Armağan Can Yazdı- Kiraz Ağacının İzinde- Mustafa Orman’ın “Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim” Kitabı Üzerine
- İshakEdebiyat
- 2 gün önce
- 4 dakikada okunur
İyi bir ressam izleyicinin gözünü yönlendirir, ona bir rota, bir görsel anlatı sunar. Bunu da genellikle bir görsel motif, renk düzeni, ışık kullanımı ile yapar, gözümüzü bir yerden bir yere çeker. Bir tabloya baktığımızda, önce parlak veya kontrast bir bölgeye bakarız. Ama ressam bizi oradan başka unsura yönlendirecek bir yol çizmiştir, eğik bir dal, tekrar eden bir desen bizi bekler. Sonrasında izleyici tablonun içinde kaybolur gider. İşte şimdi size izleği kiraz ağacı olan bir tablo anlatacağım.
Mustafa Orman’ın “Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim” isimli kitabı iki bölüm, on üç öykü ve gizli bir romandan oluşuyor. Farklı uzunluklardaki öyküler yazarın metne ustaca yerleştirdiği semboller, yollar, ışıklar, sesler ile bizi sona taşıyor. Gözümüzün görmediği bir kelime dahi kalmıyor. Tablonun köşesine öylesine yerleştirilmiş bir paragraf yok. Yazar, her bir sözcüğü görünür kılmış. O kelime olmasa sanki tüm metin çökecekmiş hissi sarıyor okurken ve gözünüz, aklınız satırlardan uzaklaşamıyor.

Kitapta öyle bir bütünlük var ki Annie Ernaux’un bir sözü ile başlıyor ve bu söz bile sizi okuyacaklarınıza hazırlayamıyor, yine aynı yazarın sözüyle bitiyor ve ben çoğu okurun benim gibi başka sayfa var mı diye bakındığını düşünüyorum. Duygu dolu, ama bu duygu aşka, olayların geçtiği toprakların yorgunluğuna, acıya, ölüme yüklenemeyecek kadar evrensel.
Kitap katman katman okuyucuya geçiyor ve onu çevreliyor. Bu yapıyı atmosferin katmanlarıyla düşünebiliriz. Genel duygu hâli, bizi çepeçevre saran troposfer gibi; öykülerdeki acı, ölüm, kayıp, özlem ve çaresizlik hissi ise stratosferde birikiyor. Karakterin boynundaki ter, bakışı, ayakkabısındaki toz, serçe parmağının yanındaki altıncı parmağı, başındaki yazma gibi ayrıntılar mezosferi oluşturuyor. Öykülerin konusu, gidip gelmeyenler, aradığını bulamayanlar, “keşke böyle gelmeseydi” denilenler, sadık aşıklar, yoklukla terbiye olanlar ise termosferde yankılanıyor. En uzak ama her şeyi bir araya getirip anlamlandıran, yazarın seçtiği kelimeler ise bizim ekzosferimiz oluyor. Her şey yerli yerinde, bu çok katmanlı yapıda biz okurlar derin nefesler alarak kalabiliyoruz metnin içinde.
Mustafa Orman, Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü mezunu. “Derdin İncinmesin, Ovada Paldır Küldür” isimli iki öykü kitabı ve “Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye” isimli bir romanı var. “Evler, Yüzler, Taşlar, Kayıp Taşın Fısıltısı ve Erivan Radyosu’nun Sesi Nerede?” belgesellerinin yönetmenliğini yaptı. Independent Turkish’te haftalık yazılar kaleme almaktadır. “Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim” Mayıs 2024’te Everest Yayınlarından çıktı.
Kitaba ismini de veren öyküde genç adam “Neyi seversin, ne istersin?” demeyen babasının gölgesinde, yaşama başka bir cepheden sarılıyor, benzemiyor ona. Ne istediğini söylemediği için kendini suçlu bulduğu bir an da geliyor. Bu örneği verdim. Çünkü hem bir öyküyü hem de kitabın bütününü okurken, olayları fark etmedim ben de. Karakterlerle, onların iç sesleriyle, kendilerine, yanındakilere ve hatta okuyucuya sorduğu sorularla o kadar büyük bir uğraşa girdim ki “Kiraz Ağacı” olmasa bu izlek bana yol göstermese kitabın sonuna geldiğimde ilk öyküyle bağı kuramayabilirdim.

