buldukları ile; bulunanları alan kıskançlar aldıklarıyla bir kıskançlık ateşi ile yarışıp durmuşlar. E sonra deyip bıyık altından gülme! E’si bu sayede bilim de gelişmiş, ticaret de. Ben, bunu kendimi rahatlatmak için söylemiyorum. Elbette böyle olmamıştır; ama olaylar bu minvalde cereyan etmiştir.
Hem az kıskançlık ilişkilerde de ciddi sorun yaratır. Kadın milletinin, “Ben kıskanç erkek sevmem, özgürlüğüme düşkünüm,” dediğine bakma sen! Kadın dediğin kıskanılmak ister. Kıskanç olmayan erkeği vurdumduymaz bulur. Sevgisinden şüphe duyar. Hercai görür. İlgisiz olduğunu düşünür. İlgisiz hissedince ne yapar? İlk önce karşı tarafın ilgisini çekecek şeyler yapar. Karşıdan hala bir tık yoksa kendi ilgisini çekecek şeyler yapar. Alışverişe çıkar, karta abanır, çikolatayı gömer, saçını sürekli değiştirir. Olmadı yüzünü değiştirir. Daha olmadı popoyu kaldırır. Popo kaldırmak zaten en tehlikelisi. Popo kalkınca güveni artar. Bu sefer erkeği değiştirir. Aman, Allah muhafaza! Tüylerim diken diken oldu!
Bak, çok kıskançlık da tehlikeli! Bir kere bünyeye zarar. Şimdi, bu konuyu kendi üzerimden örneklendireyim. Ben kıskandığımda gözüm döner. Hele mevzu bahis Müjgan ise o zaman nevrim döner. Önce kulaklarımdan bir ateş basar. Onu soğuk soğuk terlemeler takip eder. Dengemi kaybederim, midem bulanır, gözüm bulanıklaşır, doğru ile yanlışı birbirinden ayıramam. İçinden canavar çıkan mutasyon süper kahramanlar gibi benim içimden farklı bir şey ortaya çıkar.
En son, evliliğimizin üçüncü ayında benim içimden böyle bir canavar çıktı. Ama bu hep Müjgan’ın suçu! Pazar akşamı, bir akrabamın düğünü var. Giyinip TV önünde Müjgan’ın giyinmesini bekliyorum. Gözüm TV’de ama aklım Müjgan’ın bu düğün için aldığı elbisede. İçim içimi kemiriyor. İçeriden Müjgan bağırıyor.
“Hayatım elbisemin fermuarını çeker misin?”
Hemen kalkıp gidiyorum. Kalbim deli gibi çırpınıyor. Aha, şimdi müjgan karşımda. Allah’ım bir de ne göreyim? Evet, Allah’ım lütfen göreyim! Göremiyorum. Müjgan giyinmeyi unutmuş gibi. Siyah mini bir elbise, ince belini çepeçevre sarmış. Fermuarı çekerken elim titriyor. İçimden, “Ha şimdi kopsa ya şu meret,” diyorum. Ama nerede bizde öyle şans! Kulaklarımdan ateş basmaya başlıyor. Elim titriyor. Zar zor da olsa fermuarı çekiyorum. Şimdi, yahu bu nasıl elbise desem çıngar çıkacak. Bizim akraba düğünü yatacak. Bu riski göze alamıyorum, kendimi kasıp artık olduğu kadar gülümsüyorum. Arabaya binmeden kalçalarını sıkan siyah elbiseyi son kez arkadan süzüyorum. Müjgan yan koltukta oturuyor. O sütun bacakları görmemek için kafamı yana çevirmiyorum. Hipnoz olmuş bir kurt gibi keskin bakışlarla gözümü yoldan ayırmıyorum. Kendimi sakinleştirmek için içimden sürekli, “Sakin ol oğlum Ragıp,” diyorum. Müjgan zeki kadındır. Beni de iyi tanır. Bu tavırlarımın sebebini kesin anlamıştır. Şimdi, kıvılcım bekleyen kuru bir ot gibi benden bir tepki bekliyordur; ama daha çok bekler. Yemezler gülüm! Bu düğüne kesin gitmeliyiz. Sonra eş dosta ben ne derim?
