top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Yasin Babaoğlu Yazdı- Yansılar Kitabı

Numquam sine

phantasmate intelligit anima.

(Kimse imge olmadan anlayamaz)

-Aristoteles

Bir öykü yazarı güzel kareler yaratabilir kağıt üzerinde. Bir fotoğraf sanatçısı çok güzel pozlar toplayabilir kara kutusuna. Peki bir fotoğraf sanatçısı ve yazar neler yapabilir?


İşte, siyah beyaz kadrajdan bir öykü kitabı.

İlk baskısı 1997 de yapılan kitap günümüzde YKY tarafından yayınlanıyor. Yazar ayrıca kendi çektiği bir fotoğrafı kapak olarak kullanmış. İşte buradan başlıyor siyah beyaz kareler.

Kitap toplam yedi öyküden oluşmakta. Bu öyküler dünyanın farklı yerlerinden, farklı insanlar ve farklı hayatlardan oluşan bir apartmanın yedi dairesi gibi. Yedi kapı da birbiriyle komşu. Yazar anlatımı ile bizi her öyküde bir eve buyur ediyor. Daha doğrusu o apartmana taşınan sekizinci bir sakin olarak hazırlıyor bizi. Öyle davranıyor ve öyle yaşatıyor. Zaten yazar da dokuzuncu dairede oturuyor sanırım.


Öykülerinde gündelik olayları işlemiş ve bunları fotoğraf sanatçısı olmanın verdiğini düşündüğüm betimleme yeteneği ile aktarmış. Anlatırken her sahne istemsizce gözünüzde canlanıyor. Kah Meksika’da bir kadınla tanışıp aşık oluyoruz, kah alzheimer olup her şeyi bulamaç ediyoruz zihnimizde. Yeri geliyor arkada bir noktürn eşlik ediyor geceye, bazen Dvorak bazen de Brahms.


Farklı kültürlerden geleneklerden esintiler görmemizin temelinde, yazarın farklı şehirlerde yaşaması, farklı işlerde bulunmuş olması ve çeviriler yapmış olması olduğunu düşünüyorum. Çünkü farklı kültürleri harmanlarken sanki oralara ait biri gibi hissettim kendimi. Her tarafa da yeterince hakim olduğu izlenimi bırakıyor yazar.

Kurgu olarak bakacak olursak, öykülerin genelinde şu durum hakim; önce finali işaret eden bir giriş, daha sonra geçmişe gidip anlatmak-göstermek, daha sonra da final. Finaller de öyle vurucu veya sarsıcı değil. Zaten beklenen sonlar dışında noktalanmıyor öyküler. Göle sihrini sıradan şeyleri bizim farkına varmamızı sağlamaya yönelik anlatımı ile sağlıyor. Abisinin ölümünden sonra onun hafızasında yer eden olayları açan anahtar, üzerinde kesik sakal parçaları olan bir tıraş bıçağı oluyor mesela. En olmadık sahneler en olmadık kapıları aralıyor.


Anlatımda ara sıra topuzun ayarını kaçırsa da devrik cümlelerin kullanımı hoşuma gitti. Ama öykülerde tek tarz bir anlatımın hakim olması bazen sıkıcı olabiliyor. Bazen beylik laflar yazıp kafa yormaya da çalışıyor. Bazı önermelerin ise altı boş kalabiliyor. Bu eksilere rağmen akışkan bir şekilde okudum kitabı. Az önce bahsettiğim beylik laflardan alıntılar da aldım.


Başlıca üzerinde durduğu konular gayet sıradan; kadın- erkek ilişkileri, yolculuklar, adetler, aile-birey ve aşklar. Bunları yaparken de Türk kültüründen, geleneklerinden örnekler sunarak farklı kültürlerdeki durumlar ile mukayese ediyor. Özellikle kadın-erkek ilişkileri ve cinsellik üzerinde durduğu kısımlarda bu çok belirgin.


“Kirli olduğunu sandığımız şeyler, tiksintiyi haklı çıkartan şeyler, evlilik öncesi birbirimizde göremediğimiz şeyler, büyük bir doğallıkla gelip birer birer aramıza yerleşiyor” -syf 26


Yer yer toplumumuzdaki yargıları yeriyor, sosyal bağlarının zayıflıkları üzerinde duruyor ve bir eleştiri yapıyor.

