top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Zekeriya Şimşek Yazdı- Darmadağın Öykü Bahçeleri-4- Delice Bir Öykü Bahçesi: Necati Cumalı

İzmir/Urla Necati Cumalı Evi’ndeyim. Urla demek çokça Necati Cumalı demektir; biraz Tanju Okan, biraz Yorgo Seferis, biraz Anaksagoras olsa da. “Ay Büyürken Uyuyamam,” ne müthiş bir cümle/başlık! Beni çok etkilemiştir. Bazı kitap adları vardır ki olağanüstü çağrışım zenginliğiyle kendini unutturmaz. Bir dönemin, olayın simgesidir ya da o hâle gelir. “Ay Büyürken Uyuyamam,” benim için böyledir.

1921, 13 Ocak’ta Yunanistan/Florina’da büyükbabasının evinde doğar, Mustafa Bey ile Fitnat Hanım’ın ilk çocukları. Biri erkek, dördü kız beş kardeşi olur Ahmet Necati Acar’ın: “Dedem Ahmet koymuş, sonra babam Necati’yi eklemiş. Babamın aldığı Acar soyadını yakıştıramadım şiirlerime. Edebiyatımızda Ahmet bolluğundan geçilmiyordu. Bir Ahmet daha olmak istemedim. Mahkeme kararıyla Necati’ye uyumlu Cumalı soyadını aldım.” 1

1923, Lozan Antlaşması ile Batı Trakya Türkleri-Batı Anadolu Rumları arasındaki mübadele, ailesinin İzmir/Urla’ya yerleşmesine sebeptir. 1938, İzmir Atatürk Lisesi’nden mezun olur.

1941, İstanbul Hukuk Fakültesi’nde başladığı yüksek eğitimini Ankara Hukuk Fakültesi’nde tamamlar.

1942, yedek subay askerlik görevi için Çanakkale/Ezine’dedir.

1945, Askerlik sonrası Ankara’ya döner; Cahit Sıtkı ile ev arkadaşı, Millî Eğitim Bakanlığı’nda memurdur. Devamında Devlet Tiyatrosu’nda çalışır. İlk öyküsü yayımlanır Yücel dergisinde: “Aysız Geceler”

1948, İzmir’e gelir, staj sonrası avukatlığa başlar: “Avukatlık beni çok besledi… Eserlerimin çoğunda bu avukatlık günlerimin etkisi vardır.”

1949-1953, arası hiç öykü yazmaz, biriktirir: “1950-57 arası Mimli olarak yaşadım İzmir’de. …kimliği açık bilinmeyen bir solcuydum onların gözünde.”

1955, ilk öykü kitabını yayımlar yine İzmir’de: “Yalnız Kadın”

1956, İzmir’de Ara Tiyatro’yu kurup yönetir.

1958, avukatlıktan sıkılmıştır, iki yıl Paris’te yaşar.

1960, Hayatını edebiyattan kazanmak kararıyla yurda döner ve İstanbul’a yerleşir. Basın-Yayın Genel Müdürlüğü İstanbul Temsilciliği’nde redaktörlük yaparken mesai arkadaşı Berin Hanım ile tanışır ve evlenirler.

1963, eşinin Tel-Aviv Tanıtma Ataşeliği’ne atanmasıyla İsrail’e, 1964’deyse Paris Basın Ataşeliği’ne atanmasıyla yeniden Fransa’ya gider. 1966’da yazdığı yazılar nedeniyle eşi görevden alınır ve İstanbul’a dönerler.

1966-2001, sadece yazar.

2001, son nefes. Mezarı, İstanbul/Zincirlikuyu Mezarlığı’ndadır.

