Hep aklımda, kırmızıdır tren, otlak ışıl ışıl, dizlerimiz yırtılıp kuru sert otlardan,
atılanları toplamak için, çayırın içinden geçerken, ‘dev yılan, dev yılan,’ bağırırız,
kükrer kırmızı metal, korkarız biz gülerek, çünkü çocuğuz, Asım yedi yaş büyük, sevmez beni,
belki topalım diye, belki kambur, kirpiklerimize hapsolur rüzgâr tren ilerlerken,
bizi görenler fırlatırlar birkaç gazete, ben okurdum hepsini ve tatlı meyveler yere düşünce ezilen,
trendekiler, kimdi onlar? sallanan eller karşılıklı,
Yakup, ben, Asım, çünkü çobanız, değnek elimizde,
saf öğretmen, der ‘oğlum onlar âsâ,’ afyonluydu belki, bildiğin kuru dal, çayırda dağılmış kokan şişeler, çöptü onlar, merak büyük, dokunulmaz, alkoldür dedi imam günah, hâşâ günah, öyle dedi, küçüktük biz, sopanın ucunda takılanlar,
koku kokudan farklı ama dokunmak hâşâ günah, koklarız çünkü merak, fırlatırlar çayıra,
metal kırmızı yılan bıçak gibi ve çayır iki parça, geçen rüzgârının ardından açınca kirpiklerimizi,
koca dağlar, anamın kara saçlarına düşen aklar gibi beyaz beyaz doruklarda kar,
ahh anam ahh, gidince tren çayırı keserek kırmızı, fısıldayan gece gelmeden,
o zaman koyunlar çayıra ak lekeler gibi yayılırdı.
şimdi ellerim yara, su acıtıyor, pis bardak yığınları,
adı böcekmiş, canlıydı az önce, tencere kaynıyor,
buhar kusuyor duvarlar, sanırsın altımızda bir koca kazan ama dışarıda da insanlar köpük köpük,
kirlenen su toprağa, göğe ulaşan kutsal, temizleniyor bulutlarla,
hava sıcak, kahretsin kör ışığı, penceresiz mutfak,
iç içe her şey, saat akşamın yedisi,
şimdi dumanlı doruklarda süt beyaz kar, pare pare dağlar ve köy ışıldar,
hayvanlar telef olmasaydı…
bitmiyor uzatılan kirli tepsiler,
‘az rakı yanına da katık ne varsa,’ demiş müşteri, tıslıyor Osman,
yüreği kara Asım, buraya önce o geldi, hayvanlar telef olunca,
adı Harun’du babamın dağlarda kurban…
sahil az ötede pırıl pırıl, sanırsın ayna, dümdüz,
ellerim hep yara, yığınla bulaşık, su diliyor ince ince, yüzüm boynum ter çizgileri,
‘suyun ruhu var kutsal,’ derdi öğretmen elinde kitap, verdiğini okurdum, ne çok okudum…
İşte yine geliyor Asım, elinde kirli tabaklar, tüm masalar doldu,
bakmam yüzüne, ‘konuşsana ulan’ diyor,
akmıyor sözcükler dilimden, artık susmak zamanı...
sabah, yırtık takvimin üzerindeydi gün işaretleri,
gaddar Osman görünce, odadaydık yapış yapış,
zalimin eli kayışında, gün yüz seksen üç,
artık cellâdı imama teslim, akşamdan tezi yok
tutsaklığı bu diyara terk…
gece indikçe sinsice sardı bedenimi buhar,
korkuyu bırakıp hızlıca atlamalı kaynayan kazanın yedi kat dibine,
yine de sığmam o koca tencereye çünkü anam gibi kısacık boyum,
az önce canlıydı zavallı böcekler, onlar artık kutsala terk…
olmaz böyle sıcak bizim oralarda,
Osman ibnesinin geceleri terlediği gibi, midem kasılıyor,
böcek yüzümde tenimde, kusmuk ağzımda alışamadım kokulara, sırtım su, dudağımın ucunda tuz,
gelir şimdi kan gözlü,
biri de şimdi kaçtı ayağımın altından, kapkara, ahh ulan bu dünyada böcek olmak var,
o zaman deniz kenarına kaçarım, insan dolu orası hepsi üst üste ve geceler fısıldamıyor bu sahilde,
bizim diyarda gece meşeler fısıldar hışır hışır, burası iç içe,
hep gürültü ama tuhaftır gülüyor insanlar,
lokantaya düştüm çünkü Asım istedi, iş yok köyde, yanımda ol dedi, kasabada da çalışırdım,
anama yakın, köyde ona Meyrem derler,
Asım buyurdu, olmaz dedi olmaz,
işte geliyor Osman yine tabak dolu kolları,
kimliğim kayıp olmasa, pazar yerinde çalındı,
yine de hızlıca gitmeli…
döverim seni dedi kanlı gözlü,
günah hâşâ günah dediydi imam,
dedim ben de Osman’a, günah hâşâ, o gündü, altı ay önce,
dokunmadım şişelere yıkamadım rakı bardaklarını, bir kızdı ki Asım, ‘geçti o günler, imam bilmiyor, sen içmiyorsun ki salak, yıkıyorsun’ dedi,
Osman’ın kayışının izi baldırımda, güldü Asım, dedi sen asker bile olamadın,
hepsini yıkadım, boyum kısa ya çocuk belliyor beni kinci,
çok insan var dışarıda, şimdiden elli beş çay bardağı, yetmiş de rakı,
çıkış zor bu diyardan, çözümü ne imam bilir, ne de Asım, onlar sadece yaşar,
ellerim yara dilim dilim, kutsal acıtır,
kadüse yazılı yılan resimli sivri bıçak,
aman ha bulmasın ceberut Osman, servise döndü şimdi,
çekilen kanım, titreyen ellerim, midem kasılıyor, ter bir yandan ve sümük salya…
müşteriler burada hep kaprisli der Asım, sahi öyle, köşede otursam kızar Osman,
anam sever mavi, iskemlelerin hepsi deniz rengi,
ilk burada gördüm, ‘işte deniz,’ dedi Harun, kıpırdamadan hayran, uzun uzun,
rüzgâr da esince uzaklardan sandım anam karşımda kucaklıyor,
görseydi bu insanları yanakları al al utanıp gülüverirdi ucu ağzında beyaz yemeni, başı öne eğik,
en çok denizi sevdim, anam sandım ya, işte ondan.
