Şükran Kurdakul Sokağı’ndayım. İzmir/Karşıyaka’da, oturdukları evin bulunduğu sokak bugün adını taşımakta. Kemalpaşa Caddesi ile sokağın kesiştiği köşeyi dükkân bellemiş işportacının yanı başına oturdum, sokak tabelasıyla baş başayım demeye hazırlanırken bakıyorum tabela yok, sırtımı banka şubesinin duvarına yaslayıp oturdum. İçim rahat etmedi, kalktım sokağın diğer girişindeki iki köşeyi kontrol ettim; yok, tabela yok! Sokaktaki, Belediye Kültür Merkezi’nin güvenlik görevlisine sordum; “Sokağın adı mı değişti?” “Yok efendim Şükran Kurdakul Sokağı. Bir şey mi oldu?” Kendi kendime mırıldandım; edebiyata, sanat emekçisine saygı budur! Şeytan diyor ki git bir tabela yazdır, çivile! Uyma şeytana oğlum, bir de kamu davasıyla muhatap olmayasın sonra… Ne de olsa kamu bankası ve adı çıkmış 35,5 bölgesi… Oturdum, popomun üstüne! İşte Şükran Kurdakul’un İzmir’i.
Bir yazarın eserleriyle yaşam öyküsü arasında ilişkiler kurmayı severim: Şükran Kurdakul, yetmiş yedi yıllık ömründe çok çekmiştir. En çok adından çekmiştir; birçok kez “bayan” muamelesi görür. Şiire çok küçük yaşta gönül verir, Yedigün’e (1942, 15 yaşındadır) birkaç şiir gönderir, yayımlanmaya değer bulunmaz ve genç şaire tavsiyede bulunulur: BAYAN Şükran Kurdakul’a: Yazdıklarınız duygulu ve içlidir. Pek yerinde olmayan bazı Arapça ve Farisî kelimeler tabiîliği bozuyor. Az ve itinalı yazınız. Gözlerinden çekmiştir; ilk kez askerlik döneminde gözünden rahatsızlanır. (Tedavi için Adana’ya sevkinde bir kitapçı da Orhan Kemal’le tanışacaktır.) Askerlik yıllarında baş gösteren sarı nokta hastalığı hayatının ileriki dönemlerinde artar ve görme sorunu yaşar. Okumak ve yazmak için hep bir yardımcıya ihtiyacı olur. Keçi inatçılığından çekmiştir; TİP yılları ve Balıkesir macerası, her siyasetçi adayına okutulması gereken bir ders hükmündedir. İflah olmaz dergicilik ve yayıncılık aşkından çekmiştir; Genç Nesil, Yeryüzü, Beraber, Yelken, Ataç (dergi ve kitapevi) ve Eylem. Dilinden çekmiştir; muhtelif yıllarda, hakkında yedi defa tutuklanma talebi çıkar. Bu taleplerden ikisinin sonucunda hapis yatar. Tutuklanmasını isteyen davalardan da hapis yattığı davalardan da aklanır. Prostatından çekmiştir; ölüm nedeni tedavi görmekte olduğu prostat kanseridir. Dostlarının ve arkadaşlarının Şükran Kurdakul portresi; proleter şapkalı, söylediği her sözün arkasında duran, yanlışlıklara karşı susmayan, kızınca Bre köftehor! diye söze giren, tatlıyı seven, sigarasız duramayan, ille de rakı diyen keyif adamı, iyimser kişilik... Çektikleri şiirlerinden çok öykülerinin satır aralarındadır da öykücülüğü pek bilinmez.
1927, 23 Mart’ta Antalya’da doğar. Askerlik Şubesi Başkanı Kıdemli Binbaşı Mehmet Salih ile Arnavut kökenli Mukadder Hanım’ın en küçük çocukları olarak. Üç erkek kardeştir.
1928, doğumundan bir yıl dört ay sonra babası vefat eder ve İstanbul’a taşınırlar ki nüfus cüzdanı burada çıkartıldığından birçok yerde doğum yeri olarak İstanbul belirtilir. Ortaokula kadar İstanbullu’dur. Yoksulluk içinde geçen çocukluk yıllarından aklında kalan tarhana çorbasıdır.
