Öykü- Sevim Alkan- Kimliksiz
- İshakEdebiyat
- 6 gün önce
- 5 dakikada okunur
Söylenmeyen her bir söz, içimizde çiçek açan ağaçların dallarındaki oyukları oluştururmuş. Böyle söylerdi ninem. Oyuklar büyüdükçe içimizdeki sıkıntı artar, amansız derin nefeslerimizin sebebinin bu sinsi sözlerin yarattığı tahribat olduğunu bilmeden düşünür dururmuşuz. İnsan her meseleye çözüm olmayı başarabiliyor da, bir tek kendi yarasına merhem olamıyor. Hayatımın çoğu, bir yol gösterici aramakla geçti. Şimdilerde hatırlıyorum da, üniversitenin ilk senesinde bile sorumluluklarımın ağırlığı altında ezilirken bir rehber bulma umuduyla turlamıştım tüm fakülteyi. Heyhat, o zamanki benliğim sorumluluklarının yalnızca ona ait olan, çözülmesi gereken birer matematik problemi olduğunu bilmiyordu tabii. Gerçi, matematikte hiçbir zaman iyi olamadım. Neyse ne, bunların hepsi geride kaldı. Ben de öyle. Aldığım tüm yaşlar hesap soruyorlar benden her gece. Hiçbirine kızamıyorum. Haklılar. Yaşanmamış bir hayatın kıyısında kulaç atmak onurlu bir davranış olmaktan çok uzakta. Oysa ben, hayatımı hep büyük ilkeler üstünde yaşamayı istemiştim. Demek ki isteklerimiz gerçekleşmeyebiliyor. Demek ki, umut öyle şaşalı bir duygu değil. Hayran olmamak lazım. Yitip gitmeyen kokular en büyük düşmanım oldu bunca zaman. Hep bir çaresini bulur gibi olduysam da, ipin ucunu kaçırdım. Tutturamadım. Ninem, yemeklere kattığım tuz miktarını da tutturamadığımı söylerdi. “Ah be yavrum,” derdi tiz sesiyle, “bunca zamandır beni üzmeyip ölçülü davranmaların bir yerde kendini tutamıyor herhalde. İyi mi, en azından bir yerlerde patlak veriyorsun.”
Turuncu rengini hiç sevmem. Vazoya da hiç gitmemiş bu renk zaten. Kaldırıp atmalı. Çöp nerede ki? Kimse bilmiyor.
Birbirlerini suçlayıp duran iki ruha bakıyorum, baktıkça yitiriyorum kendimi. Eski benliğim gelip uyarıyor beni. Çok yadırgamamalıymışım bu ruhları. Ne de olsa, oldukça yakınlarmış bana.
Ne yapacağım? Sormayı istedim.
“Affedersiniz,” diyorum aceleyle, “kimlik çıkartmam gerekiyor, ilgili binayı nerede bulabilirim acaba?”
Tartışan çift duruluyor sözlerimi işitince. Oh, diyorum. Derin bir nefes çekiyorum içime. Bitiremesem de ara verdirebildiğim kavgaya karşı sinsice gülümsüyorum. Yüzlerine bakıyorum her ikisinin de. Bana bakıyorlar. Tıpkı bir hiçmişim gibi. Hiç var olmamış bir ruh gibi. Tepede gözüken karların gerçek gelmemesi, bir çocuğun düşlediği hayali oyun arkadaşı gibi. Duruyorlar. Sürdürüyorlar oynadıkları bu aptal oyunu. “Ben,” diyorum. Devamını getiremeden yapıştırıyorlar cevabı. Oysa ağızları kıpırdamıyor bile. “Kimliksiz.” Bir tek bakışa dahi izin vermeden dönüyorlar birbirlerine. Kavga kaldığı yerden devam ediyor. Mağlup olanın ben olduğumu anlayınca omuzlarımı düşürüyorum, hayatımda hiç kambur gezmemişim gibi.