Şiirlerinden romanlarına, denemelerinden oyunlarına, anılarından öykülerine bir “Delice”dir o! Delice, Ege kültüründe zeytin ağacıyla özdeşleşmiş bir terim; yabanî, aşılanmamış. Başına buyrukluğu ve doğallığı temsil eder, Necati Cumalı böyle bir portredir. Yüreğini ortaya koyar, içini döker yazdıklarıyla… Dostlarından Bedri Rahmi (1911-1975) şöyle der hakkında:

“İzmir’de bir ağaç gördüm

Adı karabiberdi

Ya karabiber türküsü Allahım

Necati Cumalı söylerdi

Soba borusu gibi bir sesi vardı

Karabiberim derdi karabiberim

Candarmalar geliyor kalk gidelim” 2

Dergi ve gazetelerde yayımlanmış seksen iki, dokuz öykü kitabının ilk basımları itibariyle yüz on beş öyküsüdür bize kalan. Öykü kitapları:

1. Yalnız Kadın (1955, İstanbul: Varlık Yayını, 107 s./16 öykü),

2. Değişik Gözle (1957, İstanbul: Varlık Yayını, 77 s./9 öykü),

3. Susuz Yaz (1962, Ankara: Ataç Kitabevi, 134 s./8 öykü),

4. Ay Büyürken Uyuyamam (1969, İstanbul: İmbat Yayını, 228 s./23 öykü),

5. Makedonya 1900 (1976, İstanbul: Altın Kitaplar, 242 s./11 öykü; sonradan Dilâ Hanım adıyla basım 1978),

6. Kente İnen Kaplanlar (1976, İstanbul: Sander Yayını, 195 s./10 öykü),

7.Revizyonist (1979, İstanbul: Tekin Yayınevi, 227 s./27 öykü),

8. Yakub’un Koyunları (1979, İstanbul: Tekin Yayınevi, 120 s./6 öykü),

9. Aylı Bıçak (1981, İstanbul: Tekin Yayınevi, 163 s./5 öykü; sonradan Uzun Bir Gece adıyla basım 1991).

Necati Cumalı’nın öykücülüğü Urla’dan ve avukatlık mesleğinden beslenir; kırsala şehre cahil cesareti gelişmeleri didiklemeyi sever Necati Cumalı. Mutsuz hayatlar ve cinselliğin izdüşümleri üzerinden gündelik ilişkileri sorgular, toplumsal çatışmaları ayrıntılandırır. Öykücülüğünü öznel ve nesnel olarak ikiye ayırırken; öznel öykülerinde kendi yaşamından ve çevresindeki insan/olay/mekânlardan bahseder, nesnel öykülerindeyse yine aynı bakış açısı ve amaçla ilerleyerek kurmacanın olanaklarından yararlanır. Necati Cumalı’nın öykücülüğünde kadın, cinsellik ve aşk üçlemesi başköşededir; bunlarla ilintili kadınların kıskançlıkları, çaresizlikleri, arayışları, kavgaları ve umutsuzluklarına dair ikilemler dikkat çeker. Edebiyatın yapı taşlarının dil ve üslup olduğunu her öyküsünde hissettirir. Dili ve üslubuyla; inandığı değerleri, yaşadığı dönem ve çevresini, toplumsal değişimin ironik unsurlarını şekillendirmeyi iyi bilir. Öykü yazarının emrinde çok sayfa yoktur, somutlaştırma zorluğu/zihinsel canlandırma faaliyeti bakımından işi romancıdan kat be kat zordur. Bir de öykü okuru acımasızdır. Mehmet Kaplan, onun öykücülüğünü isabetli tespitlerle özetler: “Necati Cumalı’nın üslubu berraktır. Edebî sanatlara başvurmaz. Gerçeğin özelliklerini olduğu gibi vermeye çalışır. Bu onun hayata bakış açısına da uygundur.” 3

Bir öykü ustası olarak, onun öykü kahramanları, deyim yerindeyse hep “feleğin sillesi”ne muhataptır; öyle ister, öyle gözlemler, öyle kurgular. Yönünü kaybeden değil bulamayan/bulamamış insanların kederiyle ve kaderiyle işbirliği yapan öyküler okuruz hep. Necati Cumalı’nın öykü performansında şairlik damarı da etkili bir unsurdur; akıcı ve vurucudur. Lirik bir anlatımı vardır. Öte yandan gerçeklik kaygısı, Necati Cumalı’nın bitmez tükenmez derdidir; bireyin güncel kaygılarıyla toplumsal sorunlar ve çelişkiler iç içedir. Kırsalda da şehirde de… “Hikâyeler, kendin pişir kendin ye olmaz. Hikâyelerimde kamunun önemsettiği meselelere değinmişimdir,” 4 diyerek derdini açık eder. Yazmak, bir bakıma, hayatta karşılığı olanları aramak, göstermek, anlamlandırmaktır. Necati Cumalı öykücülüğünün, çıkış noktası budur. Necati Cumalı, karmaşık karakterlerle işbirliği yaparken bunu yumuşak ve göstermelik bir şekilde yapar. Okurun zihninde bolca soru işaretleri bırakmayı sever ve ister. Kurmaca iletişimde, metnin neyi nasıl anlatmak istediği kadar, okurda ne etki uyandırmak istediği önemlidir; yani metin-gerçek ilişkisi kadar metin-okur ilişkisi! Necati Cumalı, öykülerinde, içinde yaşadığı toplumsal ikiyüzlülükleri kendine özgü diliyle harmanlayıp kurmacalarında telaşsız, sade ve içten anlatımıyla ortaya koyarken öyle ki, kahraman(lar)ın yaşamında kırılma noktası yaratan bir olay ya da durumdan yola çıkarak başlattığı sorgulamalarla toplumsal değer oluşumlarındaki düğümleri çözmek için okuru harekete geçirmektedir.

