“İstemeye hakkım var mı bilmem ama
Seni yürekten ilgilendiren şeyleri,
Başkalarına anlatmaktan kaçınacağın şeyleri,
Duymak isterdim.
Anlat bana…”
Tomris Uyar
Açık pencereden giriyor rüzgâr. Gezinmeye başlıyor odada. Yapışkan bir vücutla seriliyorum. Yaz geliyor. Aynı sıcaklıkla. Tenimde gezinen ter damlaları, sırtımdan aşağı indikçe kaşınıyorum. Bir dürtü büyüyor içimde. Genzimde sonradan ortaya çıkan bir şey. Ne olduğunu bir türlü bulamadığım bir şey…
Bir ses erişiyor kulağıma. İçimde kırpık bir heyecan. Babam nerede, diye soruyor yine annem. Her sabah tek yaptığı bu. Bekâr dayımın gidecek bir yeri olmadığı zamanlarda aklına geldiği ve gidecek bir yer olarak bellediği evimizde, iki oda ve bir kederle yaşıyoruz.
Yanıldığım bir ev bu. Bir som hatıra sanki. Yalnız bir avuçla ne yapılır bilmeden, içime doğru konuşuyorum. Aslında koşuyorum ama konuşuyorum diyorum daha kabul edilesi olduğunda. Sözgelimi, iyisin diyorum kendime, bir başkasına iyisin demektense. İyi oluyorum bir anda. Fena değilsin, diye bir ses işitiyorum sonra. Elimden tutup götürmek istiyorum kendimi. Uzaklara. Bilmediğin yerler varmış, bak buralara çok daha önce gelmeliydin demek geçiyor içimden. Doğrusu, içim için anlatıyorum tüm bunları. İyi gelecekmiş gibi. Sanki…
Bir masanın etrafında öbekleniyoruz. Yine. Kaç sabahtır böyle. Öncesinde, içimizdeki her şeyi aktarmanın bir duyumu vardı. Şimdiyse belleğimiz ışıldıyor. Tenha bir cümle düşürüyorum ben, ulu ortalığına meclisin: ne yapıyorsunuz ki, kendiniz için? Bunu soruyorum evet. Kendimizi geçtik, peki ya kendiniz diyorum? Gözler bir anda, boşluktan doğrulup üzerimde imleniyor. Annemin göz kenarlarındaki ıslaklığı, hayatın gerçekleri silebilirmiş sanıyorum.
Sorduğum sorunun alt metninde yer alan ve aslında hayatınız için olarak kast ettiğim cümle, derin bir yarık açıyor. Aynı derinlikte birkaç nefes alışverişi başlıyor hatta. Uzun bir rüzgâr fısıltısını işitiyorum ben. Yine. Bekâr dayım, annemin yüzünden masaya düşen ilk damlanın şaşkınlığını silemiyor yüzünden. Kaç saat oldu, halen kaskatı. Şaşkın adam doğrusu. Evlenip ölümü beklemenin büyüsüne kapılmadan oturuyordu eskiden, şimdi başka. Diken üstünde. Bir şeylerin ciddiyeti sarmış. Ne telaş ama!
Bir suskunluk başlıyor sonra. Uzun yıllardan beri bir araya gelmemenin telafisi sanki bu suskunluk. Ağız dolusu. Nasıl da özlemişiz, besbelli. Tuhaf bir ürküntü doluyor içime. Babamın yüzünün kenarlarında başlayan kırışıklığı ansıyorum. Annemin yüzünde, moraran bir heyecan, çocukluğundan kalma bir alışkanlık gibi bakıyor bana. Buradayım ve hiçbir şey yapamıyorsun der gibi. Artık bir şeyler anlatır gibi bakıyor bana. Dur diyorum kendime. Tüm bu hengâmenin içinden sağ çıkabilecekmişim gibi. Dur. Diyorum kendime.
Bir hırıltı bozuyor sessizliği. Annemin yalnız yemek yerken ve ağlarken ses çıkarmasına yarayan genzindeki etin sesi, korkunç bir motor gürültüsü gibi işitiliyor. Trak ediyor. İnsansı bir trak. Anlıyorum. Bozulan bir şeymiş insan. Anlıyorum. Ama yine de annem bozulmasın istiyorum.
