Başım dönüyor, gözlerim kararıyordu ve içim dışıma çıkacakmış gibi oluyordum. Beyaz önlüklü bir adam yanındakilere hortumu boğazına sokun, diyordu. Ağzımdan sokulan hortum, yavaş yavaş mideme doğru iniyordu. Dilimle damağım arasında sıkışıp kalan hortum beni boğacak gibi oluyordu. Isıracak takatim de kalmamıştı.
Çektiğim ıstıraptan kurtulmak için bebekliğimde ısırdığım annemin meme uçlarını düşünmeye başladım. Annemin, o yumuşacık meme uçlarını dilimle damağımın arasına aldığımda ve lıkır lıkır mideme doğru süt akmaya başladığında dünyalar benim oluyor, mutluluktan uçuyordum. Bu güzel anın tadı bozulmasın diye gözlerimi sımsıkı kapatıyordum. Sanırım herkes gibi kendimi en mutlu hissettiğim anlar, o anlardır işte. Maalesef o mutluluğumuz da çok uzun sürmedi. Daha birkaç aylıkken, annemiz bizi tek başımıza bırakıp gitti. Annemiz hem kendi karnını hem de bizim karnımızı doyurmak için öyle ara ara gider ama zamanında dönerdi. Ne zaman acıkacağımızı biliyordu. Bu son sefer öyle olmadı. O günün akşamı gelmedi, ertesi gün de gelmedi. Birkaç gün bekledik; baktık olacak gibi değil, bulunduğumuz yerde açlıktan öleceğiz, biz de çareyi kendimizi sokaklara bırakmakta bulduk.
Dört kardeştik. İlk aylarda her şey daha kolaydı, insanlar bize daha iyi davranıyorlardı. Tabi bizi görmemezlikten gelenler de vardı fakat yine de karnımızı doyurmak için mutlaka bir şeyler bulabiliyorduk. Zaman ilerledikçe büyüyorduk. Artık toplu şekilde dolaşmamızdan insanlar rahatsız oluyorlardı. Kendi kendilerine mırıldanarak; “Kardeşim nedir bu sokak köpekleri başıboş dolaşıyorlar? Bunlar çete çete! Belediye niye bunları toplayıp hayvan barınaklarına götürmüyor?” diye tepki gösteriyorlardı.
Önceleri mırıldanarak konuşan insanlar, artık açık açık yüzümüze söylüyorlardı bu incitici sözleri. Daha da ileriye gidip kimisi kovmaya, kimisi tekmelemeye başlamıştı. Baktık ki böyle olamayacak, bir gece bir duvarın dibinde birbirimize sarılıp uyumaya çalışırken karar verdik. Artık herkes kendi başının çaresine bakacak ve tek başına takılacaktı. O günden sonra herkes kendisine bir mahalle buldu, kimse kimsenin mahallesine de girmemeye çalıştı.
Benim takıldığım mahallede benim gibi biri daha vardı; adı Mişel’di, mahalle sakinleri öyle sesleniyorlardı ona. Gel Mişel, git Mişel. Kimisi de gel prenses diye sesleniyordu. Mişel, o mahallenin kraliçesi gibiydi. Çok tatlı bir kızdı, ne yalan söyleyeyim ilk gördüğümde hoşlandım ondan ama Mişel benim varlığımdan haberdar bile değildi, daha doğrusu beni
görmek bile istemiyordu. Olsun, yine de Mişel’in olduğu mahallede yaşamak beni çok mutlu ediyordu. Bir iki kez şirinlik olsun diye yakınlaşmaya çalıştım ama Mişel’in o hançer gibi sivri cimciklerinden zar zor kurtardım kendimi. Madem istemiyor diye de kendisini rahatsız etmek de istemiyordum. Ancak bir yiyecek falan bulsam Mişel’in payını mutlaka ayırır, ona bir şekilde ulaştırırdım. Bazen de kendimi aç bırakma pahasına da olsa bulduğum yiyecekleri Mişel için saklardım. Boşuna dememişlerdi, “Zaman her şeyin ilacıdır,” diye. Ben de her şeyi zamana bıraktıkça Mişel ile aramızda ufaktan ufağa bir kıvılcım oluşmaya başladı.