Düğün bildik bir düğün. Bodrum katta yapılanlardan. Eş dost, akrabanın birbirlerinin bolca dedikodusunu yaptıklarından. Alkol yerine sarı kola, kanepe yerine kalitesiz kuru pasta yenilenden. Her şey bu kadar bildik olunca başlangıç da bildik oluyor. Takı töreni için kuyruğa giriyoruz. Önce paraları görelim değil mi? Para verip de bir şey almadığımız en uzun kuyruklardan birindeyiz. Maşallah, birileri bu akşam baya zengin olacak. Kıskançlık ettiğim yok canım! Benimkisi sadece olanın beyanı. Gözüm varsa gözüm çıksın. Hem ben kafamı dağıtmak için bu kritikleri yapıyorum çünkü birazdan korkulu rüyam olan oyun havaları başlayacak. Yoksa bana ne onun bunun parasından. Müjgan’ı şu karşıdaki pistte o elbise ile oynarken hayal etmek istemiyorum ama zihnimin kalleş yüzüne yenik düşüyorum. İnce beli, dar elbisesinin sıktığı kalçaları ile salınıyor. İçim bir tuhaf oluyor. Beni yine hafiften ter basıyor, midemde hareketlenmeler var. Takı sırası bize geliyor. Müjgan gelinle tokalaşıyor. Şu an betim benzim atmış olsa gerek. Hızlıca tebrik ederim deyip damada takıyı takıyorum. Önlerde Müjgan’ın bacakları, gelen gidene sergi olmasın diye benim isteğimle arkadan bir masaya kuruluyoruz. Masada bizden başka halam ve Mahmut enişte var. Mahmut enişte her zamanki gibi hararetli bir şeyler anlatıyor ama benim bir şey anladığım yok. Çünkü aklım hala oyun havalarında ve Müjgan’ın daracık elbisesinde. Müjgan, halam ile işveli bir şeyler konuşuyor, biraz işkilleniyorum. O sırada enişte, beni dürtüyor.
“E yeni damat, sen anlat bakayım?”
Şaşkın şaşkın enişteye bakıyorum. Müjgan ile göz göze geliyoruz. İçimi okur gibi bakıyor hınzır. Aklımın nerede olduğunu anladı tabii. Enişteyi her şeye cevap olacak yuvarlak sözlerle geçiştirirken Müjgan halamla sahneye çıkıyor. Artlarından bakakalıyorum. Kulağım ekmek fırını gibi yine ateşleniyor. Müjgan gerdan kırıp kalça kıvırdıkça beni soğuk soğuk terler basıyor. Enişte yine dürtüyor.
“Musa eski arabayı ne yaptı?”
Midem ağzıma geldi gelecek. Müjgan’ın ince beli ile benim gözlerim de dönüyor. Kurnaz kadın, beni çıldırtmasını iyi biliyor. Eniştenin eli kurulmuş saat gibi yine böğrümde. Apse yapmış koca çıbanıma batan bir iğne gibi saplanıyor. Kendimi sıkmam hiçbir fayda vermiyor. İçimdeki canavar bir plasentayı yırtmak isteyen bebek gibi midemden çıkmak için debeleniyor. Gözlerimi sahneden alıp enişteye doğru dönerek öğürüyorum.
Zaman ve mekân birbirine karışıyor. Gözümü hastanede açıyorum. Eniştenin eli bir silah gibi yine böğrümde.
“Ragıp, nasıl oldun? İyi misin? Çok korkuttun oğlum bizi.”
Hafif doğrularak, “İyiyim,” diyorum. Karşımda Müjgan. Şunlar bir gitsin ben sana neler yapacağım, der gibi kızgın kızgın bakıyor. Birazdan kızıl bir kıyamet koparacak kara bulutlar gibi zamanını bekliyor. Onlar aralarında laflarken doktor içeri giriyor.