“Ay Büyürken Uyuyamam”, “Susuz Yaz” ve “Aylı Bıçak” ile birlikte Urla Öyküleri üçlemesinin ikinci kitabının adıdır aynı zamanda. Kitabın ilk öyküsü. Necati Cumalı’nın öykü dünyasını ele veren güzel örneklerden biri. “Ay Büyürken Uyuyamam”, 2011’de Şerif Gören tarafından filme çekilir, seyirciden olumlu not almaz. Bin iki yüz dört sözcükten oluşan “Ay Büyürken Uyuyamam”da kasabada yaşayan yalnız bir erkeğin tekdüze dış dünyasının iç dünyasına yansımaları konu edilir. Necati Cumalı için Urla ve çevresi, kişiliğinin ve eserlerinin demirbaş coğrafyasıdır. “Ah Urla, viran Urla/Ömrümü yedin, bitirdin,”5 dese de arkasından ekler: “Eserlerimin dekoru Urla’dır.”6 Necati Cumalı’nın kendine özgü ironik titizliğinin prototipi niteliğiyle, onun öykücülüğünün tüm özelliklerini taşıyan öykünün geçtiği yer/mekân Urla’dır. Zaman, 1960’lı yıllar. Öykünün yayımlandığı tarih 1969. 1969 Türkiye’sinden bir kesit! Demirel yılları...

Öyküde olay Necati Cumalı’nın başından geçmiş olabilir mi? Necati Cumalı, kendi yaşamından izler taşıyan öyküyü kendinden uzaklaştırmak, nesnelleştirmek istemiş ve bu nedenle de olayı başkasının başından geçmiş gibi anlatmıştır?

Urla’da Necati Cumalı Evi’nin avlusundayım. “Ay güneşten bir tepsi gibi, geceyi ışıtmakta…”7 Elimdeki kitabı karıştırırken yine kitaba adını veren öyküye takılıp kalıyorum. Taşrada yalnız bir adam… Ve niçin, kadın o gece, böylesine güzeldir? Bir kez daha,“Ay Büyürken Uyuyamam”:

Ah o taşra geceleri! O küçük kıyı kentinde akşam oldu mu işleyen saatler dururdu sanki. Akşam karanlığından gözü uyku tutuncaya kadar geçmek bilmez bir süre uzanırdı önünde. Evliler, yerli arkadaşları çeker giderdi evlerine. Mermer masalı bir lokantada, çoklukla yalnız, iştahsız iştahsız yerdi yemeğini. Bazı geceler üç beş arkadaş toplanır, içerler, poker oynarlardı. Gösterilen film iyi mi kötü mü diye düşünmeden kentin tek sinemasına giderler, filmden çok sinemaya gelen kadınlar kızlarla ilgilenirlerdi. Ama çoğu geceler şaşırıp kalırdı ne yapacağını. Dükkânları erkenden kapanan, ıssızlaşan, susan kentin küçük alanında, lokantadan çıkınca tek başına bulurdu kendini. Bazen yalnız, bazen karşılaştığı bir tanıdıkla rıhtım boyunca yürürdü hava açıksa.