Bir gün tek başıma çimenlere uzanmış, dinleniyordum. Mahallenin serseri çocukları da toplanmış, kendi aralarında konuşuyorlardı. Lafı dönüp dolaştırıp Mişel’e getirdiler. İlk başlarda duymamazlıktan gelerek, gözlerimi sımsıkı kapattım. Fakat söylenen her şey kurşun gibi kulaklarımı delip, beynime girmişti. Hafiften gözümü açtım, bir baktım ki mahallenin ne kadar iti, kopuğu, sapığı varsa bir araya gelmiş, Mişel’i çekiştirip duruyorlardı. İçlerinden biriyle göz göze geldim, bana bakarak bir yandan da sırıtarak; “Şu ibneye bak! Madem sen bir şey yapamıyorsun bize bırak. Biz, Mişel’in icabına bakarız!” deyivermesin mi? Tepem attı, en iyisi kalkıp gitmek dedim. Ama bu şekilde bırakıp gitsem de hoş olmayacaktı. Bu serseriler resmen Mişel’in namusuna dil uzatıyorlardı, hem de benim yanımda! Ne olacaksa olsun deyip, gözümü de iyice karartıp arkalarından dolanarak, birinin kalçasına dişlerimi geçirdim. Bir bağrış, bir çağrış; hepsi bir anda üstüme çullandı. Tekme tokat, Allah ne verdiyse birbirimize girişmiştik. Küfürlerse havada uçuşuyordu.
“Ulan şu ibneye bak! Amına koduğumun iti! Bizim yaptığımız iyiliğe karşılık bunumu yapacaktı?
Seni bir daha bu mahallede görürsek ölmüş olduğunu bil!”
O günden sonra o mahalleye bir daha uğramaz oldum. Adım nanköre çıktı. Efendiliğimle bilinen ben, bir anda nasıl olduysa çocukların korkulu rüyası haline geldim. Hiç kimse Mişel’le ilgili söylenenlere ilişkin tek kelime bile etmedi. Benimle ilgili söylenenler, gittiğim diğer mahallelere kadar geliyordu. Ben hiç aldırış etmedim, tek kafaya taktığım şey Mişel’di. Ne güzel de yakınlaşmıştık. Öyle devam etseydi, belki ufaktan bir mutlu yuvamız bile olurdu. Gerçi kendime yeni mesken edindiğim mahalle ile Mişel’in yaşadığı mahallenin arasında iki mahalle vardı, çok uzak sayılmazdı. Her türlü tehlikeyi göze alarak Mişel’i görebilmek için bir iki kez eski mahalleme gitmeye yeltendim, her seferinde canımı zar zor kurtardım. Mahallenin veletleri taşlarla sopalarla peşime düşüp kaybolana kadar kovaladılar. Çok sonradan duydum ki Mişel de bana kızıyormuş. Yok neymiş, durup dururken millete dalaşmışım, onun da huzurunu bozmuşum! En çok Mişel’in böyle düşünmesi bana kokuyordu. Madem böyle düşünüyor, yüreğime taş basar, bir daha da Mişel’e görünmem dedim.
Bulunduğum mahalle fena sayılmazdı. Bir kenarda küçük bir ormanlık alan vardı. Kimseyle dalaşmadan, çam ağaçlarının altında uzanıp, zaman geçirmeye çalışıyordum. Ne bulsam karnımı doyurmak için mideme indiriyordum. Birkaç tane iyi abla vardı, düzenli olarak bize su getiriyorlardı. Mümkün mertebe mahallenin içine uğramamaya çalışıyordum. İnsanlar ormana sadece yürüyüş için geliyorlardı. Nasıl olduysa bir anormallik sezinlemeye başladım. İnsanlar ortalıktan kayboldu. Her gün gelip giden insanlar, artık gelip gitmez oldular. İki kişi bile yan yana yürümüyor, herkes birbirinden kaçıyordu. Herkesin yüzünde maskeler vardı. Kimse nefesi ağzından alıp vermiyor, deyim yerindeyse kıçından alıp veriyorlardı. O gece Mişel’i rüyamda gördüm. Çok güzel bir rüyaydı, kendimi o gün çok mutlu hissediyordum. Baktım bir adam tek başına yürüyor, ağzında beyaz maskesi telefonu da kulağında konuşuyor, “Bu virüsün tek müsebbibi Çinliler! Zaten ne kötülük gelirse onlardan geliyor,” diye söylenip duruyordu. Ben de boş bulundum, bir şirinlik yapayım diye adama yaklaşmak istedim. Aramızda neredeyse yarım metre falan var. Adam yüzüme bir tekme savurdu, başımı zar zor çevirdim. Tekmenin yarısı boşa gitti, kıçıma da bir tekme attı, oracıkta topuk oldum. Adam peşimden bağırıyordu. “Virüsü bunlar yayıyor!”
