Her iş çıkışında koltuğa oturur, ellerimi göbeğimin üzerinde birleştirir, biraz gerildikten sonra arkama yaslanırım. Aracın kalkış saatini bekler, servis hareket ettikten bir süre sonra sol şakağım cama dayalı bir halde yorgunluğumun olanca ağırlığında, yeşilin nokta nokta gri betona dönüştüğünü izlerim.
Yine Chopin’in Spring Waltz’ı çalıyor. Dün Bach’ı dinlemiştik, demek ki yarın Shubert’i dinleyeceğiz. İşte bütün yolculuk boyunca-yaklaşık 25 km- melankolinin her boyutunu yaşamamın sebebi dinlediğimiz klasik müziklerdi. Ben bayılırım dinlemeye ama servisteki diğer arkadaşların aynı görüşte olduğunu söyleyemem. Nihayetinde telefon ve kulaklık denilen çağın mucizeleri sayesinde var olan ortamdan kendilerini soyutlamayı başarıyorlar.
Betonla Chopin’in bir araya gelerek ortaya çıkan çelişkinin benden başka kimsenin umurunda olduğunu sanmıyorum. Ben neden böyleyim, bilmiyorum. Varoluşumun sonsuz sularında herhangi bir neden aramak istemiyorum. Bir de servis şoförümüz Cevdet farkındadır sanırım. Zaman zaman o koca binalardan geçerken göz kapaklarını hafiften kapatıp kaşlarını çattığında, içten galiz küfürler savurduğunu düşünürüm hep. Klasik müzik sevdası ortaklaştığımız en önemli noktadır. Bütün müzikleri dinlerdi ama akşam servisinde klasik müzik dinletirdi. Bir de bir kitabı olurdu konsolun üzerinde, ne güzel.
İşte, Bektaş gittikten sonra midibüste geçirdiğim süre içerisinde buraya ait olmamı sağlayan en güzel görüntüydü konsoldaki kitap ve en güzel seda idi dinlediğim müzik.
Yine kocaman, her biri bir pencere büyüklüğünde, en yüksek katlara bir kolye gibi asılan harflerin reklam kelimelerine dönüştüğü binaların yanındaki yoldan geçiyordum.
“Ah Bektaş!” dedim.
Yandaki, her zamanki oturduğu boş koltuğa baktım, daha çok acının hakim olduğu bir gülümsemeyle baktım.
“Burası işte, yirmi beş yılımın geçtiği yer,” demişti daha tanıştığımızın ilk günü.
Binalara göz ucuyla bakarak Bektaş’a döndüm, parmağımı uzatarak,
“Bura mı,” diye sordum.
“ Şaşırdın değil mi,” dedi hafif bir tebessümle ve devam etti.
“Değişimi, hele ki hızlı olanını insan kabul edemiyor belki de…” demişti, insanlarla kolaycana iletişim kuran bir edayla. Susmuştuk ama zihnimizde dolaşan ne kadar kelime varsa bu binalardan önceki geçmişle alakalıydı. Sessizliği bozdu.
“Geçmişi yok edemiyoruz, belki de kutulayıp hangi kutuda neyin olduğunu kodlayarak zihnimizin bir köşesine fırlatıyoruz. Günün birinde işimize yarayacağını düşünürüz, belki de onlar olmadan yolumuzu bulamayacağımızı.”
“Nasıl bir yerdi,” diye sordum zihin denilen derinlikte kaybolmadan.
“Gecekonduların sırt sırta, yan yana dizildiği, bacalarında siyah bazen de beyaz dumanların yükseldiği, çamurlu ama her eve bir patikanın çıktığı, hemen hemen herkesin etraftaki fabrikalarda çalıştığı, akşamları eciş bücüş olmuş insanların sığındığı bir limandı yaşadığımız yer,” demişti en yüksek iki binanın ardına düşen, batıya kaykılan güneşe bakarak.
“Ha, bir de Kuşdoyuran’ımız vardı,”
“Kuşdoyuran mı?”
“İşte şurada,” dedi sanki oradaymışçasına, “geniş, yuvarlak, ortasında kışın dolan yazın ise kuruyan bir göleti vardı.”
