top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Zeliha Tamer Uçar- Lavanta Kokusu

Pişmandı. Bir şansı daha olabilir miydi? Bu ihtimal hiç yakasını bırakmayacaktı. Ayağa kalktı. Ellerini paltosunun ceplerine vurarak eldivenindeki karları silkeledi. Annesinin iki kış evvel ördüğü atkıyı boynundan çekip aldı, yüzünde gezdirdi… Onun şefkatli parmaklarının sıcaklığı yayıldı suratına. Annesinin bedeni bu atkı kadar sıcak değildi artık.

Kahretti; kendine, çaresizliğine, yalnızlığına… Böyle güç bir kararı almak zorunda bıraktığı için bir türlü annesini affedemiyordu. Sessizliğe doğru “Ben suçlu değilim,’’ diye bağırdı. Kalbini kanatan acı ne yapsa hafiflemiyordu. Gökyüzü yavaş yavaş kurşuni bir karanlığa gömülmeye başladı. Güneşin feri söner sönmez hava buz kesti. Yarım saattir bata çıka ilerliyordu karda. Bacakları dizlerine kadar kara gömülünce yüzüstü kapaklandı. Göğsündeki harareti kar yığınına akıttı.  Bir süre düştüğü yerde kıpırtısız uzandı. Karın soğuğuyla ürperdi. Hastane odasında annesinin üzerindeki battaniyeyi son kez düzeltmeye çalıştığında ayakları buz kesmişti. O an ölümün bir sarmaşık gibi ayaklarından gövdesine doğru tırmandığını anladı. Yatağın başucundaki makineye baktı. Uzun, düz çizgiler. Annesi mücadeleyi bırakmıştı. Artık tutunabileceği hiçbir umut kalmamıştı. Ölümle ilk kez yüzleştiği o an görünmez bir el boğazını sıktı. Nefesi kesildi. Boğuluyordu. Yine de yapılabilecek bir şeyler olabilir inancıyla duvardaki acil durum çağrısına bastı. Saniyeler içerisinde sorumlu hemşire, ardından iki doktor girdi odaya. Bir can pazarı başlamıştı. Bir mumya kadar kıpırtısız yatan annesinin bedeninin, kalp masaj cihazının verdiği şokla, inip kalkmasına sabitlendi gözleri. Doktorlardan biri sık sık makinedeki yeşil çizgilere bakış atıyordu. Daha fazla dayanamadı, duran onun kalbiymiş gibi sıkıştı göğsü. Kendini koridora zor attı. Göğsünden bedenine vahşi bir alev yayıldı. Sanki kızgın bir köz yüreğini dağlıyordu. Sırtını dayadığı duvar da olmasa yığılıp kalacaktı. Kendini koyuvermemek için ellerini yumruk yaptı.

Yumruklarını kar yığınına indirip kaldırdı. Hıçkırıklara boğuldu. Canını aldım annemin. O kâğıtları imzalamakta acele ettim. Belki de yeterince kalp masajı yapılmadı. Odadan çıkmayıp başında beklemeliydim. Hayır, suçlu değilim. Hangi evlat dayanabilirdi o manzaraya? Pişmanlıklarım hiç bitmeyecek biliyorum. Neden? Neden, o zor kararı da bana bıraktın? Görmezden gelmeliydim vasiyetini. Omuzlarıma bıraktığın yük! Çok ağır. Affet beni. Ben istemedim. Vicdanım peşimde bir avcı. Zihnine üşüşen düşüncelerle baş edemeyip çıldırmaktan korktu. Kafasının içindeki hesaplaşmayı susturmak için ayağa kalkıp tekrar koşmaya başladı. Yalpalayarak bir çam ağacının kar yüklü alt dallarına çarptı. Dikensi yayvan çanaklarda toplanan kar kümeleri başından aşağı aktı. Silkelenerek üzerindeki karları temizledi. Karın soğuğuyla ferahladı. Yeniden koşmaya başladı. Uzaklaştıkça hafızasında, annesinin son görüntüsü siyah beyaz fotoğraflardaki karartılar gibi silikleşsin istedi. Onun hatırlayabildiği en genç halini zihninde canlandırmaya çalıştı. Birkaç güzel anısı gözlerinin önüne geldi. Annem genç bir kadın ben de çocuk olarak kalabilseydim. Hayat doluydu o yıllarda. Kar yağmaya başladı mı çocuklaşır, o da neşelenirdi bizimle. Beraber kardan adam yapardık. Bir kış tüneller açarak bahçenin altını üstüne getirmiştik iki köstebek gibi. Donuma kadar sırılsıklamdım, yine de eve gitmeyelim diye direttim. Kardan evimizde yaşayalım diye tutturup ne çok uğraştırdım annemi. Başka bir hatırada saatlerce eğlendikleri görüntüler film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. Buruk bir tebessüm yayıldı suratına. Mahalleden arkadaşlarımı da çağırdığımız bir gün çöp poşetiyle tepeden aşağıya kendini bırakmış, düşünce de dolu dolu kahkahalar atmıştı. Ne çok eğlenmiştik. Sonra arkadaşlarımı bize davet etti. Soğuktan uyuşan parmaklarımızı soba başında ovuşturarak ısındık. Eldivenlerimizden dökülen su damlalarının cıs cıs sesleri çıkararak buhar oluşunun büyüsüne kapıldık dakikalarca… Salep ikram etti. Arkadaşlarımla yıllarca konuştuk durduk o günü. Hâlâ o salebin tadı damağımızdaydı.