Ölümün ardında, her şeyin hiçbir şeye dönüşümü pek tuhaf doğrusu. Ansıyorum. Benzer bir anıyı anlatanların birer birer ölümüyle anının hiç yaşanmamış olacak olması, doğrusu pek tuhaf. İçimden tekrar ediyorum bunları. Tuhaflık senaryoları kuruyorum, daha tuhafında şaşırmamak adına.
İçimdeki ölgün duyguya sarınıyorum sonra. Burada, bu masada ne kadardır oturduğumu bilmeden, bir zeytin çekirdeğinin yüzüme çizik attığı bir ruhla konuşmaya çalışıyorum. Aslında çekiniyorum. Ama yine de çalışıyorum. Yaşıyorsun diyorum sözgelimi, ölmedin daha, bir şeyleri telafi edebileceksin. Bunu kime söylemeyi daha çok istiyorum? Anneme mi? Dayıma mı? Kendime mi? Ayrımını yapmak istemiyorum.
“Ölenlerin söylediklerini, sözlerini yaşatıyoruz tekrar ettikçe. Sanki sözleri değil de ölenleri yaşatmak ister gibi yapıyoruz üstelik bunu. Şöyle derdi ya hani diye mesela. Bulup buluşturuyoruz ya hani bir şeyleri, işte asıl acı olan da bu,” diyor dayım. Annemin iç çekmeleri, metalik bir fon katıyor ortama. Kanıksanacak bir acıyı doğrultuyorum içimde. Aslında, yıllardır ölmüyorum. Yeniden, bunu fark ediyorum. Pek tuhaf.
Dayımın ikircikli sesi doluyor sonra kulağıma. Yeniden. İsmimi tekrar ederek ismini var edeceğine inanmış gibi geliyor dayım, bir anlığına. Bir işitme haliyle kalıyorum ben de. İsmimin içinde geçtiği bir cümleyi yakalıyorum ve neresinden girilirse orası bana yer olacak sanıyorum. Bir aldanma doğrusu. Annemleşen dünya gibi. Domatesin suyunu bıraktığı lacivert tabak, intikam almak ister gibi bakıyor bana. Deliriyor muyum yoksa yaşamak mı bu, bilmiyorum. Doğrusu sevgili domates, seni pek de sevmiyorum, diye geçiriyorum içimden. Duymasın istiyorum, ne olur duymasın.
Ağlamaklı oluyorum. Duruyorum. Sesi işitiyorum. Yine. Babam nerede? Annemin sesinden yapma bu hayat, bir ağır oluyor doğrusu. Dayımın önceki haftalardan işinden çıkartılması, beni işe yaramaz hissettirmeye başlasa da işsizliğin bana özgü olmadığını fark etmek, içten içe iyi geliyor. Sanırım. Bir anlığına böyle geliyor en azından.
“Ölüm, yas yaşayan kişiye; dünyada bu duyguyu yaşayan ilk kişiymiş duygusunu veriyor. İlk benim babam ölmüş gibi hissetmiştim mesela ben,” diyor annem. Ağlamaklı sesi artık ağlak bir sese dönüşüyor. İçini ve burnunu çeken annem, bir yazgının dibine doğru çekiyor bizi de. Beni ve dayımı. Dayım, babasını kaybetmenin acısına, işini kaybetmenin acısını ekleyince daha kolay üstesinden gelir gözüküyor. Bir ölümün, aynı ölünün, farklı etkileri bu. Bir teselli cümlesi arıyorum. Sözcükler gelmiyor aklıma. Zihnim, kıvrılıp bölünüyor. Dağarcığım, tükenik bir şey oluyor o an. “Anne,” diyorum sadece. İçimdeki bir boşluğun yankısı olarak anne…
“Sanki bir yere gitmiş de geri gelecekmiş gibi,” diyor annem. Yüzünü ıslatan yaşlar, yemek masasına düşüyor. Pat pat pat. İnsanın sesten yapıldığı bir dünya izlenimi bu. Annem, yitik bir nesne gibi. Neresindeyiz hayatın bilmeden ve küçülerek dünyanın içinde, “Peki ya sonrası anne, peki ya sonrası?” diyorum. Çemkirmeye hakkım olmadığını bilsem de annem, bir evden ibaretmiş gibi geliyor bana. Sanki annesini kaybettiği yıllardan sonra, babasını kaybetmeye daha çabuk alışması gerekliymiş ve bir anda evin içindeki rolüne girip de hiçbir şey olmamış gibi davranmalıymış gibi geliyor.