Anlatırkenki gözünün menevişlemesini hatırladıkça daha bir özlerim Bektaş’ı.
“Kuşlar vardı türlü türlü. Güvercinler, kumrular, serçeler hatta kargalar, saksağanlar… Öbek öbek oraya gelir, mahallelinin getirdiği yiyecekleri yerlerdi. Akşamdan kalan pilav, kurtlanmış buğday, küflenmiş ekmek… O sırada evde kim aylaksa -çocuklar hep başı çekerdi- yiyecekleri bir heyecanla götürür, dünyanın en mutlu insanı olurdu. Bir cümbüş kopardı tabii. Aslında mahallemizin ‘kafa dinleme’ yeriydi. İcabında eğlenme yeriydi de.
O, zihnindeki kutuları açarken, ben hiçbir kutuma dokunmadan, küçük kayığımla, o zihin denen koca denizin etrafında geziniyordum bir sonraki kutuda ne olduğunu merak ederek.
O gün birkaç soru daha sormuştum şimdi ne olduğunu hatırlamadığım. Servisimiz bizi konutların üst üste yığıldığı, hatta toplulaştırdığı, tıka basa doldurulmuş bir valizi andıran sitemize getirmişti.
“Arsanın gerçek sahibinin koca bir işadamı olduğu bilindiğinden, kimse oraya ev yapmaya cesaret edememişti. Bilen bilmeyene, konan konmayana anlattıkça Kuşdoyuran, mahalleli için dokunulmayan ama diğer taraftan da tılsımının, büyüsünün olduğu bir yer olarak düşünülmüştü. Zaten kısa bir süre sonra da kuşlar doluşmaya başlamıştı sanki büyülü olduğunu kanıtlarcasına,” demiş ve susmuştu kapkaranlık bulutların İstanbul’u ıslattığı bir günde.
Zamanla derme çatma çardaklar yapmışlar göletin önüne. Mahalleliler gecekondularını yaparken kıyıda köşede kullanmadıkları ne varsa yığmışlar Kuşdoyuran’a. Anadolu insanının gittiği her yerde aradığı ama bulamadığı imece ruhunu, çardakları yaparken bulmuşlardı. Akşama kadar üç çardağın hepsi bitmiş, yüzlerdeki tebessüm biraz da umuda evrilerek güneşin ölgün ışığında dalgalanmıştı.
“Sonra çıkageldi Ataman dedikleri sözde zengin. Siyah siyah arabalarla tozu dumana katarak. İnsanlar, gelenlerin gerçek mi yoksa çocukların uydurduğu tevatür mü ikilemini aşarak Kuşdoyuran’a koşmuşlardı. Bir şeyler söyledi adamlarına Ataman Bey, hepsi birden kafalarını öne eğip kaldırmışlardı. Etrafta biriken insanlara aldırış etmeden, arabalarına binip tozu dumana katarak gittiler.” Cümlesini bitirirken bir hayıflanma bir pişmanlık vardı yüzünde. Sanki söyleyeceği her kelime birer tespih tanesine dönüşmüş de kocaman kıllı bir elin şak şak diye ses çıkararak çevirmesini beklemişti ama susmuş, hatta hiç konuşmamıştı.
“Kısa bir süre sonra içinde direklerin, tellerin olduğu bir kamyonetle önünde daha önce gördükleri siyah bir araba Kuşdoyuran’a gelmiş. Gelmiş diyorum çünkü Resul ile İmdat’tan başka kimse yokmuş. Kamyondaki adamlar hızlıca malzemeleri indirip siyah takım elbiseli adamın talimatıyla çardakları yıkmaya başlamışlar.”
Sevinç insanın yüzünde nasıl bir çiçek gibi açar ve yüreği olan herkesi ne kadar şenlendirirse acı da solan çiçek misali yüreği olan herkesi buruklaştırırdı. O gün anlatırken Bektaş’ın yüzü acıya kesmişti.
Karşı durmuş çocuklar haliyle, “Yıkmayın çardakları,” diye serzenişte bulunmuşlar. Yedikleri dayaktan sonra Resul’un bir gözü dünyanın hiçbir güzelliğini göremez olmuş. Getirdikleri tellerle arsayı çevirip hızlıca çekip gitmişler, hiç oralı olmadan yerde yatanlara.