Uzaklaşmalı, izin vermiyor Asım, ellerim kitapsız,
gece geç, en az beş yüz, tezgahta hepsi tertemiz,
kaçmalı böcekler gibi,
karanlık bastıkça burada değişir huylar, gün maviyken hepsi başka…
dolu dizgin çocuktuk, o yıllar geçecekti, geceydi, canlarını alacaktı Harun babam, Bingöllü dağlarda, kurban verdik bir çoğunu, hasta olmasaydı köpeklerin ikisi, çobandık üçümüz, Yakup, ben, Asım, ‘söyleyelim babama hasta bu köpekler,’ dedim, ‘anlamazsın dinleniyor onlar,’ dedi, ben anlarım köpeklerin dilini, telef oldu koyunlar, çünkü aç kurtlar indi…
kışlık azık önemli, hep öyle der anam, ahh anam, anlattım babama, geceydi çıktı doruklara, dönmedi, babanız dağda kurban, öyle dediler bize, Asım dedi ispiyonladın, kin tutar şimdi, yedi ya tokadı sevmiyor beni…
diğer çıraklar yanında hepsi bizim diyardan, ‘bekçi lazım buraya Osman seni seçti,’ dedi Asım,
yalandı ne bekçisi, konuşmam onlarla, yaltakçı hepsi ve kavmim suça ortak, artık ne imam, ne öğretmen, ne de anam, yalnızlık iyi olmasına da Osman da olmasa…
anama desem Osman kötü, insandır der,
Osman’ın ruhu zehirli onu da anam bilmez,
geceler kırmızı, karanlıkta çakar Osman’ın yuvalarına gömülmüş kan çanağı gözleri,
çelimsiz bücürmüşüm, Asım öyle der,
ama Osman kırmızı bakmıyor ona,
gece bitiyor, kule oldu bardaklar, tabaklar üst üste ve temiz,
çatallar bıçaklar çekmecede, aman ha, bulmasın saklananı o kanlı gözlü,
korkunç bir bulantı, sırası mı şimdi?
Kavmim cezalı aslında, çünkü ben istemem onları, on beşi aynı evde,
‘durma işe devam,’ diye bağırıyor kanlı gözlü, alışamadım böcek kokularına, ahtapotmuş hâlâ tencerede köpük köpük kaynayan, su şimdi yerlerde, sil süpür bitmiyor,
köyde dereler akar oluk oluk, damarlar gibi mavi,
öğretmen anlatırdı suya bırakılan bebekleri, tuhaftı gerçekten afyonluydu belki,
ben de sepette bulunsaydım, o zaman kim olurdu anam?
ama bizim oralarda analar hep aynı, çayırda koşan biz elimizde değnekler, ah Yakup yaşasaydı, dönmedi, askerdi, beş yaş büyük, o da dağlarda kurban…
sevmez beni Asım, ben anamın beşincisi,
bizim imam yanılıyor en büyük günah Asım, hâşâ günah,
dizlerimize batardı kuru otlar çayırda, o zaman bebekti Hatice, yedincisi,
emzirirken gördüm anamı,
utanıp ‘de get,’ deyip iteledi, gördüm ama emzirirken,
memesinden ruh verir gibi, püf,
köyde şimdi Hatice everecekler, istemiyor kız ellilik dulu,
öldürecekmiş kendini, Asım söyledi.
Tabak, bardak arkasından tıslayan Osman, görmedi yılan işlemeli kadüse yazılıyı,
onun ruhuna anası zehir üflemiş, püf rengi kırmızı, dedim ya diyarı farklı, kan çanağı gözleri,
gitmeli hemen Hatice haklı, çok fazla insan hepsi köpük köpük,
gitmeli kimliği çıkarmadan,
böcek gibi kokuyorum, ağzım kusmuk dolu, gece fısıldamaz buralarda,
tıslayan Osman ibnesi,
yalnızlık iyi, hemen yitmeli ki yazsınlar ilana,
günahı hükümsüzdür.
Zeynep Tezel
Comments