Otuz yıl önce mezun olduğum Lise’nin demir parmaklıklı kapısının önünden geçiyordum ki birdenbire çok tuhaf bir şey oldu. Seksenli yılların sonunda bir ilkyaz gününe gittim. Gerçeklik bir kenarından katlanıp büküldü, bir ucu otuz yıl öncesine ait bir anla kavuşuverdi. Geçmişten geleceğe aktığını sanarak fena halde yanıldığımız zamanın, ani sıçramalar yapabildiğini ilk tecrübe edişimdi.
Lacivert okul formam ve omuzlarıma iki örgü halinde uzanmasından nefret ettiğim saçlarımla Lise’nin oradaydım. Cadde boyunca sıralanmış dört beş katlı apartmanların eskiliği, kaldırım taşlarınınkine, taşlar ağaçlara meydan okuyordu. Yılda bir kez, ekseri güzün, belediyecilerin yüksek merdivenli bir araçla budayarak, göğe saçılan fıskiyelere çevirdiği palmiyeler, ortama hafiften Miami Vice havası katıyordu. Köşedeki kasetçinin hoparlöründen bangır bangır Madonna’nın La is La Bonita’sı çalıyordu. O sene evire çevire bu şarkıyı çalmıştı kasetçi. Bir de Papa Don’t Preach’i. On yedimin isyankâr ruhuyla örtüştüğünden onu ayrı severdim. Madonna’nın meymenetsiz, otoriter babası esmer teni, kabarık siyah saçları ve beyaz atletiyle bizimkileri çağrıştırıyorsa da saçlarımızı platin sarısına, dudaklarımızı kan kırmızısına boyayarak kapıyı vurup çıkmak biraz sıkardı. Olsun, dinlerkenki özgürlük hissiyatı bedavaydı ne de olsa! Ayağımda paralanarak çöpü boylayan kırmızı converselerimden başımı kaldırınca gördüm onu. Topuklu pabuçlarının havalandırdığı göz alıcı kalçasını, abartılı bir yavaşlıkla bir o yana bir bu yana kıvırarak gelen kızı.
Mağrur ve aheste bir kadın gibi denize falezlerin tepesinden bakan şehrin en bunaltıcı vakitlerine denk gelmişti taşınmamız. Serin sabahlarla esintili günbatımları arasında uzayan yaz günlerine aşina bozkır insanı için yapış yapış sıcak dayanılmazdı. Gün boyu evin gölgesinde bayılmakla sahilde havadan hallice sularda avunmak arasında gidip geliyorduk. Mevsim güze dönüp gölgeler uzamaya başlayınca şehrin denize paralel uzanan iki caddesiyle, onları şehrin merkezindeki eski bir Roma takının önünde birleştiren üçüncü bir cadde boyunca yürüyüşleri keşfettim önce. Sonra şehrin delilerini.
Sıcak yerin delisi çoktu hakikaten. Yapacak işleri olmadığından, ekseri ortalıkta dolanarak vakit öldürmekle iştigal ettiklerinden, sıklıkla karşılaşmalarımız yaşamımızın olağan akışıydı. Sarışın, mavi gözlü, iri yarı tipiyle ilk gördüğümde Avrupalı bir turist sandığım bir deli ne zaman görsem kocaman ellerinin parmaklarını göz hizasında tuhaf bir biçimde hareket ettiriyor olurdu. Hesap kitap yapıyormuş gibi göründüğünden olsa gerek Odtü fizikte okurken derslerden kafayı sıyırarak sokaklara düştüğüne dair rivayetler varsa da pek inanmıyordum ne yalan söyleyeyim. Hasbelkader aynı kaldırımda karşılaşmışsak derhal tabanları yağlayıp yolun karşısına geçmem gerektiğini etraftan öğrenmiştim. Zira bu genç adam yolda karşılaştığı insanlara durup dururken okkalı bir tokat aşk etmesiyle ünlüydü. O koca elinin hiç beklemediğim bir anda suratımda patlayıverdiği kâbuslarla uyanmışlığım çoktu.