Bu sokaklar beni zehirliyor da kimseler anlamıyor. Hiçbir tepki vermiyorum da ondan herhalde. Mimiksiz bir yüze en fazla ne kadar anlam yüklenebilir? Gerçi, bir zamanlar tanıdığım bir yüz vardı. Hayatımda tanıyıp da heybeme sakladığım en özel parçalardan biriydi o. Mimiksiz bir sıfatla resmediliyor olmasına rağmen ona o kadar çok anlam yüklemiştim ki, her şeyin sonuna geldiğimizde bana sunmuş olduğu mimiksiz ifade canımı çok yakmıştı. Halbuki, onun özüydü bu. Biliyordum ben de bunu. Aslolan doğru, bir insanı özünden uzaklaştırmamak gerektiğiydi. Hayallerde bile. Heybemde yaşayan bu özel parça, canımı yaktığında bile kaçamadı benden. Benliğim biraz yapışkandır. İstediği çoğu meseleyi elde edemediğinden olsa gerek, bulduğu her parçaya yapışır olanca gücüyle. Elinin terini umursamaz, sıkıca tutar onları; kayıp gideceklerini bilerek hem de. Kimseler de ona adıyla seslenmedi ki bu zamana kadar. Ne bilsin yavrucak?
Renkli merdivenlerden çıkıp üst caddeye damlıyorum anında. Nefes nefese kalıyorum. Böyle olacağını bilerek gerçekleştirdim bu eylemi zaten. Şimdi niçin kızacak bir yüce ruh arayışı içinde olduğumu hissediyorum öyleyse? Sinirlenmemeli. Duvarlara asılı pankartlara karşı göz devirmemeli. Yaşamı her anlamda kucaklamalı. Ama hayat çok şişman. Benimse kemiklerim sayılıyor. Düzgün bir sarılma olmaz bu, bilirim.
Köşedeki kırmızı boyalı bakkaldan çıkıyor tanıdık bir sima. Bizim Ayten değil mi o? Ayten. Elinde tuttuğu içeceği her şeyden çok seven, matematiği bile ezberlemeye çalışan Ezberci Ayten. Neler yaşamış acaba görüşmeyeli? Saçları epey dalgalı gözüküyor. Az önce yağan yağmurdan olmalı. Lisedeyken de hep böyle olurdu. Şekle girmeyen saçlarına şekil vermeyi başardığı an yağan yağmurla tüm emekleri boşa gider, buna rağmen yağmur yağan günlerde bile aksatmazdı rutinini. Değişmişe benzemiyor. Yanına gidiyorum. Belki o bilir kimliğimi nereden çıkartmam gerektiğini. Olur mu olur. O yönlendirir beni.
“Selam, nasılsın Ayten?” diyorum küçük bir gülümsemeyle. Kulaklığını takmadan hemen önce sesimi ona duyurabildiğim için şanslı olmalıyım.
“İyiyim, sen nasılsın?” diyor umursamazca. Başımı sallıyorum. Esasında Ayten’in bunca zaman neler yaşadığı hiç umurumda değil. Anlatsa yarısını bile zor dinlerim gibi duruyor. Önemli olan, sormam gereken soruyu zamanında sorabilmek. Zaten, kendisi beni hiç sevmezdi. Bana takıldığı günleri iyice anımsıyor olmalı. Belki gece kafasını yastığa koyduğunda pişman bile oluyordur, kim bilir? Merak etme Ayten, seni affettim ben. Hepimiz insanız, hata yapabiliriz. Önemli olan hatalar yapmamak. Çoğul ekinden tırsmalı insan.
Ayten bomboş bakmayı sürdürüyor. Parmaklarında hala kulaklıkları asılı. Belli ki bir an önce onları takmak istiyor. Az daha dikkat kesilince kulaklıklardan sızan şarkıyı duyabiliyorum. Ne diyor şarkıda:
“Yok bana bu cihanda bir yer, şu koca cihanda yoktur aman.” Daha önce duymuş muydum bu şarkıyı acaba? Hiç zannetmiyorum. Neyse ne.
“Kimliğimi çıkartmak için çıkmıştım ben de dışarıya. Bir türlü bulamıyorum ki nereye gitmem gerektiğini. Acaba sen biliyorsan tarif edebilir misin?” Bakmayı sürdürüyor. Hatta şarkısı bitti, bir diğeri başladı bile. Bu daha hareketli bir parça. Müzik zevki karışık olmalı Ayten’in.
“Pardon,” diyor, “isim neydi canım?”
Canım hiç de cevabını almayı istemiyor. Kulaklıklarını bir an önce takıp gitsin istiyorum. Oysa giden ben olmalıyım bu öyküde. Bulunduğum durumun içinde sıkışıp kalan bir karakter tam da öyle yapardı. Ayaklarım yürümekten sıkılmasına rağmen beni hiç ikiletmiyor. Komutu aldığı gibi gerisin geri yürüyor hızlı adımlarla.
