top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Ersan Aslantaş Yazdı- Düşüş Öyküleri

Yüklük öyküsünün girişi, arkasında sıraya girmiş bekleyen sekiz öykünün de açılışı olan kapı gibi. Öykünün kahramanı Yorgancı Hasan’ın anahtarları bir kapıyı açarken birçok kapıyı da kapatıyordu.


Onur Cansız’ın Düşüş Öyküleri kitabının girişi gibi anahtar metaforuna dayanarak açmak istedim inceleme yazımı.


Yazar doksan sayfalık kitabında toplam dokuz öyküyü, birbirine ustaca bağlayarak sunmuş öykü okurlarına. Kendimden bilirim, bir öyküsünü okuduğunuz kitabın bir başka öyküsüne hemen geçmek lezzetleri karıştırmak gibi olur. Üç beş sayfalık bir öykü, roman olur, masal olur, efsane olur, film olur zihninizde. Hazmedilmeyi, demlenmeyi bekler. Kitabın bir başka öyküsüne geçmek için zaman tanırız kendimize. Verilen bu demlenme araları öyküye göre, yazarın diline, ortaya konan meseleye göre değişir. Ama en güzeli bir miktar dinlendirmektir. En azından ben öyle yaptığımı ifade etmeliyim.


Ancak Düşüş Öyküleri birbirini okutan, başladığınızda elinizden bırakmadan bir solukta okuyacağınız türden bir öykü kitabı. Yeni nesil dizilerin başına oturup, bir akşamda sezonu bitirmek gibi.


Bu noktada şu düşüncemi peşinen sizlerle paylaşmalıyım:


Derdimiz öykü, İshak Edebiyat’ın temeli, gövdesi, çatısı öykü. Bu temelden yola çıkarak bizim de tek malzememiz öykü. Yani öykünün bizzat kendisi. Bir kitap incelemesi yapmaktan, bunu kaleme alıp sizlerle paylaşmaktan çok tüm enerjimi bir tek öyküye vermekten yanayım. İshak Grubu olarak da genel düşüncemiz aslında bu. Fakat Onur Cansız’ın Düşüş Öyküleri’ni incelerken tüm kitabı tek potada eritmek zorundaydım. Zira yazar her biri kısa film tadında, birbirinin içine düşen bir seriyi sunmuş. Kim bilir, belki Düşüş Öyküleri’ni bir gün beyaz perdede izleyebiliriz. Bu sebeple ben öyküler hakkında çok fazla spoiler vermeden ilerlemeye çalışacağım.

Yüklük öyküsü üçüncü tekil şahıs anlatıcı diliyle Hasan’ın hikâyesi üzerinden Adana’nın sokaklarına götürüyor okuru. Diyaloglar, geri dönüşler karakterlere sade bir derinlik kazandırıyor. Anahtar metaforu ile dikkat çekici bir açılışı var. Çehov’un Silahı gibi patladığında anlıyoruz anahtarların Hasan için ne kadar önemli olduğunu. Hayatının yüklerinden, fazlalıklarından öykünün sonunda fırlatılan anahtarlarla kurtuluyor kahramanımız. Öyküde sık sık tekrarlanan sözcükler genelde rahatsız edip, öykünün yükünü ağırlaştırır. Ancak anahtar, tavus kuşu, defne ağacı, yorgan, yüksük gibi sözcüklerin hem gerçek hem de imgesel kullanımları sürekli farklı atıfları işaret ediyor. Bu ısrarlı gösterme çabası elbette tartışılabilir. Fakat bir okur olarak bana öykü içinde belgesel arayışların kapısını da açtığını dile getirmem gerek. Adana-Kahramanmaraş geleneksel yorgancılığı, Hallac-ı Mansur biyografisi ile yoğurulup öykü içinden belgesel değer üretmek üzere işleniyor. Yorgan motifleri, hayat ağacı, tavus kuşunun tarih boyunca temsil ettiği semboller de öyküde yerini buluyor. Nitekim öyküye post modern bir anlayış katan alıntılar, atıflar ve kullanılan görsel de tavus kuşuna verilen önemi gösteriyor. Kahramanımız Hasan’ın sünnet düğününde, başındaki fese takılı tavus kuşu tüyünün kırılması da daha hayatının başında gücünü, hayallerini kaybettiğini işaret ediyor. Sünnet acısını unutturmak için ağzına tıkılan lokumlardan sonra, Hasan bir daha lokum yemeyecektir. Yorgan motiflerinin hepsinin anıldığı öykünün kahramanı henüz çırakken kendi özgün motifinin hayallerini kurmaktadır. Ancak ustasının reddinden sonra bir daha asla yeni motif düşünmeyecektir.