“Geçmiş olsun, bir şeyiniz yok. Eşiniz ile görüştük. Daha önce de böyle şeyler yaşamışsınız. Panik atak gibi duruyor. Bir profesyonel yardım almanızı tavsiye ederim,” deyip bizi yolcu ediyor.
Birkaç saat önce dengesini kaybeden sanki ben değilmişim gibi zıpkın gibi ayağa kalkıp enişte ve halam ile vedalaşıyorum. Enişte, son bir kez daha dürtmeyi ihmal etmiyor.
“İstersen sizi ben bırakayım.”
Nezaketle reddedip arabaya biniyoruz. Küçük kıyametimiz kapı kapanır kapanmaz başlıyor. Daha bunun bir de büyüğü var, o da evde başlayacak. Bu evdeki büyük depremin küçük bir artçısı. Müjgan, kafası yılan dolu Medusa gibi gözlerini bana dikmiş bağırıyor. Her sözünde kafasındaki bir yılan bedenime sivri dişlerini saplıyor. Gözlerine bakınca taş olacağımı bildiğimden yüzüne bakmaktan korkuyorum. Tetiği takılmış taramalı bir tüfek gibi çenesi işliyor.
“Bıktım senin şu kıskançlığından. Kaçıncı yüzyıldayız. Evet, kasıtlı aldım o elbiseyi. Hani düzelecektin. Bu kaçıncı kavgamız? Sen tam bir manyaksın.”
Kavgamız evde de devam ediyor. Aslında buna kavga da denmez. Müjgan’ın çığırtkan monologları bitmek tükenmek bilmiyor. Ben suç işlemiş bir çocuk mahzunluğu ile Müjgan’ı sessizce dinliyorum. Birazdan olacakları az çok tahmin edebiliyorum. Genelde tahminlerimde yanılmam. Aynen tahmin ettiğim gibi Müjgan bir valize elbiselerini dolduruyor. Salondaki koltukta oturup olan biteni sadece seyrediyorum. Evdeki büyük depremin etkisi ile çıkan tsunami dev dalgalarının arasına Müjgan ve valizini alıp götürüyor. Alyansı dalgaların arasından yuvarlanıp bizim evin salonuna düşüyor. Arkadan esen soğuk rüzgâr kapıyı sertçe kapatıyor.
E ben ne yapıyorum? Her zamanki gibi soluğu can dostum Süleyman’ın yanında alıyorum. Hem Süleyman, Müjgan’ı da iyi tanır. Beni anlarsa en iyi o anlar biliyorum. Bu dört yıllık ilişkimiz boyunca bunun gibi kaç hikâye dinledi gariban. Ben daha söze başlamadan olan biteni sanki yanımızdaymış gibi anlatıyor. Şaşırıp kalıyorum. İnsanın daha konuşmadan derdini anlayan bir dostunun olması ne güzel şey. İşte iyi dost Süleyman gibi olur. İçimden, “Demek ki bugüne kadar nasıl da can kulağı ile dinlemiş,” diyorum. Süleyman’ın ılık sesiyle rahatlıyorum. Cevval bir öğrenci gibi can kulağı ile söylediklerini dinliyorum. Süleyman harbi çocuktur. Öyle lafı eğip bükmez. Ne diyecekse bodoslama söyler. Doğruya doğru der yanlışa yanlış. Bu sefer eşeğin kulağına suyu kaçırmışsın, deyip Müjgan’ı haklı görüyor. Son dubleyi yuvarlarken şunları da ekliyor.
“Ben Müjgan’la konuşurum ama sen de kızın gönlünü almaya çalış. Şu psikolog olayına artık sıcak baksan iyi olur.”