“Ayrıklığımız, ayrıcalığımız, farklılıklarımız benzerliğimizin, aynılığımızın sonucudur sanki. Aynı elbiselerin içinde davranışlarımıza dikkat eder, rahatsız oluruz; buruşmaması, yağ sıçramaması, tabağın içine girmemesi için özen gösteririz. Dış’tır önemli olan, tüm yoğunluğumuzu dış’a verir, içimize dönmekten kurtuluruz” diyor “Yanılsama” adlı öyküsünde. Kendi toplumundaki bir erkek profili üzerinde duruyor ve devam eden satırlarda güzel bir tespitte bulunuyor:


“... uzak ülkelerdeki insanların ergenlik çağında yaşadıklarını, ben saat kuleli çirkin kentimde, yetişkinliğimin ileri bir döneminde keşfetmeye başlamıştım” -syf 29

Daha sonra biraz daha aile içine girip kardeşler ve ebeveynlerin ilişkileri üzerinde duruyor. Başarılı, uslu, sakin “edepli” küçük kardeş ile hoyrat, yaramaz, gamsız ve serseri büyük kardeş profili üzerinden çocuklara aileleri ve toplum tarafından biçilen rolleri ve karakterleri çiziyor okuyucuya. Abisinin dayak yemesinden sonra küçük kardeşin ağzından şöyle itirafta bulunuyor:


“Bense yine seyirci kalmıştım, içim gitse de yanına gidip avutamamıştım; babamın gazabını üzerime çekmekten kaçındığım için, annemin azarlamaması için… Ben yolumu seçmiştim, daha erkenden, çocuk yaştayken; ben örnek evlat, babamın gözbebeği olacaktım, o benimle gurur duysun diye çalışıp çabalayacaktım, bilge kişi oydu, onun gösterdiği hedefe doğru ilerleyecektim” -syf 40


“Kan Bağı” öyküsünde yasak aşk olarak tanımladığımız bir ilişkiye ve sürecine tanıklık ediyoruz. Yine bizim toplumumuzdaki kadın tanımı ile aşk yaşadığı kadının yaşayışındaki “kadın”ı kıyaslıyor. Artık uzunca zamandır sıradanlaştırılmaya çalışılan kadın cinayetleri ve kadına şiddetin altında yatan bir kaç tespitte bulunuyor:

“Kadının arılığını değeriyle orantılı gören benim kültürüm, ihanet ettiğine karar verdiği bir kadını en ağır cezaya çarptırır, katledilmesine bile göz yumar, ses çıkarmaz. Kadının zenginliği, çoğulluğunu yaşama hakkından yoksun bırakmıştır doğduğu andan itibaren. Dişiliği yaşamboyu taşıyacağı bir lekedir alnında; sadakatiyle, anneliğiyle, uyum sağlamasıyla değerlenir, gövdesinin gereklerinden koparılır, yaşamın tadına varması engellenir ya da sosyal yabancılaşmaya itilir, dışlanır. Annelikle dişilik bir arada yürümez artık, kadın çocukları üzerine titrer, ana olur, yaşanmamış dişilik pahasına.” -syf 86


“Arayış” adlı öyküde ise bir aşk, bir yanılsama, arayış ve nihayet bekleyiş var. Hint okyanusundaki bir adada muson yağmurlarından etkilenmeyen bir sıcakta buluyoruz kendimizi. Oradan farklı şehirlerde aşk yaşıyor ve her anı bir anımsama olarak belleğimize hapsediyoruz. Sevişiyor ve yolculuk ediyoruz. Bu sefer kadın-erkek ilişkisinde cinsellikten öte bir boyutu işaret ediyor yazar: altı çizili kitapları gözden geçiren, çekinmeden, korkmadan kendi olabilen kadını usulca izleyen, kokusunu harmanlayıp içine çeken bir kahraman. Burada ise bizim toplumumuzda yaygın olarak görülen kadın ve erkek cinsel deneyimleri arasındaki temel farka değiniyor ve sebebini gösteriyor:


“Cinsellik kazanılan zaferler değil miydi? Erkeğin kadınla yaşayabileceği o derin yakınlığı, birçok iktidar sözcüğüyle aşağılayan, yaptırımla tanımlayan bir toplumun bireyi bu kirlilikten sıyırabilir miydi yakasını? Sevginin küçük görüldüğü, gücün göklere çıkarıldığı ve yakınlaşmayı tanımayan bir kültürdü benimki.” -syf 98

Kitapta altını çizebileceğimiz, yer imi yapıştırabileceğimiz pek çok cümle bizleri bekliyor.


“Unutmak istedi isteminin var gücüyle. Ve unutma geldi yardımına.” -syf 72

Sonlara doğru bir sis bulutu geliyor “Noktürn” adlı öyküye başlayınca. Öyle bir sis ki hatırladığımız ne varsa yakın zamana dair, teker teker yutuyor. En eski ve en derin anılara gömüyor bizi. Bir alzheimer hastası kadınla tanışıyor ve onun anılarına ortak oluyoruz. Bize aşkı nasıl bulduğunu, nasıl kaybettiğini, neleri sevdiğini, neleri dinlediğini, babasını ve babasının bir tanesi olduğunu anlatıyor. Geçmişe doğru uzunca bir yola çıkarıyor bizi yazar, yani dokuz numarada oturan kişi. Sonra sis etrafı kaplayınca kapıyı çekip çıkıyoruz bu daireden.

Bizi kendi evimize uğurluyor yazar.


Kitabı özetleyen söz, içinde en sevdiğim öykü olan “Noktürn” adlı öykünün epigrafı olsa gerek:

Her şey zamanla silinir,

ama anımsama, zamanı

silinmez ve ölümsüz kılar.

-Philostrates



Yasin Babaoğlu

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page