Bizim Ayten adımı bile bilmiyormuş. Kalbim neden acıyor? Öyle bir his bürüyor ki bedenimi, sanki kalbime kaynar su dökülüyor. Halbuki ben hiç haşlanmadım hayatımda. Bu his nasıl da tanıdık gelebiliyor? İçimdeki gamsız taraf işimin hallolmamasına bozuluyor yalnızca.
Birilerinin hayatında iz bırakmak. Bir ömür boyu hatırlanacak o kişi olmak hayatlarda. Gençken oyuncu olmak istiyordum. Ancak oyuncu olursam gerçek manada görünebileceğimi düşlerdim. Görünebilmek. Yüce bir sıfattı benim için. Birilerinin hayatına can verdiğim karakterimle renkli bir resim çizmek isterdim. Dedim ya, hatırlanacak kadar önemli biri olmayı isterdim. Sonra bir gün, sarışın geldi. Bana dedi ki, görmek istemeyene numarası en yüksek gözlüğü versem de görmezmiş beni. Ancak ruhumu gerçek anlamda tanıma şerefine erişmiş insanlar gerçek beni görürler, ancak onların gözünde görünür kılınırmış benim bedenim. Dinledim sarışını. Hiç bitmesin istedim sözleri. Kelimeleri sihri anımsatırdı. Soyut bir kavramı anımsatmayı başarabilecek kadar sarıya çalıyordu gözleri çünkü. İnandım ona. Belki o da bana inanmıştır o zamanlarda. Görmüştür beni en yalın halimle. Halbuki ondan geriye kalan tek şey anılar. Bu yaptığı acımasızlık değil de ne? Bunun manası onun sarı gözlerinde bile görünür olmadığım mı yani?
Canım çok yanıyor. Bir nedeni yok. Olmasına da gerek yok gibi görünüyor. Soluklanmak için oturuyorum bir banka. Bana yaşlı bir amca eşlik ediyor. Gülüyorum kendi kendime. Tanımadığım kişiliğin bile bir sıfatı var; yaşlı amca.
“Amca,” diyorum son bir kez şansımı denemek adına, “sabahtan beri sormadığım kimse kalmadı. Kimliğimi nereden çıkartacağım ben? Bana bir yol göster, avut beni. Böyle olmayacak yoksa. Bir köşede yığılıp kalacağım en sonunda.” Gülümsüyor yalnızca. Elinde tuttuğu bastonunu yaslıyor banka. Şapkasını çeviriyor tersine. Komik bir görüntü çıkıyor ortaya. Ben şaka kaldıracak durumda değilim. Kimse anlamıyor.
“Evladım,” diyor neşeyle, “ah benim kimliksiz evladım. Ya,” diye ekliyor ardından, “senin kaderin bu. Kimliksizsin sen. Dalına konduğun ağaçlarda bile bir yer edinemiyorsun. Tüm dallar oyuklara dönüşüyor konmanla. Anlamıyor musun? Kimliksizliğini inşa eden de sensin, ondan kurtulmak için kapı kapı dolaşan da. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?”
Kimliksiz.
Bunu sarışına söylesem öyle çok güler ki, dalına konduğum ağaçların oyuklarından çiçekler açar. Sardunyalar bile can bulabilir belki de. Sarışın derdi ki, sıfat bulamadığın insanlara bile bir sıfat yüklemiş oluyorsun böylece.
Sarışın, beni görünür kılan tek insan.
Bir öykünün içinde can bulsaydım, sarışın çıkar gelirdi bir yerlerden. Amcayı kaldırıp yerine kendisi otururdu. Kimliksiz oluşuma bir çare bulur, soluk çiçeklerime can olurdu.
Ben bir öykünün içinde değilim. Kahraman olmaktan çok uzaktayım. Fakat amcaya yine de bir cevap vermek istiyorum. Çok mu?
“Kimliksizlik de bir sıfat haline bürünmez mi amca? Doğru söylüyorum, değil mi?”
Sarışın, sayfadan göz kırpıyor. Helal olsun diyor bana. Bir taraftan da fısıldıyor. Neyse ki dudak okumayı erken yaşlarımda öğrenmiştim. Yoksa bu mesafeden sarışını duyabilmek bir lütuftur.
“Değil,” diyor, “hiç de öyle değil.”
Sevim Alkan