Yahu ben kıskanç adam değilim. Müjgan’a güvenim tam da el aleme güvenemiyorum sözlerimin artık bir anlam ifade etmeyeceğini biliyorum. Bazı şeyler geç de olsa kafama dank ediyor. Müjgan’a haksızlık ettiğimi düşünüp hayıflanıyorum. Üç gün boyunca bir sokak köpeği gibi Müjgan’ın baba evinin önünde onun hayali ile yatıp kalkıyorum. Müjgan insaflı kadındır. Çabuk parlar; ama ateşi sönünce de affetmesini bilir. Hem bana kıyamaz bilirim. Dördüncü gün kızgınlığı azalmış ve samimiyetime inanmış olacak ki yelkenleri suya indirip benimle konuşmayı kabul ediyor. Sanki yıllardır görmemişim gibi özlemle onu dinliyorum. Tüm söylediklerini itaatkâr Budist rahipler gibi konuşmadan kafamla onaylıyorum. Bunları yaparken içimdeki canavar yine yerinde durmuyor. Kulağıma eğilip fitneci sesiyle, “Müjgan’ın tenini sıkan deri taytına, göğüs çatalına inen dekoltesine bak,” diyor. Ben ise içimden, “Ona uyma, sakin ol Ragıp!” diyorum.
Tsunami dalgaları ile evden giden Müjgan sıcak meltemlerle eve geri dönüyor. Alyansı olması gibi parmağında. Alyans zırhı onu kem gözlerden çepeçevre koruduğu için içim daha rahat. Sıcak meltem evimizin içini de ısıtmış. Bir bahar mevsiminde ötüşen kuşlar gibi şakıyoruz. Aman nazar değmesin, içimdeki şeytanın kulağına kurşun! Bu saadetimize gölge düşmesin diye psikoloğa gitmeye başlıyorum. Psikoloğum Ayşe Hanım kırk yaşlarında, hafif balık etli, şirin bir kadın. Çocukluğumun masalcı ninesine benziyor. Yüzündeki sevimli havaya biraz ciddiyet katabilmek için yeşil gözlerine siyah, kemik bir gözlük takıyor. Gözlük dinlendirici olduğu belli, sürekli elinde. Bir şey okuyacakken çoğu zaman gözüne takmıyor. Ben konuşurken büyülenmiş gibi elinden gözüne gözünden eline gidip gelen gözlüğü takip ediyorum. Ne zaman konuşacak olsa gözlük gözüne geliyor, bu sefer ben susuyorum. Tek cümlelik soru ya da uyarılarından sonra tekrar ben konuşuyorum. Açtığım her mevzunun başı, sonu ya da ortası bir şekilde Müjgan’a gelip takılıyor. Bir saatin yelkovanı gibi eninde sonunda en az bir kez Müjgan’a uğramadan edemiyorum. Böyle olduğunda siyah gözlükler gözlerine doğru gidiyor ve uyarıyor.
“Müjgan Hanım’ı sonra konuşacağız.”
Gözlükleri eline gelince ben yine anlatmaya devam ediyorum. Bir çocuğun kendini haklı çıkarma çabası gibi kıskançlığıma haklı sebepler üretiyorum ama Ayşe Hanım’a pek etki etmiyor. Yüzünde küçük de olsa bir onaylama işareti görmeyi umut ediyorum; ancak hiçbir duygu ifadesi göremiyorum. Konuşmam devam ederken istemsizce yelkovan yine Müjgan’a takılıyor. Gözlüklerini yine gözlerine doğru getirip soruyor.
“Panik atak ne zaman başladı? Kıskanma eyleminiz ne zaman panik atak seviyesine ulaştı?”
Gözlerimin içine bakıyor. Beni sıkıştırmak isteyen yeşil gözlerinden gözlerimi kaçırıyorum. Kafamda Müjgan’dan uzak bir cevap arıyorum; ama bir türlü bulamıyorum. Tavırlarımdan şüphelenmiş olacak ki düşünmeme fırsat vermemek için sorusunu yineliyor.
