top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Sefa Fırat- Görülen Gelecek Zaman

Ayak baş parmağını dikleştirince çorabının gözüktüğünü fark etti. Dikişleri iki hafta öncesinden gevşemeye başlamıştı. Yeni bir ayakkabı alacaktı. Erteliyordu. Dahası unutuyordu. Hatta seyreliyor bile denebilir, hayattan yani. Kaçıyor, uzaklaşıyor, bir nevi eriyor ve tüm bunların önemsizliği oldukça önemli hale gelmeye başlıyor.

İlk çözülme nerede başladı, bunu gayet iyi biliyor. Arkasında dimdik durduğu bir cevabı var, bundan oldukça da memnun. Hatta başkasına inanmak istemiyor.

Alanında uzman tarihçiler henüz keşfedilmemiş tarihi kuyuları sunarken, “Başlangıçta her şey...” diye söze girer, ellerindeki kalemi boşlukta döndürür ve zamanında o kuyudan su nasıl çekilirmiş oracıkta gösterirler. Harun’un denediği, denerken hayal ettiği an da böyle bir şey işte.

Önce tarihi alıyor eline. Bakıyor, sene doğduğumuz sene, gün günlerden biri, saat saatlerden biri. Bugünün bu saatlerinde epey şey yaşanmıştı ancak şimdikisi diğerlerinden ince bir çizgiyle ayrılıyor. Ayrılıp diğerlerinin üstüne çıkıyor. Onlara başkanlık ediyor ve pek çok kez farklı yerlerde vuku bulan bu oyun artık kurguda sahneleniyor.

Afiş kafasında hazır. Tam sekiz tane basacak. Beşini muhtarlığın yanındaki parkın duvarına, üçünü de meydandaki ortaokulun duvarına asacak. Fazlasına gerek yok. Oldukça heyecanlı. Oyunuyla ereceği tarihi kuyu açıcılığı mevkiini düşündü durdu eve gelene kadar. Geldiğinde hiç beklemeden, tamamlanmamış oyununa döndü.

 

BİRİKİMLİ HÜLYALARIMIZ İLE ACEMİ HARUNLARIMIZ

(Birinci Perde.

Harun bir otobüsün içindedir ancak sahnedeki dekorlar zayıftır. Dolayısıyla seyirciler Harun’un otobüste olup olmadığını tam anlayamazlar. Arkadan gelen tıslamalar ve sandalyelerin dizilimi otobüsü imlese de bazı detaylar yoktur. Sadece bir otobüs kapısı vardır; camlar, şoför için ayrılmış bir alan ve diğer parçalar yoktur.

Perdenin arkasından iç ses konuşmaya başlar. Konuşulanların, ışığın kümelendiği adamın içinden geçenler olduğu anlaşılır.) 

Doğduk, yeryüzüne dağılmaya başladık, oraya buraya savrulduk ve nihayetinde kaykıla kaykıla koca dünyayı otobüs ettik, arkadaki boşlukları dolduruyoruz. Farkında. Gocunduğundan değil, ki gocunulacak gibi de değil. Yaşanıyor bir şekilde. İnenler var, indiği yerden memnun olanlar var. İzliyoruz. Hayret ediyoruz, belki de sadece o hayret ediyor. Ara ara yokluyor kendini, inecek gibi oluyor, oturduğu aklına gelince ayağa kalkmanın ayarsızlığı durduruyor onu. Sadece hayal ediyor, ayağa kalkmış ve inmiş gibi düşünüyor. İndiği durakta, diğer inmişlere sonrasını soruyor. Arkadaki köprünün ona hep anlatılan meşhur köprü olup olmadığını soruyor ve ona usanmadan anlatılıyor. O kadar sessiz ki her şey, hayalinde bile anlatan aslında konuşmuyor, anlatıyor ama hiç konuşmuyor. Bu, sessiz bir tiyatro gibi değil, biliyoruz Chaplin de değil, başkaca bir şey. O kendini konuşturuyor ve anlıyor gibi. Kendi içiyle konuşuyor gibi. Hiçbir ses yok ama çok gürültü var. Bunları düşünmek canını acıtıyor. O manzaranın kaçtığına hayıflanıyor, az sonra bir benzerinin şimdi inenlerle yaşanıp yaşanamayacağını kapıya yanaşanların yüzüne bakarak seçmeye çalışıyor, uzun boylu, paltolu bir adam, buna sorulur mu, elinde laptop çantasına yakın bir çanta var, sen içine beyaz önlüğünü dürüp koyuyorsun, o ne koyuyor, muhtemelen içinde laptop var, kulağında mıknatıslı bir küpe, sadece birinde, diğeri boş, parmakları damarlı, yeşil ve ince, birbirlerinin üstüne binmiş, belli ki üşümüyor. Kanı canı yerinde. Bunları bilmek bir işe yarar mı. Gözleri sakin karşıya bakmaktan, akan trafikte etrafın değişen siluetinden etkilenmiyor, çıkan farklılıklar onda bir merak oluşturmuyor, sanki çoktur bu yoldan geçiyor gibi, oldukça da genç üstelik, yani öyle duruyor, sanki genç olması hasebiyle bazı şeylere karar verilebilir, köprüyü bilmiyor olabilir, belki yaşça büyük birine dönmeli. Butonlara yakın yerlerde sadece o var. Oturanların önündeki butonlar, oturanlar tarafından pek dikkate alınmıyor, belli ki önümüzdeki durakta yalnız o inecek. Yazık, çok gençti üstelik...