Mahalleli, çocukların durumuna üzülmekle kalmamış, bir çıkar yol aramaya başlamışlar. Durumu polise bildirmişler ama bir sonuç çıkmamış. Ataman Bey’in adını duyan boşverin, diyerek bu adamla uğraşmamaları gerektiğini söyleyen, alışılagelen kültürün hak arama denilen uzun yolunda ‘daha güçlünün’ savunucuları çıkmış karşılarına.
Uzunca bir zaman kimseler gelmemiş, tellerle çevrilen Kuşdoyuran’a.
Bücür Hasan’la Kırmızı Mustafa evlerinden getirdikleri ellerinin iki katı büyüklüğündeki kerpetenlerle mahallenin meydanında buluştular. Selam sabah vermeden sadece bir gülümsemeyle yan yana, gururla yokuşa vurdular. Kuşdoyuran’a geldiklerinde bir daha gülümsediler, hemen ceplerinden çıkardıkları kerpetenleri kavradılar ve telleri kesmeye başladılar. Güçlerinin yetmediği yerde derin nefesler alarak soluklanmışlar, bir adamın geçeceği büyüklükte kocaman deliği açmayı başarmışlardı sonunda. İki çocuğun birbirlerine sımsıkı sarılarak hatta zıplayarak attıkları naraları kahvenin önündeki Musa amca duymuştu ama sesin nereden geldiğini iğdiş edecek tâkatta olmadığından tespihini sanki karşısında biri varmış gibi şaklatmaya devam etti.
O günden sonra mahalleli tekrar kavuşmuştu Kuşdoyuran’a. Çocukların yaşadığı sevinç, büyüklerin umudu olmuştu.
“Benliğimizi oluşturan ögelerin belki de en önemlisi olan ‘yaşadığımız yer’deki son bayramımız olduğunu kimse tahmin etmiyordu tabii. Kadınlar mis gibi sabun koka koka, temizliğin en lekesiz olma şuurunu hiç yitirmeden, dibi köşeyi ova ova paklamıştı. Bir de her evin rahiyası farklıdır ya, çörekler, kekler, keteler, baklavalar… Paklanmanın evlerin her köşesinde yapıldığı bu zamanlarda erkekler evden kovulurcasına cemiyet arayışının en kolay yoldan tatmin edildiği kahvehanelere gider, pişpirik, batak, kastamonu dedikleri oyunlarını, sigara dumanının kederli bulutları arasında oynarlardı. Çocuklar ise ücret-emek çelişkisinin en görünür arenasında bile, en güzel kıyafetlerle sevindirilirdi ama sabah olmadan giymemeleri de tembih edilirdi arefe günlerinde.” Trafik kazası olduğundan, yine aynı virajda sonsuza dek midibüsün içinde kalacakmışçasına halimizden memnun bir edayla dil denilen makineden çıkan sözcüklerle zihinsel tasarımlar yapmaya devam etmiştik.
Kahvehanenin verandasında oturan Hilmi, mahalleye doğru gelen arabaları görünce birden yerinden kalkmış, etrafına bakınmış, kalınca bir küreği görmüş ve sapından tuttuğu gibi mahallenin meydanına giren tek yolun önüne doğru yürümeye başlamış.
“Ne olduğunu tam anlamamıştık. Suat’ın henüz okuduğu Germinal romanı üzerine bir iki kelam ediyorduk. Derken bir patırtı gürültü koptu. Herkes kağıtları, zarları, taşları bırakıp dışarıya doğru koşmaya başladı. Önce Hilmi’ye sonra aşağıdan gelen siyah arabalara bakan herkes eline geçirdiği kürek, balta, sopa ile yolun önünü kapatmaya başladı. Hiç kıpırdamadan, büyük bir dinginlikle ellerimizdeki silahları gönül rahatlığı ile kullanacağımız anı beklemeye başladık. Arabalar birkaç metre ötemizde durdu. Bir süre bekledikten sonra gaz pedallarına basarak gerisin geri gitmeye başladılar.”
“Vay be,” dedim biraz da seslice.