“Birbirimize karşı samimi olmamız ikimiz için de önemli. Özelikle sizin için.”
Eline aldığı efsunlu gözlüklere bakıp sorunun cevabı olan Müjgan’ı anlatıyorum. Tanışmamızı, beraber geçen güzel günlerimizi, ona olan meftunluğumu, onu hayatımın miladı yapışımı, onu kaybetme ya da ona başka bir gözün benim gözümle bakma korkumun yarattığı içimdeki canavarı…
Dinlerken yine hiçbir tepki vermiyor. Bu duygusal havayı dağıtmak hem de onunla daha samimi bir ortam yaratmak umuduyla gülerek, “Bakın, benden daha kıskançları da var. Benimki yanında devede kulak kalır. Ne güzel anlatmış Muazzez Ersoy ablamız!
Saçın yüzüme değse tenini kıskanırım
Birine söz söylesen dilini kıskanırım
Sakın takma göğsüne gülünü kıskanırım
Seni saran kemerden belini kıskanırım”
Sözlerim işe yarıyor. Ayşe Hanım karşımda ilk kez gülümsüyor. Bir pişmanlık telaşı ile gözlerine geçirdiği siyah gözlükler tatlı gülüşünü bir bıçak gibi kesiyor. Ciddiyet maskesini takarak söze başlıyor. İlgimi Müjgan’dan uzaklaştıracak hobiler edinmemi, uzun yürüyüşlere çıkmamı, kıskançlık nöbeti yaşarsam derin nefes alıp ona kadar saymamı, ani tepkiler vermektense ortamdan uzaklaşmamı tavsiye ediyor.
Psikoloğumun tavsiyelerine harfiyen uyuyorum. Her akşam uzun yürüyüşler yapıyorum. Uzun süredir ötelediğim yağlı boya resim kursuna başlıyorum. Resme başladıktan sonra içimdeki canavar ile bedenim arasındaki bağı daha iyi anlıyorum. İçimdeki canavar, yağlı boya resim gibi yakından çok karışık, karman çorman, bir sürü rengin birbiri boğuşmasından başka bir şey değil. Dışarıdan görünen ben ise resmin uzaktan görünüşü gibi güzel ve uyumlu. Ne zaman bir fırça darbesi bu uyumu bozarsa o zaman bütün resim bozuluyor.
Resim yaparken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum. Hayatın bütün kaygılarını boyaların arasında tuvalime gömüyorum. İçime derin bir huzur ve sakinlik doluyor. Bir de özgüvenliyim ki sorma. Belki Dino’nun yapamadığı mutluluğun resmini ben yaparım, diyorum. Herkesten ve her şeyden uzakta Müjgan ile ben yan yana…
Müjgan’a olan baskıcı ilgimi de azaltıyorum. Kafama takılan bir şey olduğunda derin nefesler aldığım uzun yürüyüşlere çıkıyorum. Müjgan bu halimden çok memnun. Yüzündeki tatlı tebessümlerden anlayabiliyorum. Son iki aydır, dört yıllık ilişkimizin en sakin dönemlerini yaşıyoruz. Aman nazar değmesin!
Biz mutlu yuvamızda huzurla yaşarken kader de başka bir yerden ağlarını örmeye devam ediyor. Her güzel şey gibi benim mutluluğum da uzun sürmüyor. Gecenin kaçı bilmem tuvalete gitmek için yataktan kalkıyorum. Müjgan mışıl mışıl uyuyor. Tam tuvalete girecekken Müjgan’ın şarjdaki telefonunun ışığı yanıp sönüyor. Ayşe Hanım’ın tavsiyelerini aklıma getirip tuvalete oturuyorum; ama içime düşen kurt içimi kemiriyor. Kendimi bir türlü dizginleyemiyorum. İçimden, “Hayır Ragıp, şeytana uyma Ragıp!” diyorum ama nafile. Gidip telefonu elime alıyorum. Mesaj Süleyman’dan gelmiş. “Yarın saat beşte evdeyiz. Aman Ragıp’a çaktırma,” diyor. Bir anda kulaklarımı ateşler basıyor. Hırsla telefonun şifresini girip diğer mesajları okumak istiyorum ama Müjgan şifreyi kaldırıp parmak izini tanımladığı için bir türlü açılmıyor. Kulaklarımdaki ateş gözlerime sıçrıyor, yanan gözlerim kararıyor. Mideme kramplar giriyor. Soğuk soğuk terler basınca içimdeki canavarı bastırmak için montumu alıp kendimi sokağa atıyorum.