Rıhtımda doktorun evi, önünden geçerken ilk gençlik çağlarının heyecanlarına kapılırdı elinde olmadan. Doktorun kızını balkonda görebilirse, kızın kısa bir bakışı ile adımları birbirine dolanır, yüreğinin vuruşları hızlanıverirdi. O kısa bakış o gece için yeterdi ona. Aşksızlığını unutur, türlü umutlar, düşlere kapılırdı uyuyuncaya kadar. Kızı balkonda göremediği geceler, sanki büyür, üstüne yıkılır gibi olurdu gecenin karanlığı. Günün işinden, dolaşmaktan, yorgun bacaklarının ağrısını acıyla duyar, içinde bir eziklik, bir boşluk, uykudan yatağından kaçan insanın bütün sıkıntıları, isteksiz adımlarla dönerdi kiraladığı odaya.

Aylı geceler, büyüyen ayla birlikte daha da uzardı uykusuzlukları! Odasına dolan ayışığı, aşksızlığını, yalnızlığını anımsatır, bütün özlemlerini uyarır, bütün anılarını karanlıktan aydınlığa çıkarırdı sanki. Geçmişte tanıdığı kadınların kızların kendisini çağıran bakışları canlanırdı ayışığında. Onur sorunu yaptığı ilişkileri, alınganlıkları, cesaretsizliği, kaçışları, sırasında yer sırasında zaman bulamadığı için değerlendiremediği fırsatlar, hızla birbiri üstüne geçer dururdu gözünün önünden. Bir kez olsun elini bile tutmadığı kızlar, kadınlar, ettiler, dudaktılar, beldiler, kokuydular şimdi belleğinde. Ah, nasıl geri dönmek, yeniden yaşamak isterdi o günleri! Ah, nasıl, istekle, özlemle, pişmanlıkla arıyordu o elleri dudakları!

Ay dolanırdı odasında: “Hani bir Türkan vardı?” derdi. Gene aylı bir gece, bir açık hava bahçesinde dansa kaldırmıştı Türkan’ı. Daha masasına doğru ilerlerken ne çabuk kalkmıştı Türkan yerinden? Nasıl uçar gibi yürümüşlerdi elele piste doğru? Daha dansın ilk adımında nasıl atılmıştı kollarına? Sokuluşundaki değişiklikle ne dediğini daha iyi anlıyordu şimdi Türkan’ın. Saçlarının kokusunu daha kuvvetle duyuyordu. Düşünde soyuyor, öpüyor, öpüyor, öpüyordu Türkan’ı. Oysa hiç öpüşmemişlerdi Türkan’la…

Ay dolanırdı odasında: “Ya Nihal?” derdi. “Az mı üzdün kızı? Bütün o karşılaşmalarınızı ayarlayan kimdi? Kız, salt sana yakın olsun, seninle beraber olsun diye bütün yazını Ankara’da halasının yanında geçirmedi mi?... Ah Nihal! Sokulgan, uysal, iyi huylu, tatlı Nihal! Yine görebilsem seni!...”

Ay dolar taşardı odasına: “Daha Nihal’i düşünürken, Sevil’in yüzüne vururdu. “Sevil’i unuttun mu?” derdi. “O güleç, o canlı Sevil’i.” Sinemalara giderlerdi. Eline aldığı eli, avucunun, parmaklarının arasında durmadan yer değiştirir, gezer dolaşır, neler neler anlatırdı ona film boyunca. Parklarda, pastanelerde buluşurlardı. Karanlık saatlerde, arka sokaklarda, faytonlarda dolaşırlar, öpüşürlerdi.

Ay dolanırdı odasında, bir başka kadının yüzünü aydınlatırdı. Soran bakışlarıyla Suna’yı görürdü karşısında: “Nerelerdesin? Neye uğramıyorsun kaç gündür?” dediğini duyardı. Suna’nın kulaklarında kalan sesi, apaçık anlamıyla çınlar dururdu beyninde! Ah bir kadın bu sesle, bu türlü “Nerelerdesin?” derse ne demeye gelmez ki o söz?... Nerelerde olacak? İstanbul’un hay huyuna kapılmış, çoğu evli, kendisinden beş on yaş büyük tanıdıklarıyla sanat, toplum sorunlarını tartışmakla geçirirdi saatlerini…

