top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Metin Nart Yazdı- Ahmet Büke'den "Varamayan" Öyküsü


Son dönem Türk öykücülüğünün sağlam kalemi Ahmet Büke’nin Varamayan kitabı nihayet bana kadar vardı. Kitaba adını veren uzun öyküsü Varamayan ise beklememe değdi doğrusu.


AB, kahramanı Borlulu Ahmet’in hikâyesini ara başlıklarla bölerek oluşturmuş. Uzun öykü için yol göstericiydi. İlahi anlatıcı kullandığı metinde birkaç yer hariç anlatıcı -baş kahraman dışında- sınırsız bakış açısını pek kullanmamış, daha çok kahramanın zihnine girmiş haliyle tercih etmiş. Kahramanın gördüğü rüyaların alt metinlerini -ki kahramanın zihnine sızmış anlatıcı için en rahat alandır- üzeri örtük freudyan biçimde değil, Borlulu Ahmet’in zihin yapısına uygun, tahlili kolay bir dışa vurma olarak kurmuş. “Koğuşta uyuyordu Ahmet. Kokusundan anladı. Döndü yanına anası uzanmış. Saçları dağılmış yastığa. Asker kılıfıdır, kirlenir şimdi diye düşündü Ahmet. Saçları, o taşlara çarptıkça ağan derenin köpüklerini avuç avuç topladı. Sabah ezanından sonra yoğrulmuş, mermerşahi bezlere sarılmış ekşi mayalı ekmekler bekliyordu sanki sağ yanında. Bir el dokundu. Döndü, Ergün Başçavuş’tu.”

Anlatıcının ses olmaktan çıktığı, acaba yazar mı devrede dediğim yerler de vardı.


<<<Ahmet’in anası basmasını sıvazlayıp kalkarken, “İşte yuvama dolanan erkek yılanı böyle yaparım ben de,” demişti. Gerçekten de sert kadındı.>>> “Gerçekten de sert kadındı” bir ses olan anlatıcı olmayacağına göre, yazardı, diye düşündüm.

AB anlatıcıyı bazen, kahramanın fark edemediğini fark edecek kadar rahat kullanmış. <<<Ahmet uzun saplı süpürgesine dayanıp baktı yine ağaçların fısır fısır dallarına. Bu defa hiçbir şey düşünmedi. Oysa eski bir hatırası, çok uzaktan rüzgârda ipini koparıp kaybolmuş bir uçurtma gibi çırpına çırpına ağaçlara doğru atmıştı kendini ama Ahmet onu fark edemedi bile kollarının ağrısından.>>>


Borlulu Ahmet’in hikâyesini gerçekçi bir üslupla aktarmış, ki AB’nin genel olarak durduğu yerdir. Dolayısıyla betimlemeleri öykü zamanı, mekânı ve kahraman-kahramanlar hâleti ruhiyesi için bir ayna gibi kullanmış.


Öykü, hikâyenin mekânı Gelibolu Yarımadasını, ayrı zamanlarda mekân edinmişleri attıkları sigara paketleri, çöpler üstünden görmemizle başlıyor. <<<Sigaralardan kalanları anlatmaya değer. Zira çöpler tarihi ele verir.>>> Devamında yan kahramanların ağzından mekânla, mekânın geçmişiyle alakalı, fazlalık hissi oluşturmak bir yana, okuru hikâyeye sokan anekdotlar aktarmış. Bu hem mekâna hem kahramanlara ısınmamızı, ortak geçmişi beraber hissetmemizi sağlamış. Bir yandan da baş kahraman Borlulu Ahmet’i tanımaya başlıyoruz.

Borlulu Ahmet küçüklüğünde geçirdiği bir fiziksel travma sonucu “aklı kıt kalmış”, kafa karışıklığı yaşayan, hafıza probleminden muzdarip bir genç. Kaderini belirlemek anasına düşmüş, o ise farkında olmadan başkaları tarafından çizilmiş menkıbesinin ardından yürüyor.


Ahmet Büke hikayelerini anlatıcısına dramatik anlattırma ustasıdır. Kelimeler zihninizde yürümeye başlar, bir cümleye eklemlenirken daha iyisinin olamayacağını düşünürsünüz. Bu öyküde ustalığını pekiştirmiş. <<<Ahmet o sırada durmuş gökyüzüne bakıyordu. “Ayın peşinden bulutlar koşuyordu ama onu bir türlü kimse yakalayamıyordu.”>>> Borlulu Ahmet işte bu cümleyle yerli yerine oturur kafanızda. Bilirsiniz ki o aslında orada değildir. Umurunda olan şeyler o kadar faklıdır ki, bu saflığa hak verir, yanında dikilip aya bakarken ne kadar haklı olduğunu düşünürsünüz.