“İnsanların yüzlerini görmeliydin. Mutluluğun ya da sevincin, başarmanın ya da kazanmanın sadece bir insanda değil de bütün bir toplumda aynı anda verdiği haz bambaşkaydı sanki önüne çıkan dağı alıp öte tarafa koymuşsun gibi.”
Bu olaydan sonra kimseler gelmemişti mahalleye. Eski düzenlerine geri dönmüşler, hatta telleri iyicene kesip çardakları yeniden yapmış, Kuşdoyuran’ı bir kere daha nefes aldıkları yer haline getirmişlerdi. İmece ruhunun en aktif olduğu bu vakitler, çukurlu yolları kapatmış, caminin, okulunun eksikliklerini gidermişlerdi.
“Korkunun olmadığı yerde, toplumsal özgüveni artan insan üretmiş, ürettiğinin bilincine varmış ve durum her daim ilerlemenin tetikçisi olmuştur,” demiştim Bektaş’ın gözlerinin içine bakarak.
“Muhtarın mahalleliye köydeki aylaklarla yolladığı haberle kahvede toplaştık bir eylül ayının üzüm kokan sıcağında. Üç dört masayı bir araya getirerek oluşturdukları platformlardaki üstü başı düzgün, oldukça resmi giyimli insanları göz ucuyla süzdükten sonra oturduk sandalyelere. Aslında bildiğimiz şeyleri anlattılar. Buranın devletin arazisi olduğunu, muhtar senetlerinin kıymeti harbiyesi olmadığını, büyük bir ev projesi yapılacağını, hepimize devletin uygun gördüğü başka bir yerde daire verileceğini.”
Devletin, halkın bir kısmını yaşadıkları yerlerden başka yerlere göç etmeye zorladığı, diğer bir kısmını ise ellerini ovuşturarak, aynı yere, daha güzel bir yaşam vaadiyle yerleştirmesinin oluşturduğu tezatı bütün mahallelinin yaşamları boyunca zihinlerinin bir köşesinde kocaman bir paradoks olarak taşıyacağı kesindi.
“Hepimiz yıllardır dinlediğimiz ama hayatın keşmekeşinden ötürü çok da umursamadığımız, yakın gelecekteki vuku bulacak gerçeğin vahametini kavramaya çalışırken Kuşdoyuran’a ne olacak, diye arkalardan, kışın pencerenin aralığından esen rüzgarın ıslığını andıran sanki herkesin bu cümleyi duymak istiyormuşçasına gözlerinin içinin güldüğü soruyu sordu Resul. Adamlar birbirine baktı. Kuşdoyuran mı, diye soruya soruyla karşılık veren görevliye mahalleyi iyi tanıyan masadakilerden biri kulağına eğilerek neresi olduğunu izah etti. O da, ‘Yine mafyatik hikayeler,’ diyerek kafasını salladı. ‘Buranın her yeri devletin kardeşim! Hiç kimsenin tapusu yok,’ dedikten sonra sıkıldığını belirten bir edayla kravatını gevşetti.”
Yüzündeki tebessümü görmeliydiniz Bektaş’ın.
“Yani senin anlayacağın nice emeklerle, sancılarla, yokluklarla yaptığımız evlerin, yarattığımız mahallenin bir anda yok olup gidecek olması hiçbirimizin umrunda değildi. İnsanların gözlerinin hatta tekmil bedeninin gülmesinin tek sebebi Kuşdoyuran’ın kimsenin olmamasıydı. Belki de bir savaşın gerçek kazananının ilan edildiği bir andı, bilmiyorum. Düşünsene yerine işte şu ucubelerin yapıldığı Kuşdoyuran’ın herkesin olduğunu anladığımız an hiçbir şeyin önemi kalmamıştı. Büyük bir yengiyle evlerimizin yolunu tutmuştuk.”
Ah Bektaş, dedim kendi kendime. Boş koltuğa baktım.
“Öleceğim yerde yaşamak istiyorum,” diyerek büyüsü bozulmuş bu şehri terk ettiğini hatırladıkça boğuluyorum.
Sinan Şuekinci
"Betonla klasik müziğin çelişkisi"!
Elinize sağlık....