Öykü- Nilgün Erdem- O Gece, Tren, Kadın
- İshakEdebiyat

- 3 gün önce
- 5 dakikada okunur
Gün batımına doğru ilerliyordu tren. Kızıl güneş karlı dağların eteklerinde süzülürken tüm ihtişamıyla her yeri kaplamış, hünerlerini sergiliyordu. Hiçbir anını kaçırmak istemiyordum bu görsel şölenin. Önce dağın ardında sureti eridi, hemen arkasından göğe yayılan pembelik de kayboldu. Yerini akşamın gece maviliğine bıraktı. Arka fonda çalan Bach’ın Brondenburg Konçertosu bu anlara muhteşem bir eşlikçiydi. Dışarısı karanlığa gömülürken masamda duran kadehime ilişti gözüm. Son derece şık döşenmiş restoran bölümündeydik. Beyaz keten örtüler, gümüş şamdanlar, kristal kadehler, kenarları yaldızlı porselen tabaklar, işlemeli keten peçeteler. Loş ışıkta titreşen pirinç aplikler, maun kaplama duvarlara derin gölgeler düşürüyor, vagona gizemli bir romantizm katıyordu. Yolcular en şık kıyafetlerini giymiş, kadınların parfüm kokuları yemek kokularına karışmıştı. Tam uzanıp şarabımdan kocaman bir yudum almıştım ki, şuh bir kadın kahkahası yükseldi. Meydan okuyan, baştan çıkarıcı. Benimle birlikte bütün salon sustu. Bakışlar bir anlığına tek bir noktada, onda toplandı. Sonra yine kendi dünyalarına döndüler. Ben? Bense kadında takılı kalmıştım. Gümüş ağızlığın ucundaki sigarasını ateşleyen adama değil bana bakıyordu. Gözlerimin içine bakarak, sigarasından derin bir nefes çekip, bana doğru üflerken, aklım da sigaranın halka halka dağılan dumanları arasında uçup gitmişti. Ne çatal bıçak sesleri ne müziğin sesi ne konuşmalar. Tüm sesler susmuş zaman adeta durmuştu. Hatta tren bile durmuş olabilirdi zannımca. Kırmızı rujlu dudaklarının kenarının hafifçe yukarı kıvrıldığını bir tek benim gördüğüme yemin edebilirdim. Gözlerimi ondan alamıyordum. Siyah omuzları açıkta bırakan bir elbise vardı üzerinde. Işıl ışıl parlayan küpeleri, sımsıkı topladığı kuzguni saçlarının ardından bir ışık şelalesi gibi ince beyaz boynuna akıyordu. Kocaman parlayan gözleri saçının siyahıyla yarışıyordu adeta. Gözlerini benden çekip kadehine doğru indirince, kirpiklerinin yüzüne düşen gölgesini buradan bile görebiliyordum. Dikkatini karşısındaki adama vermiş gibi görünüyordu. Adam hararetle sürekli bir şeyler anlatıyor, o da arada kadehinden sakin yudumlar alarak dinliyordu. Ama emindim ben. Göz göze geldiğimizden beri aklı bendeydi. Artık yaptığı her şey benim içindi. Gülüşü, eliyle kulak memesini okşayışı, kadehinin kenarında gezinen parmakları, dudağının kenarını hafifçe ısırışı. Adeta büyülenmiştim. Garsonun önüme geçmesiyle manzaram kapanıvermişti. Şarabımı tazeliyordu. Ters, ters baktım beyaz ceketli, kibar yaşı geçkince adama. Normalde olsa gülümser, teşekkür ederdim. Bardağımı elimle kapatıp, “Yok, sen bana bir viski getirsene,” dedim. Canım sıkılmıştı.