Bol ve yöresel lezzetli kelimeler çoktan zihnimin izbelerine atılmış imgeleri bulup çıkardıkça, bu bir imge şöleni diyorum. Saksak yaprak, pürçek, Arasta, tava kaçmış toprak, yalabıklar saçarak vb. “Unutulmuş bir ev gibi gerilerde kalmış Demirkazık” Demirkazık sözcüğüyle bir şeyler sorar AB. Artık kullanılmayan ama hala toplumsal bellekte olanı da gösterir.

AB, öykünün hemen hemen ortasına kadar kahramanı ve çevresinde cereyan eden olayları oldukça dengede işlemiş. Demem o ki, baş kahramanı da tali kahramanları da öne çıkarmamış. Hatta diyebiliriz ki, Borlulu Ahmet’in etrafında cereyan eden olaylar daha baskın işlenmiş. Bunu askerlikle alakalı bir yığın gözlem aktararak yapmış. Ancak bu durum, Borlulu Ahmet’in beraber yola çıktığı devresi Yavuz’un yoz kararına dek sürer.


<<< “Karnı doyan Yavuz sandalyesine yaslanıp bir sigara yaktı. “Devrem,” dedi. “Şimdi sana bilet alacağım. Trene bineceksin. Sabaha Akhisar’da ineceksin. Oradan da Borlu arabasını sorarsın” Ahmet durdu. “Akhisar neresi?” dedi.>>>

Artık Borlulu Ahmet Bandırma’dan bindirildiği trende yine başkası tarafından çizilmiş menkıbesinin peşinde yalnızdır. Bu noktadan sonra Borlulu Ahmet’le yakınlığımız artmaya başlar. Artık kahramana hissettiğimiz empati duygusu doruk yapar. Zaten öykü bir yol hikâyesine dönüşür. Kahraman ve yol.

Öyküyü bitirdiğim zaman hikâye zihnimde ikiye bölündü. Askerlik günlerinde ara ara geri dönüşlerle kahramanın derinliğinin oluşturulduğu ilk kısım ve memleketine dönüşünün anlatıldığı bir yol hikayesi olan ikinci kısım. Her istasyon zamanının şahitliğini yapıyor.


Bandırma’da başlayan tren yolculuğunda hayat bulan bu yol hikâyesi aklıma N. Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’nı getirdi. İlk elden aklıma, keşke daha uzun olsaymış, daha fazla istasyon daha fazla manzara olsaymış, düşüncesi geldi. Bu doğru olmazdı. Öykü formatından çıkmış hikâyede kahraman ve final sönükleşirdi. Kararındaydı her şey.


AB, bu öyküsünde de içinde olduğumuz doğanın farkındadır. Derin gözlemiyle yine sadece bizim olmadığımızı, başka sahiplerinin de olduğunu hatırlatır. <<<Ahmet sustu. Pide kırıklarına konan günün son karasineğin ayaklarıyla oynak başını, incecik ensesini uzun uzun ovuşturuyordu.>>>


Borlulu, elini bir çaresize uzatırken, içinde bulunduğu çaresizlikten kurtaracak bir el bekliyordu belki de. <<<Ahmet yapayalnızdı şimdi. Yürüdü. Elini yüzünü ılık suda yıkadı. Taştan yalağa saç arıları inip kalkıyordu. Bir tanesi birikmiş suya düşmüş debeleniyordu. Islandıkça ağırlaşan kanatları koyuluğa doğru çekiyordu arıyı. Ahmet bir çöp aldı yerden, arıyı çıkarıp taşın üzerine koydu.>>>

Finali o kadar güzel düşünmüş ki AB, belki de kahramanın hissetmediği derin kaygıyı size bırakıp bitirirsiniz öyküyü. Kahramanla kurduğumuz özdeşlik, empati duygusu her istasyonda artar ve finalde “Şimdi ne olacak,” sorusu zihnimize tüm ağırlığıyla oturur.


Borlu hakkında biraz araştırma yaptığım zaman anladım ki boşa değil Borlulu olması. Zira Borlu’nun neresi olduğu da hayli kafa karışıklığı yarattı bende. Gazeteci Erkin Usman bir yazısında Borlu’yu yitik kent olarak niteliyor.