Bencil bir çocuk, nice düşlerle insanları boğuyor, diyorum içimden. Kendimi kastediyorum. Kendiniz için yaptığınız ne, diye soruyorum yeniden. Bir şeyleri tekrar ederek hayatta kalmanın büyüsüne inanıyorum çünkü. İnsana ve insansızlığa, bir arada süren durumlara ve anılara, aslında her şeyin bir süreçten ibaret olduğu ve son bulduğu bir yarına, tuhaflığa ve yalnızlığa, masalara ve örtülere, nevresimlerin beyazla yıkanması gerektiğine ve cumartesi sabahları ölüme, pazarları baharın pencerelerden gözükebildiğine, ortaokul sıralarında ergenliğe, büyülü bir yatılı okulun yatılı acıları sırtladığına ve sonsuzluğun da sonlu olduğuna inanıyorum. Kendime ve kendilerime, annemsiz annelere, babasız bir gerçeğe inanıyorum. Pek tuhaf doğrusu. Arada bir bağlantı olsun istemiyorum. Pek tuhaf. İçimden tekrar ediyorum tüm bunları. İçinden tekrar et diyorum.
Şimdilerde yeni bir şey gibi içimde, bir heyecan. Adını koyduğumuz ne varsa adsız. Özleme benziyor. Sorulduğunda bile öyle. Kabuğunu hep vitaminine iliştiren hayat, burada. Bir telefon bölüyor masa toplantımızı. Aslında bekâr ve işsiz dayım, aslında babasız ve annesiz annem, aslında bir şeysiz kalan ben, bir telefona ihtiyaç duyuyoruz diye bölünüyor toplantımız. Bir konuşmanın hiç yapılmamış olmasını istiyoruz birkaçımız belki de. En azından ben, evet istedim, evet hiç yaşanmayan bir şeyin de yaşanmasını, evet bir arada durup apayrı olmayı, evet ölümün de hayatilik kattığını, evet geriye baktıkça dağıldığımız bir kalabalığı, evet bunları istedim. Karşılığında bir telefon sadece. Zangır zangır.
“Babaya gidelim,” diyor teyzem, telefonun öbür ucunda. Ahizede telefon ama yine de duyuluyor sesi. Gürültülü yaşayan annem, gürültülü konuşuyor bir süre. Hırıltılı ve gözleri yaşlı. Bekâr ve işsiz dayımın da gözleri sulanmaya başlıyor. Bir anda. Ölüm bir anda mıdır yoksa diyorum, kendi kendime diyorum bunu. Kendi kendime susuyorum. Bulaşırmış sessizlik. Bir sessizlik çöküyor ortalığa. Bir anda.
Zihnimin yankısına kulak veriyorum. İçimde telaş. Ölünce değerlenen bir şey mi yoksa baba? Böyle bir soru. Cevap versene. Hadi diyorum. Hadi diyorum. Hadi.
Rüzgâr yine giriyor içeri. Parmak uçlarımda uyuşkan bir duyum. Sahici bir ölüm buluyor belleğimi. Dünya pek fena. Yaşamak ve ölmek, pek fena. Gitmek ve bir başka yerde kalmak, aslında pek fena.
Avuç ardıyla yüzünü silen annem, dayımın sakallarındaki ıslaklık, bir masanın bize anlatabileceği şeylerden daha fazlasını gösteriyor. Ama doğrulamıyorum. Geriye kaldığı kadarıylaymış gibi geliyor hayat. Geriye kaldığı kadarıyla.
Kapı zilinden bir öğürtü yükseliyor. Kendime geliyorum. Hareketleniyor annem. Dayım, bungun bir suratla kaskatı. İçimde bir his. Belirgin. Dingin bir arazide belirme isteği. Evet bu, duyumsuyorum. Tarifini bilmediğim bir şey şimdi yaşamak. Geride annem ve bekâr, işsiz dayım, bir ölüyü yaşatıp duruyoruz masada. Zeytinli ve bol domatesli. Pek tuhaf…
Usame Yördem
Comments