Armağan Can Yazdı- Çok Sesli Vicdan Korosu- Uğur Deveci’nin “Ateş Ten Gölge” Kitabı Üzerine
- İshakEdebiyat

- 14 Ağu
- 4 dakikada okunur
Uğur Deveci’nin “Ateş Ten Gölge” kitabı, biçimsel ve konu olarak birbirine bağlı olmayan ama bir şekilde birbirine yaslanan öykülerden oluşuyor. Her öykü, bir öncekine temas etmiyor belki ama onun bıraktığı yankıyı taşıyor. Bu el verme bazen öykülerin isminde, “O, An”, “…sonra” gibi, bazen anlatırken selam durduğu kitapların seçiminde, bazen de bir mantık sırasında gizleniyor. Denizi görebilmek için ağacı kestiren adamın öyküsünü okuyoruz, denizi görüyoruz, ufka bakıyoruz sonra bizden değil denilen Apostolya’nın son isteklerini okuyoruz. Sırayla ilerliyor yeni bir öyküye geçiyoruz, bu sefer de balıkçı Nikos ile tanışıyoruz. Birbiri sıra uzanan anlatı dizisi, kopuk değil; aksine, hayatın parçalanmış ama içten içe bağlı dokusuna benziyor. Öyküler sessizce ve derinden birbirini izliyor ve bu gizli geçişler bize öykülerin kitapta doğru sıralanırsa bütünlüğü yakaladığını da gösteriyor.

“Ateş Ten Gölge” on altı öyküden oluşan bir kitap ve 2024 yılında İthaki Yayınları’ndan çıkmış. Her öyküyü farklı ve değerli kılan bir özellik mevcut. “Eksik Kalan” öyküsü Oğuz Atay’a bir selam duruş, onun anlatı evrenine yazılmış bir pastiş. Oğuz Atay’ın “Demiryolu Hikâyecileri” ve “Beyaz Mantolu Adam” öykülerine, hayali karakter “Albayım”a ve “Tutunamayanlar” kitabının karakterlerine satırlarda rastlamanın keyfiyle anlatılan öyküye daha bir sahip çıkıyorsunuz. “Çamlar Altında Bir Sandal” öyküsü de Sait Faik ve onun unutulmaz “Dülger Balığının Ölümü” öyküsüne ithafla başlıyor, epigraf ve göndermelerle zenginleşen bu pastiş yine içinizi ısıtıyor. Öykü, bir ada hikâyesi ve aslında iç içe geçen anlatılarla öyküsel bir oyun gibi. Öykülerin tamamını okuyunca acaba “Ateş Ten Gölge” ismi de çağrışım yaptığı Halide Edip romanına sessiz bir selam mı, diye düşündüm. Belki de yazar, bu adla hem bireysel hem de toplumsal yangınların izini sürmekteydi, kim bilir?
Öyküler kendi içinde küçük öyküleri de barındırıyor. Dede ile torununun ilişkisini okurken dedenin torununa anlattığı hikâyeyi de okuyoruz. Ağacın kesilmesinin yasını tutarken bir taraftan denizin anlattığı hikâyeyi de dinliyoruz. Köye yerleşen kadının yaşadıklarını okurken “kafası gidik” adamın sattığı hikâyeleri de takip ediyoruz. Bu iç içe geçmiş anlatım yapısı, kitaba katman eklemiş ve derinlik katmış. Kitaptaki öykülerle halleşirken uzun uzun bu öykülerin edebi yankılardan çıktığını düşündüm.
Yazarın anlatımı akıcı, şöyle ki okumayı kesintiye uğratmadığınız gibi, bir sonraki öyküye geçmek için motivasyona da ihtiyaç duymuyorsunuz. Sanki sayfalar kendi kendine çevriliyor. Öykülerde naif bir duygusallık, hassas bir üslup var. Bir o kadar da çevresindeki olaylara duyarlılık hissediliyor. Başlık hariç ve ayrı yazılan de’ler, da’lar, ki’ler de kelimeden sayılarak tam üç yüz otuz altı kelimeden oluşan “Acı Terzisi” öyküsünde, istasyondaki patlamada ölenleri, Soma’daki maden faciasını, Suruç katliamını, cumartesi annelerini, şehitleri, cinsel istismarları, şiddeti, susturulmuş bireyleri, göçleri, yersizlikleri, ötekileştirilmeyi okuyoruz. “Kumaşım acı, ipim umut, ruhum isyan,” diyor terzimiz. Sayfalarca okuduğumuz suya sabuna dokunmayan metinlerden sonra istenirse iki sayfada da nelerin anlatılabileceğini görüyoruz. “Bin Dokuz Yüz Doksan Beş” öyküsünde ise yazarlara kelime sayısı sınırı koyan dergi ve yarışmalara etkili bir eleştiri getiriyor yazarımız.
Uğur Deveci, Ankara doğumlu. Ortaöğrenimini tamamladıktan sonra üniversite eğitimi için İstanbul'a taşındı. Bu dönemde bir yandan mühendislik eğitimine devam ederken bir yandan da gönüllü katıldığı çevre koruma topluluklarının dergilerine yazılar yazdı. İstanbul Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü’nü bitirip uzunca süre çalışma hayatının içinde yer aldıktan sonra belirli aralıklarla yazdığı yazıları gün yüzüne çıkarmaya karar verdi. İlk romanı “Kulübe” 2016 yılının mart ayında, ikinci romanı “Buzdan Top” 2023 yılı mayıs ayında yayımlandı. Yazdığı öyküler ve denemeler edebiyat dergilerinde çok yazarlı kitaplarda yer aldı.