Ay dolanırdı odasında! Tanıdıklarından, bir lokantada, vapurda, durakta karşılaştığı, uzun uzun bakıştığı kızlara kadınlara kadar belleğinde kalan yüzleri bir bir aydınlatırdı uykusuzluğunu uzatarak. Sonunda doktorun kızına takılırdı düşleri. Taşranın kadın erkek arasında her yakınlığı yasaklayan baskısı altında, doktorun kızı ile nasıl ilerletebileceğini düşünürdü aşkını. Bir ara, sabırsızlığı artar, cesaretlenir, yarın her ne olursa olsun doktorun kızına telefon edip açılmaya karar verirdi. Böyle böyle saatler geçer, uyuyamazdı bir türlü. Özlemlerden, isteklerden, pişmanlıklardan sinirleri yorgun düşünce, düşleri bir yerde kopar, dalar giderdi.

Ayın erkenden doğduğu bir gece, her akşamkinden daha yalnız kaldı. Yemekte iki kadeh rakı içti. Bakışları, evlerin inik perdelerine vuran kadın karaltılarında, rıhtım boyunca yürüdü. Bir aydır geceleri doktorun kızına telefon ederim diye kazandığı bütün cesaretini, nedense gün ışığında yitiriveriyordu! Doktorun evi karanlıklar içindeydi. Belki sinemaya gitmişlerdir diye düşündü. Sinemanın dağılacağı saatte kulüpten çıktı. Sinemadan çıkanlar arasında doktorları göremedi. Bir kez daha rıhtım boyunca yürüdü…

Öyle aydınlıktı ki kentin sokakları, denizi, evlerin yüzlerini ışığa boğmuştu ay. Ah, ay her yerde sevişenler için doğar! Her yerde eşit saçar ışıklarını! Bu küçük kenti de, kadınlarla erkeklerin birbirlerinin bellerine dolanarak özgür dolaştıkları kentlerden ayırmaz o! Bu yüzden, yalnızlarla birlikte yalnız görünür o küçük kasabaların göklerinde ay!

Gece yarılanırken, gidecek başka bir yer bulamayarak, biraz yorgun, oda kiraladığı eve döndü. Kapıyı gürültüsüz açtı. Alt katta, bir oturma, bir yemek odası, bir sofa vardı. Pencerelerden sızan ay ışığı sessizliğini bozuyordu sanki sofanın. Evin, üst katında, denize bakan yönündeydi odası. Evin karaya bakan yönünde iki oda daha vardı. Birini yaşlı bir öğretmen kiralamıştı. Öbüründe evini kiraladığı kadın kendi oturuyordu.

Üst kata çıkan merdivenlere bir türlü gitmiyordu ayakları. Konuşmak, dertleşmek, eski aşklarını anlatmak, yaşamak istiyordu kısacası. Bir kımıldama oldu sofada. Hiç dikkat etmemişti, baktı, denize bakan pencerenin yanında birinin oturduğunu gördü. Karaltı ayağa kalkınca tanıdı: evin kadınıydı.

Kadın yavaşça:

-Benim, dedi. Sinemaya mı gittin?

Kadına doğru yaklaştı:

-Dolaştım. Sinemaya gitmedim.

-İyi etmişsin…

Üç aydır evinde oturuyordu. İlk kez dikkatle baktı kadına. Kırkını aşkın olmalıydı. İlk görüşünde yaşlı demiş, evin yıllanmış masalarından, sandalyelerinden biri kadar eski görmüştü kadını. Hiç de yaşlı sayılmazdı kadın. Alnında, ağzının iki yanındaki çizgiler, belki de boya şu bu kullanmadığı için o kadar belirgin görünüyordu kendisine. Kadının göğüslerinin, kalçalarının, bacaklarının diriliği ilk kez o gece çarptı gözüne.

-Uykum yok da… diye mırıldandı.

Kadın, aklından geçenleri anlamış gibi gözlerinin içine bakıyordu:

-Benim de yok! Saat kaç?

-On iki olmalı…

-Ben daha erken sandım, hiç uykum yok…

Odasına çıkması kadını rahat bırakması gerektiği kanısına kapıldı.

-Benim de… dedi.

Merdivene doğru dönecekken birden cesaretlendi:

-Bana bir kahve pişirebilir misin?

Kadın gülümsedi, birden canlandı:

-Elbette.

-Pişir öyleyse.

-Odanda mı içeceksin?

Yüreği hızla vurmaya başladı. Yutkundu:

-Odamda.