Ormanın biraz daha aşağısındaki çalılıklara gittim, bir de ne göreyim! Mişel dili ağzından bir karış sarkmış, zar zor nefes alıp veriyor. Belli ki birkaç gündür midesine hiçbir şey girmemiş. Beni şöyle bir göz ucuyla süzdü, tekrar gözlerini kapattı. Mişel’i bu halde görünce içim parçalandı. Hemen ne yapıp ne edip yiyecek bir şeyler bulmak için yola koyuldum. Her tarafı avucumun içi gibi biliyordum. Bir şeyler bulup getirdim, Mişel’in önüne koydum. İştahı kapanmıştı, önce iştahsızca yemeye çalıştı. Birkaç lokma aldıktan sonra geri kalanını hızlı hızlı midesine indirdi. Ben hiçbir şey sormadım, o da hiçbir şey anlatmadı. Bütün gün birbirimizin nefesini hissederek uyuduk, dinlendik. Güneş batmak üzereydi, ikimiz de çok susamıştık. Kimseye görünmeden o güzel ablaların su bıraktığı yere gittik. Herkesin arasına mesafe koyduğu bu dönemde, kimseye dalaşmamak en iyisiydi. Suyumuzu kana kana içtik.
Mişel’in keyfi yerine gelince başından geçenleri bana özetle anlattı. Bir gece vakti mahallenin serseri çocukları, çekmişler kafayı Mişel’le ilgili ileri geri konuşmuşlar. Hatta niyetlerini bozup daha da ileriye gitmek istemişler. Mişel bakmış ki niyetleri kötü, zar zor kendini kurtarmış ve tesadüf eseri benim bulunduğum mahalleye kadar gelmiş. Mişel bunları bana anlatırken açıkçası canım sıkılmasın diye çok fazla detaya girmedi, ben de zaten detaylara girmesini istemedim. Bunları bana anlatırken birbirimize daha da yakınlaştığımızı hissettim. Boynunu boynumun üstüne koydu, birbirimize sımsıkı sarıldık. Nefeslerimizi birbirine karıştırıp, kalp atışlarımızı dinleyerek; gözlerden uzak, mutluluğun keyfini çıkarttık ve o gece sabaha kadar tek vücut olduk.
Sabahın köründe bir bağrış çağrış sesiyle uyanmıştık. Mutluluğumuz bozulmasın diye bir süre hiç gözlerimizi açmadık, sesler gittikçe bize doğru yaklaşıyordu.
“Yakalayın! Yakalayın!” deyip duruyorlardı.
“Bunlar başı boş geziyor, her türlü virüsü yayıyorlar!” diyenler oluyordu. Arada bir iki kadın sesi geliyordu; “Ne istiyorsunuz bu zavallılardan, kime ne zararları olmuş? Bırakın, eziyet etmeyin!” deseler de zabıta amiri hiç kimseyi dinlemiyor, alaylı bir ses tonuyla, “Daha iyi şartlarda yaşayacaklar,” diyordu.
Mişel beni dürtüp, “Kalk kalk, bize geliyorlar!” deyip, beni uyandırmaya çalışıyordu, ben zaten uyanıktım ama gözlerimi açmak istemiyordum. Birileri bize doğru koşar adımlarla geliyordu. İçlerinden biri; “Bakın iki tane de orada. Yakalayın, yakalayın!” derken, bir diğeri bizi kandırmak için yiyecek falan bırakmaya çalışıyordu.
