İshakEdebiyat
Öykü- Zeliha Tamer Uçar- Lavanta Kokusu
Pişmandı. Bir şansı daha olabilir miydi? Ve bu pişmanlık hiç peşini bırakmayacaktı. Ayağa kalktı. Ellerini paltosunun ceplerine vurarak eldivenindeki karları silkeledi. Sağ eliyle annesinin iki kış evvel ördüğü atkıyı boynundan çekip avuçlarının arasına aldı, yüzünde dolaştırdı. Onun şefkatli parmaklarının sıcaklığı yayıldı yüzüne. Annesinin bedeni bu atkı kadar sıcak değildi artık.
Öfkelendi. Kendine. Yalnızlığına. Annesinin, onu böyle güç bir kararı almak zorunda bırakmasına. Sessizliğe doğru, “Ben katil değilim,’’ diye bağırdı. Kalbini kanatan acıyı ne yapsa söküp atamıyordu. Gökyüzü kurşuni bir karanlığa gömülmeye başlamıştı. Güneşin feri söner sönmez hava buz kesti. Yarım saattir bata çıka karda ilerliyordu. Bacakları dizlerine kadar kara gömülünce yüzüstü kapaklandı. Soğukla çeliklenen tav demir gibi içindeki harareti kar yığınına akıttı. Bir süre kıpırtısız düştüğü yerde kaldı. Durmak iyi gelmedi. Zihnine üşüşen sanrılarla baş edemeyip çıldırmaktan korkuyordu.
Canını aldım. Annemin katiliyim. Hayır, suçlu değilim. Zor karar. Bu kararı da bana bıraktın. Görmezden gelmeliydim vasiyetini. Omuzlarıma bıraktığın yük, çok ağır. Affet beni. Ben istemedim. Vicdanım peşimde bir savcı.
Hastane odasında annesinin üzerindeki battaniyeyi son kez düzeltmeye çalıştığı görüntü yanıp söndü zihninde. Ayakları buz gibiydi. O an ölümün bir sarmaşık gibi ayaklarından gövdesine doğru annesini kuşattığını hissetti. Görünmez bir el boğazına yapışıverdi. Nefesi kesildi. Boğuluyordu. Kaçtı. Veda edemeden kaçtı. Arkasına bakmadan kaçtı.
Kafasının içindeki hesaplaşmayı susturmak için ayağa kalkıp tekrar koşmaya başladı. Yalpalayarak bir çam ağacının kar yüklü alt dallarına çarptı. Dikensi yayvan çanaklarda toplanan kar kümeleri hareketlenerek başından aşağı aktı. Silkelenerek başındaki, omuzlarındaki karları temizledi. Aldığı soğuk duşla ferahladığını hissetti. Koşmaya başladı. Uzaklaştıkça annesinin zihnindeki son görüntüsü siyah beyaz fotoğraflardaki karartılar gibi silikleşsin istiyordu. Onun hatırlayabildiği en genç halini zihninde canlandırmaya çalıştı. Birkaç güzel anısı gözlerinin önüne geldi. Gülümsedi. “Hayat dolu bir kadındı.” Kar yağmaya başladı mı çocuklar gibi o da neşelenirdi bizimle, diye düşündü. Beraber kardan adam yaptıkları birkaç anıda dolaştı. Bir kış da tüneller açarak bahçenin altını üstüne getirmişlerdi iki köstebek gibi. Kızak bulamayınca çöp poşetiyle tepeden aşağıya kendilerini bıraktıkları bir anı daha canlandı. Saatlerce eğlendikleri görüntüler film şeridi gibi aktı. Annesi o gün arkadaşlarını eve davet etmişti. Soğuktan uyuşan parmaklarını soba başında ovuşturarak ısınmaya çalışırken penguenler gibi sokulmuşlardı birbirlerine. Salep ikram etmişti annesi o gün. “Ne ballısın oğlum. Ne iyi annen var,” demişti okul arkadaşı. “Çok şanslıydım,” diye mırıldandı.
Üşüdüğünü fark etti ilk kez. Şaşırdı. “Annem olsa kızardı bu soğukta saatlerce dışarıda kalmama.” Ormanın içine doğru bata çıka koşmaya devam etti. “Annem de üşüyordur şimdi.”
Nefes nefeseydi. Duraksadı. Rükuya eğilir gibi kollarını bacaklarına doğru sarkıttı. Sonra dizlerinin üzerine bırakıverdi kendini. Yere eğildi. İki eliyle karı avuçladı. Parmaklarını sıkıp gevşetti. Soğuktan sertleşen kar dağılıp avuçlarından yere döküldü. “Annem de böyle akıp gitti.”
Eldivenlerini çıkararak paltosunun üst iki düğmesini açtı. Yüzünü ekşitti. Üstü başı hastane kokuyordu. Aylardır üzerindeydi hastane kokusu. Bir sandalye tepesinde annesinin başını beklemişti. Son ana kadar ümitle bekledi. Uykusuzdu. Gözlerinin altı çökmüş, göz bebeklerindeki yaşam ışığı sönmüştü. Düşüncelerini dahi takip edemiyordu.