-Sen çık, ben getiririm odana.

“Odana gelirim” gibi bir deyişle söylemişti bu sözü kadın. Kadına hoşlandığını belli etmek istedi:

-Gecikme…

-Hemen getiririm…

Merdivenden çıkmadan önce gene durdu. Mutfağa doğru giden kadını tam yanından geçerken elinden tutup durdurdu. Öbür kiracıyı sordu:

-Asım Bey uyudu mu?

Kadın, onun elini hafifçe sıktı:

-Sen, merak etme. Bu saate kalır mı o?

Odasına her zamankinden daha gürültüsüz çıktı. Denize bakan penceresini açtı. Ceketini çıkardı. İçeriye dolan ay ışığında, uykusuz gecelerinde yatağında sağa sola dönerek düşlediği kadınlardan herhangi biri kadar özlemle beklemeye başladı kadını.

Yavaşça kapının açıldığını duydu. Kadın, elinde kahve fincanı kapının eşiğinde duruyordu. Yaklaştı, kahve fincanını alırken, boş kalan eliyle kadının yine elini tuttu:

-Geçsene…

Kadın, üst sofanın karşı ucunda öbür kiracısının kapısına doğru baktı:

-Yavaş konuş.

Kadını hafifçe elinden çekerek içeriye aldı. Kapıyı kapattı. Kahve fincanını masanın üstüne bıraktı. Kadına yatağının üstünde yer gösterdi:

-Otursana…

Kadın güldü:

-Niyetin ne?

Daha fazla sabredemedi. Bileğinden yakaladı kadını. Yatağının üstüne oturttu. Sarıldı. Öpmeye başladı. Kadın kurtulmak için en küçük bir karşı koymada bulunmadı:

-Az çapkın değilsin, dedi gülerek.

Üç aydır kadın eline değmeyen elleri titriyordu sevişmelerinin başlangıcında. Kahvesi masanın üstünde soğudu kaldı. Gövdeleri yan yana sırtüstü yatağa düştüğü sırada hiç de çirkin olmadığını düşünüyordu kadının.

-Bu aylı geceler deli ediyor beni, dedi.

Kadın içini çekti:

-Kimi etmiyor ki?

-Ay büyürken uyuyamıyorum! Silip alıyor gözümden uykuyu…

Kadın daha uzun bir iç çekti:

-Hep öyle…

Dalgaların hafif hafif kıyıya çarptığı duyuluyordu pencereden. Köpek ulumaları duyuluyordu. Bir köpek uzun uzun uludu.

Kadın:

-Aya uluyor! dedi.

O, biraz şaşkın karşıladı bu sözü:

-Aya mı?

-Aya elbet! Bu ay hangi canda rahat bırakır ki?

Kadını yeniden kucakladı, sonsuzlukla öpmeye başladı.

Kadın:

-Bu ay yalnız kalan kimi olsa ulutur, köpekleri bile! dedi. Gövdesinin bütün sıcaklığıyla kollarına sokuldu.

1. Akçaoğlu, Serap (2003), Necati Cumalı’nın Hikâye ve Romancılığı, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

2. Eyüpoğlu, Bedri Rahmi (2019), Dol Karabakır Dol, İstanbul: İş Kültür Yayını, s.227.

3. Kaplan, Mehmet (2016), Hikâye Tahlilleri, İstanbul: Dergâh Yayını, s.314.

4. Cumalı, Necati (1957), Değişik Gözle, İstanbul: Varlık Yayını, s.51.

5. Cumalı, Necati (2011), Bütün Şiirleri-1 Yeni Bir Aşktan Önce, İstanbul: Cumhuriyet Kitap, s.120.

6. Cumalı, Necati (1986), Söyleşi: Eserlerimin Dekoru Urla’dır, Yeni Asır Gazetesi, 09 Mayıs 1986, s.2. Ünlü, Dilşah (2015), Necati Cumalı’nın Eserlerinde İzmir ve Çevresi, Yüksek Lisans Tezi, Doğu Akdeniz Üniversitesi Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Araştırma Enstitüsü, Gazimağusa.

7. Özgül, M.Kayahan (2018), Seke Seke Ben Geldim C.1, İstanbul: Çolpan Yayını, s.197.


Zekeriya Şimşek

0 yorum

コメント


bottom of page