Mişel ve ben, koşar adımlarla uzaklaşmaya çalıştık. Önümüze bir duvar çıktı, ben hızlı bir şekilde duvarın üstünde atladım ve koşmaya başladım. Bir süre sonra arkama dönüp baktım, Mişel’i göremedim. Etrafımda dolanıp durdum ama onu bir türlü bulamadım. Aldım başımı gittim. Artık daha uzaklara, kimsenin olmadığı bir yerlere gitmek istiyordum. Öyle de yaptım. Üç gün üç gece durmadan, aç aç yürüdüm. Rüzgârın bana doğru getirdiği keskin bir koku vardı. o kokuya doğru gittim. Kendimi kocaman, dağ gibi bir çöplüğün önünde buldum. Açlıktan geberecek gibiydim, bir yandan da susuzluktan dilim damağıma yapışmıştı. Sağa sola bakındım, bu çöplükte yok yoktu. Bir kenarda bir iki parça yiyecek buldum, mideye indirdim. Açlığa dayanılıyordu da susuzluğa dayanılmıyordu. Dilim kupkuru olmuştu, bir yandan da yorgunluk çökmüştü. Baktım ki gözüme uyku girmiyor; en iyisi sağa sola bakınayım, belki biraz su bulurum dedim. Bir yandan da, “Ah o güzel ablalar! Neredesiniz? Buraya da biraz su bıraksaydınız ne olacaktı sanki?” diye, kendi kendime tekrarlayıp duruyordum.
Nihayet çöplüğün aşağısında küçük bir dere buldum. İnce ince akan suyun sesini duyunca dünyalar benim oldu. İçimden de, Allah kimseyi susuzlukla terbiye etmesin, diye geçirdim. Suyun başına geçtim. Ne kadar su içtiğimi hatırlamıyorum. Olduğum yerde resmen bayılmıştım. Rüyamda annemi gördüm. Kendisine çok kızgındım. Ne diye el kadar bebekken bizi orta yerde bırakıp gitmişti ki? İkindi vakti falandı, yine büyük bir telaşla koşar adım bize doğru geliyordu. Dili ağzından bir karış sarkmıştı, karnımızı doyurmak için acelesi vardı. Hiç sağına soluna bakmadan karşı tarafa geçmeye çalışıyordu. Tam yolun ortasındayken son sürat gelen bir kamyon hızla anneme çarptı ve iki yüz metre sürükledi. Annem yol ortasında can çekişirken insanlar hiçbir şey olmamışçasına arabalarıyla vızır vızır üzerinden geçip gittiler.
Çığlık çığlığa uyandım, kan ter içinde kalmıştım. Sağa sola baktım, büyük bir çöp kamyonu çöpleri boşaltıyordu. O an fark ettim buralarda benim dışımda da başkalarının yaşadığını. İlk gün hiç kimseye görünmemeye çalıştım. Mümkün mertebe göze batmamaya çalışarak, kıyıda köşede ne bulduysam mideme indirdim. Ertesi günün sabahı bana doğru koşar adımlarla gelen bir grup gördüm, içlerinde tek bir tanıdık yoktu. Tedbiri elden bırakmamak için ufaktan uzaklaşmaya çalıştım. Benden kimseye zarar gelmez şeklinde, kendi dilimizde birkaç işaret yaptık hem ben hem onlar. Durdular, beni ölçüp biçtiler. İçlerinden biri bana, “Buraya gel!” dedi. Onlara doğru gittim. Beni koklayıp yokladılar. İçlerine alıp almama konusunda tereddüt yaşıyorlardı. Yukarıda duran kocaman biri, bize doğru bakıyordu. Kalın bir sesi vardı. Buraya gelsin, buraya gelsin şeklinde buyruklar yağdırıyordu. Grup önde ben arkalarında seksek yapa yapa, bizi çağıran şahsın yanına vardık. Nerden geldiğimi sordu, ben de açık yüreklilikle her şeyi anlattım. Mişel’le olan münasebetimiz hariç. Sonuçta o benim özelim, ne diye anlatayım?
Bu kişi grubun reisiymiş yani çete başı. Çok heybetli biriydi, keskin bakışları vardı ve yüzünde kocaman bir yara izi duruyordu. Konuşurken bazen uzaklara dalıp gidiyor bazen de kafasını hafiften sağa doğru eğip tane tane konuşuyordu. Her halinden çok görmüş geçirmiş biri olduğu anlaşılıyordu. “Benim adım Oço, ben bu gurubun lideriyim,” dedi ve durdu. Dilini ağzından çıkarıp birkaç kez nefes alıp verdi, dudaklarının kenarlarını yaladıktan sonra da konuşmasına devam etti, “Sen de bundan sonra bu gurubun içinde yer alacaksın, fakat seni bir süreliğine gözlemleyeceğim. Yanlış yaptığını görmeyeyim, duymayayım. Bu gördüğün kocaman çöplük benden soruluyor. Kimseye karışmak, dalaşmak yok. Şu karşıda gördüğün veletlere karışmayacaksın. Hele hele çöp boşaltmaya gelen kamyonculara hiç görünmeyeceksin yoksa başımızı belaya sokarsın, işte o zaman affetmem!” deyip tehditkâr konuşmasına son verdi.