Blues müzisyenleri gibi top top buklelerle çevrili yakışıklı yüzünden ziyade vakur bir edayla taşıdığı siyah peleriniyle dikkat çeken diğer bir deli ise ekseri bir köşede demleniyor olurdu. New York gettolarından fırlamışçasına ortalıklarda gezindiği vakitlerde elinde şarap şişesiyle şehri renklendiren bu zatın asker postalının patlak yerinden fırlayıveren uzun, kara tırnakları doğal karizmasına tuz biber ekiverse de şaşırmamak lazımdı. Adam eliydi nihayetinde. Etrafında olan bitene kör, sağırdı. Kimseyle göz göze gelmiyor, kendiyle muhabbette olduğu vakitler dışında dünya yansa kılını kıpırdatmadan gözlerini bir noktaya dikerek, yalnızca kafayı sıyıranlara özgü bir sükûnetle öylece duruyordu.
Akdeniz güneşinin her şeyi küstahça ortaya döktüğü tenha ve sıkıcı bir öğleden sonrasında çarşıda dolanarak vakit öldürüyordum. Birdenbire etrafta bir dalgalanma hissettim. Bir hareketlilik. Cadde esnafı yuvalarını terk eden hamam böcekleri gibi havasız dükkânlarının küçük kapılarından birer birer dışarı çıktılar. Ardından sözleşmişçesine gözleri tek noktaya kilitli beklemeye başladılar. İşte ilk kez onların baktığı yöne bakınca gördüm onu. Bileğinde çantası, fırfırlı mini elbisesi ve topuklu pabuçlarıyla, kalçasını bir o yana bir bu yana atarak şaşırtıcı bir yavaşlıkta yaklaşmakta olan kızı. Önce hayal sandım. Aheste ama hareketliydi. Yalnızdı fakat umursamaz bir havası vardı. Bu şehre uzak bir âlemden gelmişçesine buğulu, belli belirsiz bir ışık halesinin içinde hareket edişiyle büyülendim.
Düzgün ve kıvrak bedene yönelmiş eril bakışlarda beğeni yoktu; istek, iştah, arzu, şehvet ve nefret vardı. Kızın kırıtkan yürüyüşüyle daha da göz alıcı bir şekle bürünen yuvarlak kalçalarını, düzgünce bacaklarını, hatta elbisesinin önünde hoş bir kavis yapmaktan gayrı tuhaflığı olmayan göğüslerini apaçık, ince ince, hesaplı kitaplı inceleyen koyu bakışlar kaldı belleğimde. Uzaklaşan kızın arkasından, sulanmış ağızlarından çıkan abartılı çık çık çık sesleriyle yere tükürerek söylenmeleri kaldı. Şehvetten gevşemiş suratlarına yadırgayıcı maskeler yapıştırmaktaki acemilikleri kaldı. Yaz sıcağında ürperişim kaldı o günden yadigâr. Hiç geçmedi.
Lisenin daha ilk gününde, dizlerime dek uzanan kalın konçlu çoraplarımla açık ettiğim yabancılığımı, uzun süre ikinci bir okul arması gibi taşıyacaktım. Başkentli öğrencilerin en gözde forma altı giysisi olan çoraplar bu şehirde alay konusuydu. Yüz küsur yıllık okul binasının, caddeye açılan iki kanatlı demir kapısından bisikletleri ya da motosikletleriyle okula gelip giden öğrencilerin gürültülü karmaşasını, başka şehirde değil de başka gezegendeymiş gibi hayretle izliyordum. Nasıl da farklıydı her şey! İnsanlar daha rahat, dersler daha kolay, saatler daha esnek, ilişkiler senli benli, günler daha aydınlık olduğundan handiyse yaşam daha hafifti. Ya da ben öyle sanmıştım.