Her biri kendi derdiyle gelen insan hikâyeleri, geçmişle bugünü ama en çok da doğayla duyguyu harmanlıyor. İncir ağacı aşık bir çiftin ilk buluşmasına şahitlik ediyor, meyve ağaçları Ege’de hayalini kurduğu eve yerleşen kahramanımızın bahçesinden bize sesleniyor, bazen de ağaçlar bir karakterin ismiyle karşımıza çıkıyor. Yazarımız “…sonra” öyküsünde dünyanın sonunda insanların öleceğine inanılırken hiç ölümün olmadığı bir yaşamın belki de dünyanın sonu olacağını anlatıyor. Ölümsüzlük başlamadan önce, ölen son insandan hemen sonra dünyadaki değişimi “…önce su öldü, mavisini, içindeki gökyüzünü yitirdi, karardı; bulutlar, kuşlar, yağmurlar öldü… toprak öldü… ağaçlar öldü…” diye uzun bir listeyle sunuyor bize. Doğaya olan duyarlılık öykülerin dokusuna işlemiş. Yazar, doğanın derinden gelen sesini duyuyor ve bize iletmek de aracı oluyor.
Öykülerde zaman çizgisi düz bir hat olarak ilerlemiyor; kimi zaman geçmişte bir kırılmaya, kimi zaman henüz yaşanmamış bir geleceğe yaslanıyor. Bu kırıklı zaman yapısı, her öykünün kendi içinde bir zaman çatlağı taşımasına neden oluyor. Zaman, öykülerde etkin bir karakter olarak yerini alıyor. Yılları, mevsimleri, günleri, vakitleri okuyoruz. “Kapı ayları” diye tarif edilen sonu veya başı olmayan aylarla tanışıyoruz, “Zamanın birinde” sözleriyle geçmişe de gidiyoruz. Özellikle “…sonra” adlı öyküde zaman neredeyse bükülüyor. İnsanlık ölümün bittiği bir çağda sıkışırken, anlatıcı bizi ölümlerin geriye doğru sıralandığı bir evrene taşıyor. “Ateş Ten Gölge” öyküsünde ise zamansızlıkla tanışıyoruz. Zamanların hepsinde gölgeler bedenlerini arıyor. Öyküler, yalnızca zamanla değil, onun açtığı derin yaralarla da bir hesaplaşma sunuyor okura.
Kitap boyunca ve hatta öykünün kendi içinde değişen anlatıcı sesleri de dikkat çekici. Bir profesörü de duyuyoruz bir mezar kazıcıyı da, bir yazarı da duyuyoruz bir arıyı da. Her anlatıcı farklı kimliklere sahip olsa da, aslında her biri aynı sorunun farklı yankısı gibi. Bu çok seslilik, kitabı çoğulcu bir anlatıya dönüştürüyor ve tek bir bakış açısından değil, kesik kesik de olsa toplumsal bir bellekten konuşuyor gibiler. Anlatıcı farklılığına rağmen dilde süreklilik hissi korunuyor. Deveci, anlatıcıya sorumluluk yüklüyor, okuyucunun yönünü düşünmeye çevirmesini sağlıyor ve bunu en çok da son cümlelerde yapıyor. Öykülerin son cümleleri, tıpkı şiirlerin son dizeleri gibi yükselerek geliyor ve tam hedefe ulaşıyor. Tok bir sessizlik ile cümleler metnin ağırlığını sırtlıyor.
“Ateş Ten Gölge” sadece öykülerden oluşan bir kitap değil, yankılarla çağrışımlarla çoğalan, çoğaldıkça derinleşen bir eser. Uğur Deveci, zamanın kırık aynasından, çok sesli bir vicdan korosu kuruyor. Bu koroda sadece insanı değil, tüm doğayı dinliyoruz. Emektar bir pikaptan veya bir kemandan yayılan melodiler eşliğinde hayallere dalıyoruz. “Gözlerimizi açsak belki de göreceğiz,” bilmiyoruz.
Armağan Can




Yorumlar