Pencereye çevirdim bakışlarımı. Artık sadece zifiri karanlık vardı. Ve bu karanlık beni yavaş yavaş içine çekerken göğe doğru yükseliyordu sanki. Nabzım yükselmiş, alnımda boncuk boncuk ter, ellerimin titremesine engel olmaya çalışırken tekrar bana baktığını fark ettim. Kalbimin takla attığını nasıl inandırabilirim size bilmiyorum ama atmıştı işte. Elimdeki kadehi başımı hafifçe yana eğerek kaldırdım cama doğru. Bir tek ikimiz ve camdaki aksimiz. Trenin o bilindik sallantısı, Bach’ın romantik ezgisi ve büyülü bir gece. O herif ne kadar şanslı olduğunun farkında mıydı acaba? Sevgilisi olma ihtimalini elemiştim. Kardeşi miydi? İş arkadaşı? Aralarında gönül bağı olma ihtimaline asla olanak tanımıyordum. Kesinlikle tanışmam gerekiyordu. Tanışmalıydım. Evet evet bir yolunu bulmalıydım. Nasıl olurdu ki? Daha önce hiç böyle duygular yaşamamış, bir kadını süzüp tanışma fırsatı kollamamıştım. Adamın masadan kalktığını görünce, işte, dedim. Aradığım fırsat ayağıma gelmişti. Elimi cebimdeki kaleme attım. Sözle anlatamam, dudaklarım kekeler belki ama yazı susmaz, dedim kendi kendime. Kağıda eğildim, titreyen satırlar arasında kalbimin ona söylemek istediğini seçtim. Bu dörtlük benim yerime konuşacaktı.
Her şey seni bekliyor,
Her şey gelmeni.
İçeri girmeni,
Senin elinin değmesini,
Gözünün dokunmasını,
Ve her şey tekrarlıyor;
Seni nice sevdiğimi…
Cemal Süreya sanki benim için yazmıştı bu dörtlüğü. Elim titrememişti ama kalbim sarsılmıştı. Her kelimeyle kendimi açmış, masanın üzerinde çıplak kalmıştım. Tek atımlık şansıma minnet duyarak ben de ayaklandım hemen. Anlamıştı. Sanki o da bu anı bekliyordu. Etrafına huzursuz bakışlar atıp yerinde hafifçe kıpırdandı. Benimse kimseyi gözüm görmüyordu o an. Titreyen bacaklarımla masasına doğru ilerledim. Neler oluyordu bana? Yaşlı garson kenara çekilip bana yol verirken sanki, ne yaptığını biliyorum, der gibi çapkın bir bakış atmayı da ihmal etmemişti. Umurumda mıydı? Tam karşısında durup gözlerinin içine baktım. Davet bekleyecek durumda değildim. Biraz önce adamın oturduğu sandalyeye oturup arkama yaslandım. Sanki az önce bu masadan kalkan benmişim gibi, tuhaf bir rahatlık içindeydim. Hiç şaşırmadı. Davetkar bakışlarına icabet ettiğim, karşılık bulduğu için tebessüm etti. Artık görüntüsünün yanında baş döndüren kokusunu da duyuyordum.
“Bu trenin en tehlikeli yolculuğunu yaptın az önce.”
Cevap olarak masaya dirseklerimi dayayıp ona doğru eğildim. Uzanıp kadehini tutan elini usulca okşayıp ellerimin içine aldım. Biraz önce dörtlüğü yazdığım kâğıdı avucunun içine koydum. Bu hareketimle bir an irkildi, gözleri hızla etrafı taradı. Sanki herkesin onu izlediğinden endişe etmişti. Ama o tedirginlik sadece bir an sürdü. Kâğıdı çantasına koydu. Dudaklarının kıyısı yukarı kıvrıldı. Öyle kendinden emin, öyle küstah bir gülümsemeydi ki, sanki bu oyunu başından beri kendisi kurgulamıştı. İşte o an özgüvenim bir parça yara almadı değil. Fakat artık ok yaydan çıkmıştı. Onun bu tavrına karşı ben de aynı şekilde gülümsedim. Küstahça! Sandalyeden kalkıp yanına doğru geçtim. Kulağına doğru eğildim. “Gece uzun ama seni bekleyecek kadar sabırlı.” Yemek salonundan çıktım.
Çıkmıştım çıkmasına, lakin içimde fırtınalar kopuyordu. Kulağına eğilmek hiç iyi olmamıştı. O andan itibaren salondan çıkana kadar bacaklarım titriyordu. Trenin koridorundaki camı yukarı kaldırıp başımı dışarı uzattım. Derin derin nefesler almaya başladım. O kadar adrenalin yüklenmiştim ki acısı şimdi çıkıyordu. Bıçak gibi kesen soğuk, yüzüme vuran kar taneleri bile içimdeki ateşi söndürememişti. Ne yapmıştım ben böyle? Hem de ne cesaretle? Severdim kadınları ama daha önce böyle bir riske girdiğimi hiç hatırlamıyordum. Adı neydi sormamıştım. Evli miydi bilmiyordum. Ne iş yapardı, yoksa bir işi yok muydu? Umurumda değildi. Ama içimden bir ses gelecek diyordu. Mutlaka gelecek. Nereden biliyorsun, demeyin içimde bir yerlerde hissediyordum geleceğini. Delilikti bu yaptığım. Fakat kendime söz geçiremiyordum. Ya da geçirmek istemiyordum desem daha doğru olur. Böyle serseri dalışlar yapmazdım aslında. Yani anlayacağınız kendimi tanıyamıyordum. Bütün varlığım, bütün sabrım tek bir şeye kilitlenmişti. Hayatımda hiçbir şeyi bu kadar istememiştim. Tek dileğim kapı açıldığında onun gölgesini görmekti.