Sonraki karşılaşmalarımızda yakından inceleme fırsatı bulduğumda, kızın sadece bir o yana bir bu yana devinen kalçasının değil, tüm bedeninin belli bir ritme sadık kaldığını hayretle fark edecektim. Saat gibi tıkır tıkır işleyen bir ritimdi bu. Arada eşit uzunlukta esler veriyor, yavaşlatılmış bir film karesi gibi ağırdan alıyordu. Hafifçe büktüğü sağ bileğindeki çanta sabit dururken, boşta kalan sol elini kalçası ve adımlarıyla eş zamanlı olarak bir aşağı bir yukarı hareket ettirdiğini görünce iyice emin olmuştum. Evet, kafasında tıkır tıkır işleyen bir saat vardı kızın. Kendi zamanında ve dünyasında, etrafında olup bitenle hatta onu izleyen, inceleyen, yadırgayan, ayıplayan insanlarla en ufak bir iletişimi olmaksızın geçip gidiyordu. Sadece ahengiyle var oluyordu. Elleri, bedeni, sağa sola salladığı kalçaları, adımları ritmine, saatine, zamanına, muhtemelen kendini isteyerek ya da istemeden içine hapsettiği dünyaya eşlik ediyordu, o kadar! Kimdi bu kız? Kimi kimsesi, bir ailesi var mıydı? Hep böyle miydi yoksa başına bir iş mi gelmişti? Kalçasını bir o yana bir bu yana sallayarak, kafasında kurulu bir saatin ritmine tutulup caddeler boyu şehrin bir ucundan diğer ucuna yürürken aklından neler geçiyordu?
Geçmişe gittiğim gün, Lise’nin bitişindeki kasetçinin önünde rastlaşıverdik. Aradan otuz yıl geçmesine rağmen hiç değişmemiş. Beyaz, fırfırlı, tek omuzu düşük mini elbisesi, yüksek ökçeli iskarpinleri, sağ koluna iliştiriverdiği ufacık çantasıyla pek şıktı yine. Kalçasını bir o yana bir bu yana atarak, yavaş yavaş yaklaştı. Kelebek tokayla tepesinde topladığı dalgalı saçlarından gözünün üzerine düşüveren asi bir perçemi elinin ucuyla düzeltti. Ve ilk kez bana baktı. Bakmakla kalmadı gördü beni. Tanıdı hatta. “Otuz yıl önce başkentten gelen kız bu. Hiç alışamadı buralara. Birkaç yıl sonra da üniversite için dönüp gitti zaten. Yine gelmiş işte,” diye düşündü belki. Belli belirsiz bir tebessümle kıvrıldı dudakları. O da buralara hatta bu dünyaya alışamamıştı belli ki. Yine de iki yabancı aynı kaldırımları arşınlamıştık caddeler boyunca. Defalarca rastlaşmış, birbirimizin yanı başından birbirimize hiç dokunmadan geçip gitmiştik. İlk kez gülerek selamladım onu. İlk kez anladık birbirimizi.
O günden sonra aklıma düştü ya sorup soruşturdum. Başına gelenleri öğrenmem uzun sürmedi. Yıllar evvel olup bitmiş her şey. Birkaç kişi dağa kaçırmış, tecavüz etmekle kalmayıp kıymışlar ona. Hiç merhamet etmeden. Kaldırımlarını, caddelerini, sokaklarını defalarca kat ettiği, bu şekilde belki de herkesten çok sahiplendiği şehrin mevtalar âlemine dâhilmiş meğer epeydir. Antalya’nın sokakları her öksüz gibi boynu bükük, yapayalnızdır şimdi.
Zamanla her birimiz birer zaman yolcusu oluyoruz. Başıbozuk akan bir zamanda tüm buluşmalar mümkün. Kendi ritmiyle, kendi zamanında, hatta kendi dünyasında yaşayanlarla dahi…
Sıcak şehrin delisi çok olur derler ya, haklılarmış. Fakat biri yok artık. Şehir bir eksik.
Sitare Kanşay Sarayönlü
Comments