Annesinin banyoda kayıp düştüğü o uğursuz günü unutamıyordu. “Kim bilir kaç saat o halde yerde yattı,” diye düşündü. Banyo kapısını açabilmek için omuzlayarak annesini ileri doğru sürüklemek zorunda kaldığı o anlar canını yakıyordu. Kendini suçlamaktan vazgeçemiyordu. “İşten çıkıp direkt eve gelseydim,” diye hayıflandı. Ambulansın evin önüne yaklaşırken çıkardığı o siren sesi hâlâ uykularını bölüyordu geceleri. “Beyin kanaması geçiriyor anneniz,” demişti doktor. Yere düştüğünde kusmuştu, ciğerlerine sıvı kaçmıştı. “Sıvının ciğerlerden çekilmesi gerekli,” demişlerdi. Annesinin solgun parmaklarını son kez tutup, “Ben burada olacağım,” demişti duyabileceği ümidiyle. Yarım gün süren ameliyattan sonra günlerce uyutmuşlardı. Ne var ki kanama öldürücü bir zehir gibi kendine yeni yollar açıp yayılmaya devam etti. Annesi gittikçe derinleşen bir kuyunun içine atılan bir taş gibiydi. Ses vermedi.
Ağlamamak için başını göğe kaldırdı. Hafif bir rüzgâr çıkmıştı. Lakin hava yine de yumuşaktı. Yeniden yağmaya başlayan kar, savrularak aşağı iniyordu. Ağzını açtı. Birkaç kar tanesi yakaladı. Ferahlar gibi oldu. Annesinin, “Hüzünlenince göğe bak oğlum,” deyişini anımsadı. Ne ki yaşadığı derin pişmanlık duygusu kızgın demir gibi yüreğini dağlamaya devam ediyordu. Bundan sonra acaba bir şansı olabilir miydi sorusu kendini tekrarlayıp duracaktı zihninde. Doktorun, “Tıbben yapılabilecek hiçbir şey kalmadı,” derken duvar gibi hissiz suratı gözünün önünden gitmiyordu. “O da haklı. Duygusallıkla yapılacak meslek değil,” diye geçirdi içinden. Doktor, yapılması gerekenleri anlatırken rutin işlemlerden bahsediyormuş gibi konuşuyordu. Oysa o anda kendisinin kulakları uğulduyor, gözleri kararıyor, odadaki her şey etrafında dönüyor, doktoru duymuyordu bile. Organ nakli için imzalanması gereken kâğıtları okumaya çalışırken kara bir deliğin girdabına kapılmış, çaresizlik içindeydi. Doktorun, masanın üzerindeki kalemi alarak kendisine uzattığı anı hatırladı. Afallayıp boş boş bakmıştı suratına. Elleri titriyordu. Tükürüğü zamk gibi yapışkandı. Boğazına takıldı. Yutkunup son bir umutla, “Bekleyemez miyiz,’’ diye sormuştu. Doktor, “Annenizin beyin ölümü gerçekleşti. Üzgünüm,’’ deyip susunca kavradı her şeyi. “Organ nakli bekleyen hastalar var. Annenizin organlarının bağışlanmasını vasiyet ettiğini iletmişsiniz. Bu halde elimizi çabuk tutmalıyız. Elimizde resmi belge olmadığı için sizin kararınıza göre hareket etmek zorundayız.” Kalemi eline aldı. İçini kemiren tereddütle annesinin yaşam destek ünitesinden fişinin çekilmesi için gerekli kâğıtları imzalayıp odadan dışarı fırladı.
“Onun bu kararına saygı göstermekten başka seçim şansım yoktu,” diye söylenerek önündeki kar kümesine tekme attı. Hırsla ikinci tekmeyi savuracakken ayağı kaydı, dengesini sağlayamadı. Balta yemiş dev bir ağaç kütlesi gibi sırt üstü gürültüyle düştü. Kıpırtısız yattı bir süre. Ağrıyan yerlerini dinledi. Sonra yavaşça sağa sola hareket etti. Rahatladı. Kırık yoktu. Hırslandı. Ağlamayı kendine yediremedi. Gözlerini dolduran bir iki damla yaşı kolunun yenine sildi. Onu boğan büyük bir öfke kabarıyordu. Yumruklarını sıktı. Annesine öfkeliydi. Bütün önemli kararlarda onu yalnız bırakırdı. Problemler yumağının ortasında tek başına. “Sen bilirsin oğlum.” Elini yumruk yapıp yere vurmaya başladı. “Hangi işi yapmak istediğini sen tercih et yavrum.” “Bizim için doğru kararı vereceğine eminim.” Benim de desteğe ihtiyacım vardı anne, diye yumruklarını kar kütlesine balyoz gibi indiriyordu.
Annesini son kez görüp kendini hastane koridoruna attığı o anı hatırladı. Buzdan sarkaçlar gibi yüreğini parçalıyordu pişmanlık duygusu. Hemşirelerin yaşam destek ünitesinin fişini çekmek için içeri girdikleri o dakikalar bir asır kadar uzundu. Bir kadın sesiyle irkildi. Dizleri titredi. “Başınız sağ olsun. Anneniz beş kişiye can olacak,” derken şefkat doluydu. Bu sese sarılmak istedi. Kendini toparlayarak hemşirenin sözlerini anlamaya çalıştı. “Efendim, anneniz huzur içinde veda etti hayata. Kişisel bir eşyası yok. Yalnız bu atkı var. Belki almak istersiniz,’’ dedi. Acıyla kafasını sallayabildi, hemşirenin elindeki atkıyı aldı.
Avucunun arasına aldığı atkıyla kalakaldı hastane kokan koridorda. Uzaklaşmak istedi. Hızla koridoru geçti. Merdivenleri koşarak indi. Arabasına bindi. Atkıyı burnuna götürüp kokladı. Ölüm kokmuyordu. Hastane kokmuyordu bu atkı. Banyodan çıkan annesi gibi kokuyordu. Mis gibi lavanta kokuyordu. Hıçkırıklara boğuldu.
Zeliha Tamer Uçar