“İnsanın anavatanı çocukluğudur” derler ya, anlatıcı geri dönüşlerle bizi Hasan’ın çocukluğuna götürdüğünde yarım kalmışlıkları çocukluğundan öykünün bugününe doğru izliyoruz. Adana’nın garibanlık, yalnızlık ve mücadele dolu sokaklarına dair hayatları çok hızla ve kalıcı bir fotoğraf karesi gibi gösteriyor yazar. Sinematografik bir anlatım izliyoruz zaman zaman. Sinemadaki açı, ışık, ağır çekimle yön değiştiren kamera etkisini hissediyoruz. Öykünün sonunda “düğmeleri yanlış iliklenmiş” bir çocuk çıkartılıyor Hasan’ın karşısına. Yanlış iliklenmiş düğmeler en baştan yanlış başlamış bir başka hayatı imgeleyerek sonraki öyküye “Koridor” isimli öyküye taşıyor okuru.


Koridor, Adana’nın aynı sokaklarından yola çıkan Yusuf’un hikâyesi. Birinci tekil şahıs anlatıcı kendi hikâyesini sunuyor. Görseller, Yusuf Suresi’nden bir ayet alıntısı “Kuyular Yusufların kaderidir. Kim çocuğuna Yusuf adını koyuyorsa ömrüne de bir kuyu biçiyor.” Cümlesiyle Yusuf kıssasına yapılan atıf bu öyküye de post modern öğeler katıyor. Koridor ve koridora açılan kapılar, sonundaki ulaşılmaya çalışılan ışık, çaresiz annesi, zalim babası, yatalak kardeşi şiirsel bir dille ama sözcük israfına düşmeden gösteriliyor. Gördüğü rüya ve gerçek hayatı arasındaki geçişler büyülü gerçeklik esintileri taşıyor. Daha iyi işlenerek derinleştirilseydi, öyküyü daha özel kılar mıydı diye düşündüren bu esintiler biraz az, ama tadımlık bir lezzet bırakıyor. Kitaptaki birinci tekil şahıs anlatıcının iş başında olduğu iki öyküden biri. Yazarın rüya gerçeklik geçişlerinin etkisini artırmak için birinci tekil şahıs anlatısını kullandığını düşündüren bir akış var. Rüyayla gerçeklik arasındaki saydamlık bana Perulu kısa öykü yazarı Julio Ramon Ribeyro’nun “Hayalse gerçek gibi, gerçekse uydurulmuş gibi olmalı” sözünü hatırlattı açıkçası.


Yusuf kendi hikâyesinin içinden “Çırak lazım mı Usta?” sorusuyla koridorun sonundaki ışıkta Hasan’la buluşuyor.

Pazar Yeri isimli Elif’in hikâyesi üçüncü tekil şahıs anlatısı yoluyla yürüyor. Elif “İnsan bilmediği yerde kaybolmaz. Bir yer keşfedilecekse mutlaka orada yürünmeli…” cümlesiyle hem öyküye hem sokağa giriyor. Yine Adana’nın farklı yüzleri sergileniyor. Sokak kedileri üzerinden bu farklı yüzler imgeleniyor. Ulu Cami etrafında parlak tüylü sarmanlar, biraz geride Saat Kulesi civarında gri tonlu cin bakışlı kediler, en geride, arka sokaklarda ise köylerinden kaçmış, dağa çıkmış, dağda ölmüş, öldürmüş kediler göstermesiyle Adana’nın sosyolojik karmaşasını resmediyor. Yerde tebeşirle çizili maktul görseli dramatik kadın hikâyelerini sokağın ortasına nakşediyor. Bir tomar anahtara vurduğu tekmeyi izlerken Hasan’ın hayatından fırlatıp attığı yükleri hatırlıyoruz. Sokaktaki konuşmayan ihtiyarı Elif’in gözünden anlatan tanrısal anlatıcı, Elif’in zihninde o ihtiyara ait tüm hikayeyi de bir katmanla okura izletiyor. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetullah kitabında insanların vücut dillerinden karakterlerinin analizine atıf yapılıyor. Pazar yerine gidişlerde keşfettiği yollar tüm düşüş öykülerinin damlayıp göllendiği yer. Diğer öykülerde olduğu gibi, geri dönüşler ve diyaloglarla Elif karakterinin derinliğini gözlemliyoruz. Aynı sokakta, aynı gözyaşı ile büyük hikâyeye bir damla da Elif olup düşüyor. Briket duvarın oyuğunda bulduğu bir çift kırmızı kadın ayakkabısı ise bu öyküdeki Çehov’un silahı.