Aklımdan onlarca senaryo bir film şeridi gibi akıp gidiyor. Her seferinde kendimce masumane bir sebep bulmak istesem de başarılı olamıyorum. Saatlerce bir aşağı bir yukarı gezip duruyorum. Gün aydınlanana doğru sessizce eve dönüyorum. Yatağa girip saat sekizde çalacak olan alarmı bekliyorum. İçimde esen rüzgarlar her geçen dakika biraz daha büyüyerek koca bir tayfun olup beni boğuyor. Nefes almakta zorlanıyorum. Çalan alarm ile boğulmakta olduğum suların arasından fırlıyorum. Müjgan da uyanıyor. Bana bakarak, “Günaydın,” diyor ama yüzüne bile bakmıyorum. Müjgan mutfakta bana bir şeyler hazırlarken gardıroptaki baba yadigarı silahı çantama koyuyorum, üstümü giyip hiçbir şey demeden evden çıkıyorum.
Bizim evin çaprazındaki pastaneye kurulup plan yapmaya başlıyorum. Yapacaklarımı aklımda ince ince işliyorum. Önce patronu arayıp hasta olduğumu işe bugün gelemeyeceğimi söylüyorum. Sonrası malum. Avını bekleyen bir kurt gibi oturup Müjgan’ın evden çıkacağı anı bekliyorum. Beklerken kaç sigara kaç çay içtim bilmiyorum. Saat bir gibi müjgan evden çıkıyor. Uzaktan şöyle bir süzüyorum. Nasıl da süslenmiş namussuz. Sanki düğüne gidiyor. Hiç çaktırmadan peşine takılıyorum. Bir mağazadan ötekine girip çıkıyor. Elleri dolu dolu. Benim paralarımla aşığı can dostuma kim bilir neler alıyor? Saat beş gibi Süleyman’ın evinin önüne geliyoruz. İçeri girmeden beni arıyor. “Bu akşam kızlarla takılacağız, eve geç geleceğim,” diyecek kesin. Yemezler canım. İçine kurt düşsün diye tabii ki açmıyorum. Evin karşısındaki parkta oturup biraz sonra ne yapacaklarımı şöyle bir gözden geçiriyorum. Müjgan tekrar arıyor, telefonu meşgule atıp kapatıyorum. İçimdeki canavarın çıkacağı anı kolluyorum. İçimdeki canavar yanan bedenimle şahlanıyor. Kalkıp Süleyman’ın kapısına dayanıyor. Canavar elindeki silahla kapıyı tıklatıyor. Kapıyı Süleyman açıyor. Canavar silahla Süleyman’ın kafasına vurup yaydan çıkmış bir ok gibi içeri dalıyor. Tavana iki el ateş ediyor. İçeride bir çığlık kıyamet, herkes yerlere yatıyor. Canavar masanın üzerindeki pasta ile göz göze geliyor. İyi ki doğdun Ragıp!
Sonra ne mi oluyor? Yahu ne olacak aylarca kimsenin yüzüne bakamıyorum. Müjgan, evi yine terk edip bu sefer boşanma davası açıyor. Şimdi arabadayım. Müjgan’ın açtığı davanın duruşmasına gidiyorum. Bak sen şu kaderin işine. Radyoda Muazzez abla “Kıskanırım” şarkısını söylüyor. Kıskanma be abla.
Raşit Korkmaz
Comments