Pencereyi kapatıp kompartımanıma doğru ilerlerken, hep bu trenin suçu, diye düşündüm. Başka açıklaması olamazdı bu yaptığımın. Normal şartlarda trene de binmezdim ki. Hele ki, bu karda, kışta. Uçakla gitmek varken doğum günümde gelen bileti kullanmak istemiştim. Çok romantik olduğunu söylemişti arkadaşım. “Ortama bayılacaksın” Benim gibi dümdüz adama bile neler yaptırmıştı bu tren.
Kompartımanımda oturmuş pencereden dışarıyı seyrediyordum. Kar, trenin ritmik sallantısıyla birlikte sanki zamanın kendisiyle dans ediyordu. Her tanesi bir anıyı taşıyor, camda eriyip kayboldukça bende de bir özlemin izi siliniyordu. Ama her kayboluş başka bir iz bırakıyordu. Hatıralar, kar taneleri gibi çoğalıp ağırlaşıyordu içimde.
O geceyi yeniden yaşıyordum. Viskinin yakıcı kokusu, kadının kahkahası, Bach’ın keman tınıları… Hepsi zihnimde bitmeyen bir senfoni gibi yeniden canlanıyordu. O kahkaha yalnızca bir kadının sesi değildi. Gençliğimin perdesini açan bir işaretti. O keman, sadece bir müzik değil kalbimin acele eden ritmiyle uyumlu bir kader şarkısıydı.
Tren ilerliyordu ama ben çoktan rayların dışında bir yolculuğa çıkmıştım. Vagonun sallantısı, yılların üzerimden geçişini hatırlatıyordu. Gençliğim köprüden atılan bir mendil gibi geride kalmıştı. Ellerim titrek, gözlerim yorgundu artık. Ama o geceye dair ki bütün ayrıntılar, hala içimde bir kıvılcım gibi yanıyordu. Her gece uyumadan önce restoran vagonunun ışıkları zihnimde yanıyor, ateş kırmızısı dudaklar gözümde canlanıyor, sigara dumanı karanlığın içinde dans ederek beni geçmişe çağırıyordu. Benim için beklemek, bir gecelik bir heves olmaktan çıkmıştı. Artık o bekleyiş raylara zincirlenmiş bir ömür boyu süren yolculuğa dönüşmüştü.
Ne tren duruyordu ne zaman. Ümitsizlik artık her zerremi ele geçirmeye başlamıştı ki kapı tıkırdadı. Kapının sürgüsü yavaşça yana doğru kaydı. İçeri giren gölge yıllardır içimde beklediğim, bastonuna dayanmış, titrek elleri, yorgun gözleriyle bana hangi zamanda olduğumu gösteriyordu. Bense hâlâ o geceyi yaşayan cesur bakışıyla karşısında dikiliyordum.
“Bunca senenin ardından hâlâ aynı mı hissediyorsun?”
“Evet… ve hâlâ o gecenin her anını hatırlıyorum,” dedim, titrek bir sesle.
“Kadın? Gerçek miydi, hayal miydi?”
“Belki ikisi de... Belki de hep beklediğimdi.”
Kenara çekildi. Oradaydı, aynı siyah elbise, aynı koku. Yine o kocaman gözler. Kırmızı rujlu dudaklarının kenarı yine hafifçe kıvrık.
“Bunca zaman ne yaptın?” diye fısıldadı.
“Bekledim.”
Yaklaştı. Eliyle yanağımı okşadı. Uzandım, tutmak istedim elini. Sessizce odadan kaybolurken, anladım. Şimdi ve geçmiş yalnızdık odada. O gece, tren, kadın. Hepsi tek bir sahnenin farklı zamanlardaki yankısıydı. Bastonuma dayanarak pencereye baktım, dışarıda kar ve gece, içimde ise yılların birikmiş özlemi vardı. Ve bir kez daha fısıldadım. “Şerefe.”
Nilgün Erdem




Yorumlar