(Perde kapanır. İkinci perdeye geçilmeden konuşma devam edilir. Bu detay oyunun ilgili afişinde belirtilir. *3 sahne+1 sahnelerarası)

(Sahnelerarası.)

Odasının lamba boşluğuna hiç dokunmadı, Hülya sordu, hatta teklif etti, lamba alalım sana, mumla nereye kadar, o ısrarla reddetti. Karanlığa ihtiyacı varmış gibi. Manasız bir diretmeydi. Lamba oyuğu bu şekilde çok kötü duruyordu çünkü. Hülya direndi, ardını da çok merak etti. Neden buraya bir lamba almamakta diretiyorsun? Susuyordu. Konuyu değiştiriyordu. Gözlerini kaçırmayı daha makul bir cevap olarak düşünüyor ve sağa sola devirip duruyordu. Hülya’nın cevap alamayacağı aşikardı ancak eğer bir evlenme teklifi edilecekse önce bu oyuğun kapanması ve odanın aydınlanması gerekiyordu, neydi böyle ışıksız bir oda? Ne yani. Kuruntulu biri de değildi Harun. Değil mi Harun? Değilsin.

(İkinci perde.)

Sabah bindiğin otobüsü hatırlıyor musun, çok kalabalık değildi, yaşlılar oturuyordu, orta kapıya yakın bir yerde küpeli bir genç vardı, bakmıştın. Az sonra inecek sanmıştın. Ne oldu ona. Hülya konuşuyor. Son zamanlardaki gariplikleri bitmiyormuş. Eskiden bu gariplikler daha seyrekmiş. Hatta o zaman bunlar gariplik olarak da görülmüyormuş, bir farklılık, Harun’a yakışan bir güzellik olarak duruyormuş. Olmasalarmış olmazmış. Hepsi Harun’a lazımmış. Hülya buna kanmış vakitlice. O dünyaya düşmek istemiş, orada aradığına yakın bir şeyler bulma ümidindeymiş. Şimdi yanıldığını düşünüyor, bir bir sıralıyor, ne var ne yok ortaya döküyor. Duracak gibi değil. Dinecek gibi değil. Harun sen böyle değildin diyor. Harun susuyor ama içinden cevaplıyor. Aksine, hep böyleydim. “Peşine düşerdin, düzeltirdin, umurunda olurdu, sorardın, merak ederdin, arardın, hep bir yolunun olduğunu söylerdin, görürdün, gösterirdin, inanmazdık, inandırırdın, söylesene, ne oldu sana, kime bulaştın, kime takıldın, bir cevap versene neredesin sen, kendini nerede bıraktın, basbayağı yoksun, farkında mısın?” Devam ediyor Hülya. Daralıyor Harun. Ne diyorsa onun örneğini arıyor hayatında, bazen buldukları hepsini açıklıyor, bazen de bulamadığıyla kalıyor, Hülya’nın içindeki kendini tanımak istiyor. Sorsa söyler mi, deli der kesin. Buraya mı takıldın Harun, bu kadar mısın cidden, der. Tanıyor onu. Olmaz. Buradan çıkılmaz Harun. “...bilirdin, eskiden nerede ne yapacağını çok iyi bilirdin, ben senin bu bilgiçliğini sevdim Harun, ortada kalmalarımın kimseye ulaşmayan merhameti sana ulaşıyordu, susuyordum, gerçi susmak da değil tam, donuyordum, kitleniyordum, çözümsüz kalıyordum, ne dersen de önemli değil, sonuçta tek sen anlıyordun, diğerlerinin umurunda bile olmuyordum. Söylesene çok mu açıldım, biraz daha konuşursam boğulur muyum, olmamam gereken yerlerde mi dolaşıyorum? Desene, hadi desene sana gösterdiğim merhametten olmayan bir aşk doğurmuşsun desene, zaten hayat seni dağıtmış, ortada kalmışsın, anlayışlı bir bakışa çarpıp tekrar yola girdim