Yüzünün sağ tarafındaki yara izini omuzuna birkaç kez sürdü. Yüzünde bir madalya gibi taşıdığı o yara izine baktım, üç pençe şeklinde derinden kazınmıştı. Üstünden yıllar geçmesine rağmen iz olduğu gibi duruyordu. Bana söylenen her şeye harfiyen uyacağımı belirtip kendisine biat edeceğimi söyledim. “Bundan sonra sen benim de reisim, paşam, kralımsın,” dedim. Reis Oço’nun hoşuna gitti, başını salladı.
O günden sonra benim için artık yeni bir hayat başladı. Oço’nun başında bulunduğu çetenin bir ferdi oldum. Kimseye karışmadan ne bulduysak kendi aramızda paylaşarak karnımızı doyurduk. Tabi Oço’nun payı her zaman ayrıydı. Kim ne getirirse getirsin önce Oço, sonra gurubun diğer üyeleri yerlerdi.
Son günlerde Mişel’i çok özlemiş ve zamanımı onu düşünerek geçirmeye çalışıyordum. Benim bu durumum Oço’nun da dikkatini çekmiş olmalı ki beni yanına çağırdı. Nedir senin derdin, diye sordu. Önce anlatmaya gönüllü değildim. Oço’nun sert bakışları karşısında daha fazla ısrar edemeyip hayat hikayemi kısaca anlatmaya çalıştım. Tabi bu hikayenin en önemli parçası Mişel’le ilgiliydi. Oço hiç sözümü kesmedi. Öyle uzaklara dalıp gitti, sadece ara ara başını salladı. En karizma hareketini hep sona bırakıyordu. Yüzündeki yara izini yine sağ omuzuna sürdü birkaç kez, benim de söyleyeceklerim bitmişti. Yüzüme şefkatle bakarak, şöyle yarım dakika kadar hiç konuşmadan baktı. Derin derin nefes alıp verdi. “Benim adım Oço,” diyerek söze başladı, “Sizin gibi sokaklardan gelen biri değilim, dikkat ederseniz sizden her halimle farklıyım. Seninle tek ortak noktamız şu; ben de daha el kadar bir bebekken annemden ayrılıp çok uzak bir memlekete evlatlık olarak gönderildim. Gittiğim yerin her tarafı dağlarla sarılıydı. Heybetli dağların sert kayaları, korkutucu insanları benim bir çırpıda büyümemi sağladı. Öyle bebek kalayım, yok sevileyim gibi şeyleri düşünmek bile mümkün değildi. Bir an önce büyüyüp, hayatın acımasızlığına karşı kendimi korumam gerekiyordu. Öyle de oldu. Tek başıma kocaman bir sürüyü güttüm. Kocaman diyorum çünkü sayısı bin miydi iki bin miydi hatırlamam mümkün değil. Ama tek başıma gel Oço, git Oço derken bir anda kocaman oldum. Ayaklarım, kafamı ve gövdemi gören kurtlar, çakallar kaçacak delik arıyorlardı. İsmim dilden dile dolaştı. Oço tek başına bir kurdu enseleyip boğdu, Oço’nun olduğu yerde kurdun kuşun izi olmaz gibisinden, övgü üstüne övgü diziyorlardı. Şu yüzümdeki yara izini görüyor musun? İyi bak, bu yaranın üstünden yıllar geçti ama halen tazeliğini koruyor. Bunu anlatmak belki hoş kaçmaz ama ne yaşadığımı bilmek senin de hakkın. Diğer arkadaşlarına da anlatmışımdır birkaç kez. Öyle değil mi?” diye sesini yükseltince herkes bir ağızdan öyledir, diye karşılık verdi. İçimden, ne anlatacaksan anlat yoksa meraktan çatlayacağım demişken Oço devam etti, “Bir akşam üstüydü, güneş battı batacak. Sürü omuz omuza vermiş, otlanıyordu. En yüksek yerde durmuş, sürüye hayranlıkla bakıyordum. Bir de ne göreyim! Benim iki katım büyüklüğünde bir ayı, sürüye doğru ağır ağır yaklaşıyor. Sadece izliyordum, geçip gidecek diye düşünüyordum çünkü ayı öyle rastgele sürüye saldırmaz. Baktım ki ayının niyeti kötü, gözüne kestirdiği koça saldırmak üzere, yerimden kalkıp karşısına dikildim. Ayı, benim kararlı olduğumu görünce arka ayaklarının üstüne kalkıp benimle boğuşmak istedi. Her tarafa namı