Üşüdüğünü fark etti. Annem olsa kızardı bu soğukta saatlerce dışarıda kalmama. Ormanın içine doğru bata çıka koşmaya devam etti. Avuçlarını birbirine sürterek ısınmaya çalıştı. Annem de üşüyor mu şimdi?  Yine o sobanın başında, yanan odunların çıtırtısını duyar gibi oldu. Burnunda tarçın kokusu, arkadaşlarıyla gülüşmeleri, üzerinde annesinin sevecen bakışları… Bir an için ısındı çocukluğundan aklına kazınan sıcacık duygularla.

Nefes nefeseydi. Duraksadı. Kollarını bacaklarına doğru sarkıttı. Sonra dizlerinin üzerine bırakıverdi kendini. Yere eğildi. İki eliyle kar kümesini avuçladı. Parmaklarını sıkıp gevşetti. Soğuktan sertleşen kar dağılıp avuçlarından yere döküldü. Annem de böyle eriyip gitti ellerimin arasından.

Eldivenlerini çıkarıp paltosunun üst iki düğmesini açtı. Burnuna gelen ekşi kokuya yüzünü buruşturdu. Üstü başı hastane kokuyordu. Üstelik aylardır üzerindeydi bu koku. Bir sandalye tepesinde annesinin başını bekledi. Son ana kadar iyileşeceğine olan inancını taze tutmuştu.  Kaç gündür uykusuzdu. Eve gidip duş almaya fırsatı yoktu. Gözlerinin altı çökmüş, göz bebeklerindeki yaşam ışığı sönmüştü. Acıdan, yorgunluktan…

Annesinin banyoda kayıp düştüğü o uğursuz günü unutamıyordu. Kim bilir kaç saat o şekilde yerde yattı. Çırılçıplak, titreyerek yardım bekledi. Banyo kapısını açabilmek için kapı kanadıyla birlikte onu sürüklemek zorunda kaldığı anlara kahroluyordu. Kim bilir nasıl canı yanmıştır? İnliyordu. İşten çıkıp direkt eve gelseydim belki de hiç yaşanmayacaktı bu talihsizlik. Ambulansın evin önüne yaklaşırken çıkardığı o siren sesi yok mu hâlâ kulaklarımda…

“Beyin kanaması geçiriyor anneniz. Bir de yere düştüğünde kusmuş, ciğerlerine sıvı kaçmış.”

“Ne gerekiyorsa yapın doktor bey.”

“Sıvının da çekilmesi lâzım.”

Annesinin mecalsiz parmaklarını son kez tutup, “Ben burada olacağım,” dedi duyabileceği ümidiyle. Yarım gün süren ameliyattan sonra günlerce uyuttular.  Kanama, öldürücü bir zehir gibi kendine yeni yollar açıp yayılmaya devam etti inadına. Annesi gittikçe derinleşen bir kuyunun içine atılan bir taş gibiydi. Ses vermedi.

Hafif bir rüzgâr çıkmıştı. Lakin hava yine de yumuşaktı. Yeniden yağmaya başlayan kar savrularak aşağı iniyordu. Ne yapsa fayda vermiyor, yaşadığı derin pişmanlık duygusu bir kor gibi içten içe yakıyordu yüreğini. Bundan sonra acaba bir şansı olabilir miydi sorusu kendini tekrarlayıp duracak. Ağlamamak için başını göğe kaldırdı.