Yazarın anlatımı şiirsel ama öyle süslü, mecazlarla dolu bir şiirsellik değil. Daha çok pastoral şiirleri andırıyor, doğayı izleyerek insanı anlamaya çalışan, sessizliği sözleştiren bir anlatım bu. Kelimelerin yükü ağır ama cümleler sade. Her sözcük, bir tohum gibi hem toprağa hem insana kök salıyor. Kapılıp gidiyorsunuz. Kısa cümleleri uzun cümleler, kısa öyküleri uzun öyküler sarıp sarmalıyor. Bir bütünün içinde, girdiğiniz kısa veya uzun her yolda çiçekler deriyorsunuz.
Öykülerin derininde ölüm, bellek ve ev anlatılıyor. Ev içinde olduğumuz yaşam. Geçmişimiz, bugünümüz, “Ölünce sevilir herkes, anlamadın mı? Sen de ölünce sevileceksin” denilen sevileceğimiz gelecek. Bu evde, kavga, aşk, gitmek, gelmek, dönememek, ölüm yok mu? Ev simgesinin etrafında dönen kitapta, çoğu öyküde karşımıza çıkan “avlu”ya “hayat” denilmiyor mu?
Doğaya da değinmek isterim. Sessiz tanık, dilsiz anlatıcı ne dersek diyelim açık bir hafıza aslında. Kiraz ağacı sessizdi, sadece orada büyüdü, dalları meyveyle doldu, deyip geçemeyiz. Kiraz ağacı, toprağın, göğün hafızasına dokunduğunda, unutulanları herkes yeniden hatırladı. Nehirler, küçüğüyle büyüğüyle dağlar, bahçede kavak, kayısı, söğüt ağaçları, tarlada kavunlar karpuzlar, rüzgâr esinti verdiğinde salınan karaağaçlar, çığlık çığlığa kalan hacı leylekler satırlarda gezinirken insan da öyküdeki yerini alıyor, anlatıyor. Hafızada kalanlar etrafa dökülüyor.
“İnsanın sabrına leke değmesin diye aralarındaki bekleyişi pek birbirlerine hissettirmezlerdi.” Bu söz “Sinesinde Bir Dağ Büyür” öyküsünden. Yazar yaşlı çiftin yaşadığı evi anlatmakla başlıyor öyküye. Sonu tahmin ediyor insan. Kelimelerin gelişini durdurabilmeyi denemek istiyor yürek. Kişi beklediği son ile karşılaşınca da sarsılabilir, isyan edebilir. Askerdeki oğullarının şehit haberini alıyor bu çift. Ne okuyacağımızı biliyor ve okuyunca bazı şeyleri bilmenin etkiyi azaltmayacağını da görüyoruz. Babanın sözü aklımda, “En çok neye üzülüyorum biliyor musun? Ölmesine üzülmedim, bizden daha az yaşamasına üzülüyorum.”
“Ev öldü. Yularını bana takan zaman, ağaçlara götürüyor beni. Ev öldü, ağaçları seyrediyorum.” Bu yüzden mi mezarlıklar ağaç dolu? Sevdiklerimizin başucuna en sevdiği ağacı dikip, kökleri sevdiklerimize dokunurken biz de onun dallarına mı dokunuyoruz? Yaşam ölüme, ev ağaca mı evriliyor? Zamanla yaptığımız anlaşma bu mu?
“Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim” kitabı toplumsal bellek kaybını işleyen öykülerden oluşuyor. Bireysel acıların ötesine geçerek, bir toplumun belleğini yitirme sürecine odaklanıyor. Yıkılan evler, suskun anneler, kaybolan diller ve sessiz kalan doğa, geçmişle kurulan bağların birer birer koptuğunu simgeliyor. Öykülerde, hem kişisel hem de kolektif hafıza silinirken, doğa bu kaybın tek tanığı ve anlatıcısı haline geliyor. Yazar, belleğini yitiren bir toplumun kimliğini de yavaş yavaş nasıl kaybettiğini, incelikli bir dille ve sembollerle işliyor.
“Nakışlı Yorgan Kenarları” öyküsünde, öleceğini bile bile annesinin cenazesine giden “Gölgeler taşır insanı, bir gövdeden önce. Şimdi bir ölüyüm. Böyle bir isme bile yakışmıyorum,” diyen Seniha’nın sözleri dönüyor zihnimde.
“Kelimeler öcünü alıyor benden. Hiç olmadıkları kadar düşüyorlar peşime.”
Ağaçlar, toprağın hatırladıklarını birer birer dile getiriyor. İnsan unutsa da doğa unutmuyor. Öyküler bittiğinde geriye kalan sadece sessizlik değil, kelimelerin sızısı oluyor. Belki de bu yüzden, bu kitap yalnızca okunmaz. Biraz susulur, biraz hatırlanır.
Armağan Can