<<< Eski Borlu, Manisa'nın Gördes ilçesine bağlı bir bucaktı. Gediz kıyısında bir ticaret ve kültür merkeziydi. Bucaktı ama, Gördes ilçesinden daha şirin, daha yeşil ve canlıydı.


Bütün canlıların barış kültürünü soludukları bir coğrafyaydı. Dışarıdan gelen memur kalır, yerleşirdi buraya.


Bucak olmasına rağmen, ilçe gibi yaşayan bir yerleşim merkeziydi burası.

1959 yılında sular altında kalınca, Eski Borlulular İzmir'e. Salihli'ye, Köprübaşı'na ve Tahtacı'ya dağıldılar.


* * *


Çoğu o günlerde yeni kurulmuş olan Köprübaşı köyüne yerleşti. Bir kısmı da Köprübaşı'na 7 kilometre ötedeki Tahtacı köyünü tercih etti.


Zamanla Köprübaşı ilçe, Tahtacı da belde olup adını "Borlu" diye değiştirdi.


Bu isim değişikliği birçok hukuki sorunları da beraberinde getirdi. Çünkü Tahtacı ya da Borlu, Demirci'ye bağlıydı. Eski Borlu ise Gördes'e...


Yıllar önce askerlik gibi işleri nedeniyle Gördes'e taşınan Eski Borlulular, bu isim değişikliği nedeniyle Demirci yollarına düştüler.


"Biz Borlulu değil, Eski Borluluyuz deseler de işe yaramadı..."

Bunlar bir yana...


İzmir'e göçen Eski Borlulular, Bornova ve Bayraklı'yı tercih edip buralara yerleştiler. Zamanla iş güç sahibi oldular.


Bornova ve Bayraklı'da çoğaldılar. Doğan çocuklar da tabii ki Bornovalı ve Bayraklılı oldular.


Eski Borlu haritadan silindiği için de, büyükleri onları "Baba Toprağı"na götürüp gösteremediler, tanıtamadılar.


Derken... Eski Borlu anılmaz, anımsanmaz ve ziyaret edilmez olunca, yeni kuşaklar Eski Borlu'ya yabancılaştılar. Eski Borlu ile Yeni Borlu hep karıştırılır oldu.>>>


Hüzün hayatın insana dokunmasının hakikatidir. Belki de hayatın hakikati. Çoğunlukla haberli bazen de habersiz gelir. Habersiz geleni sebepsiz, ihtimaldir ki, sebepsizmiş gibi görünür. Ama bilmesek de vardır bir sebebi. Sebepli geleniyse hakiki olanıdır. Hakiki hüzün hayatın lezzet kaynağı değil midir? O olmasaydı şayet hiçbir duygunun tadını, o derin iç huzurunu hayatın hissedemezdik. Kurmaca hayatları okurken eğer, anlatıcının kelamı sizle bir özdeşlik kurabilme kabiliyetine sahipse ilk, hüzünle vurur sizi. Bir cendere oturur içinize, ufak ufak, yıldırmadan bıktırmadan tatlı tatlı sıkmaya başlar. Sinemanızın uyuyan makinistini makinesinin başına geçirir hemen. Ve sadece sizin başrolünde olduğunuz filmleri oynatmaya başlar. İçiniz mi burkulmaya başladı, ironiyi yakalayıp gülmeye mi başladınız, derin bir merak duygusuna mı gark oldunuz, tamam işte, siz ve kurmaca kahramanı birsiniz artık. Bir nevi vahdeti vücut. Yolculuğunuz başlamıştır artık. Kahramanın mekanıyla mı özdeşlik kurdunuz, yallah kahramanın yanına, onun zamanında kendi zamanınızı oynamaya başlayın bakalım. Karışık mı geldi? Böyle karışık işler insancıkların zihni işte. Oturduğunuz yerde başladığınız yolculukta Tuzla ciplerin tatlı virajlarını yaslanarak aldığı incecik keçi yolunu aydınlatıyordu, değil mi? Şimdi Borlulu Ahmet’i göreceksiniz.


Ha, her öykünün bir de müziği olur. İşte ben bunu biliyorum. Ahmet Büke’nin bu öyküsünü okurken içimde, Neşet Ertaş Yozgat Sürmelisini söylüyordu.

Metin Nart

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page