salınmış Oço, bu düellodan hiç kaçar mı? Kaçacağına oracıkta yerin dibine girse onun için daha iyi. Kaçmadım. Ayıyla boğuştuk, ne kadar boğuştuğumuzu bende hatırlamıyorum. Ayı baktı ki benimle baş edemeyecek, kavgayı bırakıp kaçıp gitti. Yorgunluktan o an ne olduğunu anlayamadım bile, yüzüm gözüm kan içindeydi, fakat bu kanın ayının kanı olduğunu düşünüyordum. Yüzümden akan kan, ağzıma doğru akınca, ayının pençesinin yüzümü yardığını fark ettim. Bu yara tam altı ay sürdü ve sonradan da kendi kendine iyileşti. İyileşti, iyileşir, neden iyileşmesin ki? Hem de nice ağır yaraların yeri iyileşmiştir, yüzümdeki yara mı iyileşmeyecek? Peki ne iyileşmiyor,” deyip, dik dik yüzüme bakınca, hemen atladım.
“Aşk acısı!” dedim, kafasını salladı. “Varsın iyileşmesin, o en güzel yara izidir, hiç iyileşmesin. Asıl iyileşmeyen şey nedir biliyor musun?” diye devam etti. Gözleri dolmuştu. Bir damla gözyaşı yarasının oyuğundan aşağı süzülmüştü. Ne diyeceğimi şaşırdım.
“Söylenen kötü sözün ruhumuzda yarattığı yaranın yeri asla iyileşmez. İşte bana öyle ağır ve kötü bir söz söylendi ki, hem de sahibim tarafından, hiç hak etmediğim halde. Hele süpürgenin sapıyla yüzümün ortasına vurması, çok ağırıma gitti. O günden sonra oraları terk ettim, kendimi bu çöplüğün dibinde buldum. Keşke Oço ayıyla boğuşurken ölseydi de bu hallere düşmeseydi,” dedi ve birden ayağa kalktı, “Hadi çocuklar toplanın, mahalleye gidiyoruz. Bir bakalım ne var ne yok. Hem biraz stres atalım. Belki senin Mişel’ini de görebiliriz,” dedi.
Grubun diğer üyeleri Mişel’in adı geçince kıs kıs gülmeye başladılar, bir Mişel eksikti diyerek mırıldandılar. Oço önde, biz arkasında mahalleye doğru yürüdük. Çok geçmeden mahallenin içine daldık. Bizi gören mahalleli korkudan kaçıp, evlerine girdi. Oço’nun heybetli duruşu herkesi korkuttu. Bir tek mahallenin veletleri peşimize takılıp, taş yağmuruna tuttular. Mahalle sakinleri de koro halinde; “Bir bunlar eksikti, başıboş dolanıyorlar. Nerede belediye, hani zabıta? Bunları zehirlemeleri gerekiyor. Bu ne ya?” diyorlardı. Herkes birbirinin sözünü tekrarlayıp duruyordu. Aslında kimseye bir zararımızda yoktu, öylesine bakınıp gidecektik. Bir taş gelip Oço’nun ayağına değdi. Oço’nun tepesi attı. Bana döndü, “Şu veletleri bir korkut,” dedi. Ben zaten dünden razıydım. Bir hışımla geri döndüm. Beni gören veletlerde bir korku bir panik... Balkonlarda hoyt, hoşt gibi türlü türlü bağırışlar yükseldi. Derken birinin ayağı takıldı, yere düştü, ben de hafiften poposuna bir öpücük kondurdum. Meğer ısırmışım. Çocukta bir feryat bir figan, mahallede yer yerinden oynadı. Mahalleli taş ve sopalarla bizi kovalamaya başladı. Ufak tefek sıyrıklarla zar zor canımızı kurtardık. Oço’nun kızgın bakışların eşliğinde, çöplüğümüze geri döndük. Üstünden fazla zaman geçmeden poposunu ısırdığım çocuğun babasının zabıta olduğu anlaşıldı. Boşuna dememişler eceli gelen it, cami duvarına işermiş diye. Bizimkisi de aynen öyle oldu. Mümkün mertebe insan topluluklarının olduğu yerlere uğramadan, pineklenerek zaman geçirmeye çalışıyorduk. Mişel ise bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Acaba yaşıyor mu, yaşamıyor mu, yoksa onu da yakalayıp zabıta müdürünün deyimiyle ıslah evine mi koymuşlardı? Ben Mişel’imi düşünürken kulağımıza gelen haberler hiç iç açıcı değildi. Belediye zabıtası kahvehanede konuşuyormuş.