sanmışsın desene. Ben olmasam yerimde bir başkası olacaktı desene. Yanılmışsın. Sırtına batacak kayaya dinlenirim diye yaslanmışsın desene... De, hadi. Gocunmam.” Yerdeki tahtanın üstünde uçma denemeleri yapan küçük üvez Hülya’nın ayağına doğru gidiyor. Az sonra toslayacak. Tavşan kulaklı terliğine çarpacak... Hülya’ya şu an bu söylenmez. Hülya... Neden bu kadar sert konuşuyorsun. Lambanın konmaması gerek işte oraya. Nedeni yok. Öyle gördüm. Odaya geçiyordum, gözünde sönmüş bir ışık gördüm. Düzgün bir adama benziyordu ama yenikti. Uzaklaşacaktım, kendimi hazırlamıştım. Yanaşılmaz bunlara. Harap ederler seni. Hayatının anlamını emerler, tutunduğun kanı emerler, ruhunu bedeninden çekerler. Öyle ki yaşayamazsın. Çok kesindim. Kaçacaktım. Olmadı. Havaya zehrini saldı. Ona takıldım. Ama bu sana nasıl anlatılır? Hülya, tüm bu olanlar sana nasıl anlatılır. Benden ruhumu anlatmamı istiyorsun, bu mümkün mü? Diyeceksin ki ne saçmalıyorsun, ama yalan mı? Benden tüm bu olanları istemiyor musun, birden buraya nasıl geldiğimi sormuyor musun? Bil ki bu değişimimin farkındaydım evet. Ancak yaşananları anlatmam fayda etmez ki. Sana ruhumu anlatmam lazım. Hayatın ruhuma nasıl iliştiğini anlatmam lazım. Olanlar olduğu şekliyleyken ona neden benim takıldığıma ancak böylesine bir itiraf cevap olabilir. Söyle, ruhumu anlatabilir miyim? Dinlesen anlar mısın? Yanlış anlama seni kendimce tasarlanmış bir oyuna sürüklüyor ve verilebilecek cevaplardan kaçıyor değilim. Oysa ne kadar da öyle gözüküyor... Hülya ben çok bencil bir aptala evrildim. İnan buna. Çok bencilim aynı zamanda akıldan yoksun bir aptalım. Sürekli ruhuma kaçıyorum. Olmuyor, başaramıyorum. Çok fazla düşünüyorum, karar verme konularında güçlü olamıyorum. Ortada kalıyorum. Yeniliyorum. İnanmayacaksın belki ama kayboluyorum.

Elimde sandığım dilimde kaldığıyla yetiniyor. Benim bunlar dediğim iki güne kalmadan saf değiştiriyor. Öyleydim bak, evet, bu anlattıkların doğruydu, ben bir zamanlar öyleydim, dinçtim, atılırdım, seçim kolay gelir cesarete atlardım, şimdi öyle mi, kendi ruhuna bir kez bakan daha iflah olmuyor, o yaşlarda neredeydi bu bakış, içimde bir kuvvet olarak bugünü mü bekliyordu, sanmam, insanı hiçbir şey beklemez. İnsan ne ki beklensin, neye hayrı var ki aransın. Senin bir hayrın vardı işte deme, deştikçe anlıyorsun sen de, hiçbir esprim yokmuş, merhamet saçmışım, toplamışsın. Denir mi bunlar Harun, denir mi?.. Neyi kimden saklıyoruz, gerçek bunlar işte. Söylensin, söylenmedikçe yük. Taşımaya adam da yok. Soruyorsun, niyetli yok. Niyeti olanın da usulü yok. Ne yaparsın. Anladığınla yol al diyorlar. Kendine öğret diyorlar. Diyenler sanki yaşamış gibi deyip duruyorlar. Bana ağaçtan düşeni getirin, demek şimdi ne acemice. Bana ağaçtan düşeni değil... Bana ruhunu getirir misin Nazlı... Hayır seni aldattığım filan yok, sadece ruhuna adıyla sesleniyorum. Onu bana getir, söz değişen ne varsa anlatacağım.