Doktorun, “Tıbben yapılabilecek hiçbir şey kalmadı,” derken ki buz gibi soğuk suratı gözünün önüne geldi. Yapılması gerekenleri, rutin işlemleri sıraladı bir bir… Oysa o an hiçbir şey duymuyor, kulakları uğulduyor, gözleri kararıyor, odadaki her şey etrafında dönüyordu. Organ nakli için imzalanması gerekli kâğıtları okumaya çalışırken kara bir deliğin girdabına kapılmış, çaresizlik içindeydi. Doktorun masanın üzerindeki kalemi alarak kendisine uzattığı an, afallayıp boş boş bakmıştı suratına. Elleri titriyordu. Tükürüğü zamk gibi yapışkandı. Boğazına takıldı. Yutkunup son bir umutla, “Bekleyemez miyiz?” diye sordu. Doktor, “Hastanın beyin ölümü gerçekleşti. Üzgünüm,” deyince kavradı her şeyi. “Organ nakli bekleyen hastalar var. Annenizin organlarının bağışlanmasını vasiyet ettiğini söylemişsiniz. O halde elimizi çabuk tutmalıyız. Beyanınızın dışında elimizde herhangi bir resmi belge olmadığı için sizin kararınıza göre hareket edeceğiz.” Kalemi eline aldı. İçini kemiren tereddüde rağmen yaşam destek ünitesinin fişinin çekilmesi için gerekli kâğıtları ve organ bağışı evraklarını imzalayıp odadan dışarı fırladı.

“Onun bu kararına saygı göstermekten başka seçim şansım yoktu,” diye söylenerek önündeki kar kümesine tekme attı. Hırsla ikinci tekmeyi savuracakken ayağı kaydı, dengesini sağlayamadı. Balta yemiş dev bir ağaç gövdesi gibi sırt üstü gürültüyle düştü. Kıpırtısız yattı bir süre. Ağrıyan yerlerini dinledi. Sonra yavaşça sağa sola hareket edince rahatladı. Kırık yoktu. Hırslandı. Ağlamayı kendine yediremedi. Gözlerini dolduran bir iki damla yaşı kolunun yenine sildi. Onu boğan büyük bir öfke kabarıyordu durmaksızın. Yumruklarını sıktı. Bütün önemli kararlarda yalnız bırakırdın beni. Problemler yumağının ortasında tek başına… Hep aynıydı cevabın. Sen bilirsin oğlum. Elini yumruk yapıp yere vurmaya başladı. Hangi işi yapmak istediğini sen tercih et yavrum. Bizim için doğru kararı vereceğine eminim. Oysa benim de desteğe ihtiyacım vardı anne. Yumruklarını kar kütlesine balyoz gibi indirdi durdu.

Annesini son kez görüp kendini hastane koridoruna attığı o an, ah! Buzdan sarkaçlar gibi yüreğini parçalıyordu pişmanlık duygusu. Doktorların yaşam destek ünitesinin fişini çekmek için içeri girdikleri o dakikalar bir asır kadar uzundu.

Bir kadın sesiyle irkildi. Dizleri titredi.

“Başınız sağ olsun.”

Kendini toparlayarak hemşirenin suratına baktı.

“Sağduyunuz sayesinde anneniz beş kişiye can olacak.”

Hemşire elindeki eşyaları uzatarak, “Belki almak istersiniz,” dedi.

Hastane çıkışında giyer diye evden getirdiği kıyafetlere boş gözlerle baktı. Acıyla kafasını sallayabildi, uzanıp yalnızca atkıyı aldı. Dolan gözlerini hemşireye göstermemek için başını çevirip hızla merdivenlere yöneldi.

Gökyüzündeki gri, yoğun bulut kümeleri, kulaklarını dolduran sağır sessizlik… Gözyaşlarını daha fazla tutamadı. Zihnini kemiren onca şeyle baş edemiyordu. O an karın soğuğuna çöküp doyasıya ağladı. İçi boşalana kadar. Atkıyı burnuna götürüp kokladı. Ölüm kokmuyor, hastane kokmuyordu bu atkı. Banyodan çıkan annesi gibi mis gibi lavanta kokuyordu. Hıçkırıklara boğuldu.

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentários


bottom of page