“Benim onlar için çok güzel bir fikrim var, yakında hepiniz ne olduğunu duyacaksınız. Başıboş ortalıkta dolaşıp, milleti canından bezdirdiler. Ben çoktan onların icabına bakardım da ama neyse...” deyip duruyormuş.
Eskisi kadar yiyecek de bulmamız kolay değildi, açlıktan başımız dönüyordu. Yine bir akşamüstü güneş batmak üzereydi. Neredeyse bir haftadır midemize doğru düzgün bir şey girmemişti. Açlıktan ayaklarımızı kemiriyorduk. Ufaktan bir hareketlilik olmaya başlayınca ben de başımı kaldırıp baktım, bize doğru birinin geldiğini fark ettim. Gelenin kim olduğunu çıkartmak mümkün değildi. Kafasında bir bere vardı, elinde de bir poşet, ağır ağır bize doğru ilerliyordu. Bir yandan da bizi çağırıyordu. Bize iyice yaklaşan şahıs, poşetteki yiyecekleri kümeler halinde bırakıp gitti. Bıraktığı yiyeceğin kokusu bir anda ortalığı sardı. Gelen yiyecek kokusu bize can verdi. Hiç vakit kaybetmeden yerimizden doğrulup, yiyeceklerin başına uçuştuk. Uzun zamandır ilk kez midemiz et görüyordu. Biz etleri yemekle meşgulken uzaktan bizi izleyen adam, bir anda ufak bir karartı gibi karanlığın içinde kaybolup gitti. Bizler ise bulunduğumuz yerde taş kesilip, karanlığa boğulduk. Kimimizin başı dönüyor, kimimizin midesi bulanıyordu. O karanlık ne kadar sürdü, nasıl oldu, kimler bizi alıp buraya getirdi? Hatırlamıyorum. Üst üste gözümde patlayan flaşlarla kendime gelir gibi oldum. Upuzun bir sedyenin üstüne uzatmışlardı. Beyaz önlüklü biri başımda dolanıp duruyor, yanındaki yardımcısına; hortumu sok boğazına, midesini yıkayalım diye buyuruyordu. Televizyoncular son görevlerini yapıyor, hangi vicdansız bunu yaptı diyorlardı. Kameralar karşısında herkes bize son derece iyi davranıyordu. Merak etmeyin, inşallah hepsini kurtaracağız diyorlardı. Tek bildiğim Oço’nun kesin olarak öldüğüydü. Biri onun için Sivas kangalı diyordu. Zabıta memuru elinde sigarası, bir elinde cebinde bize pis pis sırıtarak bakıyordu. Haberciler işini bitirdikten sonra çekip gittiler. Zabıta memurları bizi toplayıp, üst üste bir kamyonun kasasına attılar. Arkamızdan ağlayan genç bir kadın gözyaşlarını silerek, belki kurtarabilirdik diyordu. Genç kadını dinleyen olmadı. Bizim için açılan büyük bir çukurun başına geldik. Burası bizim ebediyen huzur bulacağımız yer olacaktı. Üst üste atıldık çukura. Talih yüzüme güldü, Mişel’le yan yanaydık. Onun boynu, benim sağ ön patimin üstüne düştü. Benim sol patimde onun boynuna dolandı. Mişel ve ben huzur içinde birbirimize sarılarak ebediyen uyuduk.
Roni Nasır Kaya
Comments