“Hülya, öyle acır gibi bakma, hele otur bir yanıma.”

(3.perde.

Hülya Harun’u o gece iyice dinlemiştir. Derdini gereğince anlamış ve çözümü için daha dinlerken bin akıl devşirmeye başlamıştır. Zihni bunlarla meşgulken Harun’u da yalnız bırakmamış -ne de olsa yalnızlık Harun’luk bir iş değil- ona acıyla bakılması gereken yerde acıyla bakmış, şefkatle sarılması gereken yerde şefkatle sarılmıştır. Gecenin sonunda ise Harun’dan kati bir söz almıştır. Bundan böyle artık Harun düzenli bir tedaviye başlayacaktır ve ne pahasına olursa olsun bu tedaviyi bırakmayacaktır.)

Hastane sahnesidir. Peşi sıra dizilmiş binalar vardır. Harun hangisine girmesi gerektiğini anlamak için dışlarına asılmış “içindekiler”i okur. Neticede B bloğa doğru hareketlenir. Oradan çıkmış bir adam ona doğru gelirken, sigarasını sol eline alıp çalan telefonunu açarken şöyle içerler: sanki hemen ölücez...

(Harun'un sağ eli dışında sahnede aydınlık bir yer kalmaz. Tüm ışıklar kapanır. Dış ses konuşur: Buradan da anlaşıldığı üzere Hülya’mız Harun’umuzun içindeki sıkıntıyı iyice bellemiş ve sevgililik vaadini çiğnediğini, bu yüzden ruhsal ve depresif şeylerin onu bulduğunu tespit etmiştir. Harun’a hemen uzman elinin değmesi gereklidir. Hülya’mız bu işi devralmıştır. Ona “sigarayı bırakma” ahdini bilirkişi kontrolünde anlatacak ve işi kökten çözecektir.)

(Seyirciye selam verilir ve oyun biter.)

Notlar ve düzeltiye girecekler

Tırnaklar ve konuşanların belirginleşmesi, uzun konuşmaların bölünmesi, parantez içinde belirtilmesi gereken jest ve mimikler, perdeler öncesi açıklamalar... Şimdilik içerisi bu kadar. Bir de afişin kapağına gereğinden fazla özenilecek, asla sahnelerden bir kesit olmayacak, başlığa hitap eden bir karmaşa olacak. Düş ve rüyayı imleyecek bir parça ve tüy, tüy Harun’a bir gönderme olacak.

Aşağıdaki kesit oyuna eklenebilir, eklenmeyebilir de, felsefi yanı var, ayrıca her şeyi olduğunca aktarmışım, oyun için bu kadar açıklık fazla olabilir, yeniden düşün

İşte sevgili izleyenlerimiz ülkemizin Hülya’ları da aynen böyledir. Önce büyük adamlarımız biz halkı ve hayatı incelerler. Hakkımızda epeyce kayda değecek bilgi toplarlar. Akabinde bunları analize sokarlar. Bu iş diğerlerine nazaran daha kısa sürer. Aynı zamanda en çok da bu safhada tartışırlar ancak kararın gecikmemesi adına bazen -çoğu zaman- öne sürülen tüm fikirleri teker teker denerler. Halkımızı -Harun’u- çağırırlar. Derler ki Harun, sen böyle böylesin, kendisini başkasında dinleyen Harun başlangıç evresinde -büyük adamlarımız gibi açıklayalım meseleyi- çekinse de kolay dağılır, söyleneni kısa sürede kabul eder. Süreç başlar. Hülya’mız kıpır kıpırdır, isteğimiz gerçekleşirse şayet yükseleceğizdir, Harun’umuz ise aradadır, isteği yoktur, şayet isteği olsaydı, yani ona sorulabilseydi küçük sade bir oyun isterdi, mümkünse izlediğimize değsin, sonunda biz de gülelim, derdi.


Sefa Fırat

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page