Pasaport Çayı isimli öykü Kazancılar Çarşısı’nda çay ocağı işleten Emin’in hikâyesi. Emin’in çarşı esnafıyla ilişkisi üzerinden yine bir düşüş öyküsünün içine giriyoruz. Yorgancı Hasan’la burada diğer karakterlerden biri olarak karşılaşıyoruz. Güneydoğu köylerinden kaçışları, geride bırakışları, özenle yaratılmış cümlelerden okuyoruz.


Saba Makamında Bir Çığlık öyküsü Elif’in gördüğü tebeşirle çizilmiş kadın maktulün hikâyesine götürüyor bizi. “Gözümün aydın olduğunu söylediler bana. O anda kör oldum.” Sözcüklerin zıtlıklarıyla hayatın güzellikleri ve yıkımlarını birçok kez bir arada sunuyor yazar. Kahramanlara düşen yıkımları da bu cümlelere dayanan izleklerle sıralıyor. Zaman zaman birinci tekil şahıs anlatıcı kahramanın öykü içindeki diğer karakterlerin hikâyelerini anlattığı ya da bizzat onlardan dinlediği sunuşları izliyoruz ustaca kurulmuş sahnelerde.


Soyka öyküsünde Adana’ya bir arayışın peşine düşüp gelen bir kadının hikâyesine tanıklık ediyoruz. Yine o sokaklara düşen bir öykü. Elif’in bulduğu kırmızı ayakkabılar bu öyküde patlıyor ve biz yine Çehov’u anıyoruz.


İçimden Geçenlerin İçi isimli öykü de gerçeğin gerçeküstülükle iç içe geçtiği bir düşüş öyküsü. Şehrin, aynı kaderi bir kenarından paylaşan insanlarının bir birine geçmiş hayatlarından bir kesit. DNA sarmalı gibi iç içe ama ayrı ayrı…


Edison öyküsünde Soyka’nın kahramanı Nihal’i bir sürprizle görüyoruz gasilhane önünde.


Yazar Onur Cansız aynı zamanda bir matematik öğretmeni. Düşüş Öyküleri’ni hem bir birinden bağımsız hem de hepsi birden bir formül ile işlemiş. Öyküler edebi gelişime elbette açık ama matematiği oldukça iyi hesaplanmış. Bunu finalde Bir Damla Öykü isimli öyküdeki çözümleme ile görüyoruz.


Bir damlanın düşüşü kendi anlatımıyla hikâyeleşirken, önceki öykülerin damlanın gördükleri üzerinden yaratıldığını anlıyoruz. Özetle önceki öykülerin hülasası yapılıyor.


Her öykünü içindeki hem kilit hem anahtar olabilecek bir cümle koyu font ile yazılmış ve İçinde bulunduğu öykünün mistik şifresi gibi duruyordu. Bir Damla Öykü’de karakterler de bu cümlelerle birlikte saklandıkları yerlerden çıkıp bir araya geliyor. Film sonundaki jenerik gibi akıyor.


Dedalus Yayınları’ndan 2108 yılı Temmuz ayında çıkan Düşüş Öyküleri ikinci baskısını da yaptı. Bir kenarda kalmayı asla hak etmeyen bir öykü demeti. Pastişleri, kolajlarıyla post modern öykü adına güzel örnekler barındırıyor içinde. Bir ilk kitap olma özelliğini içeriğinden değil Onur Cansız’ın ilk kitabı olmasından alıyor. İçerik bir ilk kitap için oldukça dikkate şayan. Çok yönlü bir yazar olan Onur Cansız’ın aynı zamanda bir senarist ve yönetmen oluşu da Düşüş Öyküleri’ni okutmaktan çok canlı canlı izletiyor.


Ersan Aslantaş

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page