1940-1948, İzmir yılları. İzmir ilklerimin şehridir; ilk aşk, ilk tutuklanma, ilk iki kitabımı yayınladığım yer. Karşıyaka Ortaokulu’nu bitirir. Karşıyaka Lisesi ikinci sınıf öğrencisiyken, okulda Nâzım Hikmet’in şiirlerini okurken yakalanır; TCK 142. maddesi hükmünce ve komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle dört buçuk ay tutuklu kalır, okuldan atılır. 1943’te onaltı yaşında, ilk şiir kitabı Tomurcuk’u yayımlar. İnönü Lisesi’nden mezun olur. 1944’de ikinci şiir kitabı yayımlanır ki şairliğini ispat ettiği şehirdir İzmir. Ona düzenli okuma alışkanlığını kazandıran Karşıyaka’daki Kitapçı İhsan’la ve Attila İlhan’la tanışır. İzmir Belediyesi’nde daktilo memuru olarak çalışır. Sanatçı kimliğinin oluşumunda İzmir’in önemli bir yeri vardır. İlk gençlik yıllarının edebiyat çevresini Dönemeç dergisinde özetle şöyle anlatır: Kemeraltı’nın sonuna doğru bir otelin kahvesinde edebiyat söyleşileri yapılırdı. Bağ ve Kovan isimli edebiyat dergileri yayımlanırdı. Halkevleri de Fikirler’i çıkarıyordu İzmir’de. Kemeraltı’nın Konak girişindeki Ankara Palas’ın bir köşesinde de yeni edebiyat taraftarları buluşmaktadır ki Şükran Kurdakul’da bunlar arasındadır.
1948, askerlik için Kahramanmaraş’a gider; sakıncalı durumunu voleybol bilgisiyle olumlar. Bu arada annesi İstanbul’a taşınır.
1950, askerlik sonrası İstanbul’dadır. Otel kâtipliği, Beşiktaş Noterliği’nde ve Ziraat Bankası Bahçekapı Şubesi’nde memurluk… Arada üniversite okuma çabaları… Matbaalara komisyon karşılığı iş bulmak… Dergicilik maceraları… May/Sosyalist Kültür Ansiklopedisi Türkiye bölümünün (6-7-8 cilt) genel yayın yönetmenliği… Düzeltmenlik… Ataç Kitabevi’ni kurup işletir. İngilizce öğretmenliği yapan eşinin maddi-manevi katkısı büyüktür. Aradaki yıllar ve sonrası; Türkiye İşçi Partisi (TİP)’nde aktif siyaset, Türk Edebiyatçılar Birliği, Türkiye Yazarlar Sendikası, PEN Yazarlar Derneği, Nâzım Hikmet Vakfı, Bigadiç Kültür ve Eğitim Vakfı vb. STK’larda yöneticilik… 1984’e kadar yaşam öyküsü bu çerçevede ilerler. İzmir’i unutmaz Şükran Kurdakul fırsat buldukça gelir eski arkadaşlıklarını tazeler, İzmir Enternasyonal Fuarı’nın müdavimidir; Türkiye Yazarlar Sendikası stantındaki imza günlerine aksatmazdan katılır ömrü elverdiğince…
1960, Yargıtay kapısında tanıştığı Hacer Selma Koray ile evlenirler. AÜ DTCF Felsefe bölümü mezunu Selma Hanım’ın ikinci evliliğidir ve ilk eşinden bir oğlu vardır. Şükran Kurdakul’dan hamile kalır, fakat düşük yapar; bir daha hamile kalması tıbben mümkün olmaz. Şükran Kurdakul, eşine hep âşıktır.
1984-2004, yazlarını Balıkesir/Ayvalık’taki evinde geçirir; dinlenir ve yazar.
2004, 15 Aralık. Emeklilik nasip olmaz. (Sosyal güvenlik kurumlarındaki pirimlerinin toplamı yetmez.) Mezarı, İstanbul/Sahrayıcedit Mezarlığı’ndadır.
Öykümüzün mütevazı ustalarındandır Şükran Kurdakul. Öykücülüğü üzerinde durulmamasının bir sebebi de şairliğinin baskın olması (on iki şiir kitabı) kadar öykücü olarak öne çıkmak istemeyişidir. Edebiyat tarihinde öykü, hep romanla kıyaslanır/kıyaslanmışsa da öyküye “tav olmayan” şair pek azdır. Yayımlanmış toplam yirmi altı (derlemeler dâhil) kitabının dördü öyküdür. Dört öykü kitabıyla elli öykü. Öykü kitapları:
1. Tanığın Biri (1.Basım: 1970, İstanbul: Habora Yayını). Kitap on öyküden oluşmaktadır: Giderken, Gözlerin Önünde, Yargı Payı, Rapor, Göl Kıyısındaki Toprak, Olaydan Önce, İlk Gecesi, Dışa Vuran, Yangın, Öteki Üye. Özgürlükleri kısıtlama görevi yüklenmiş kişilerle, özgürlükleri kısıtlanmış kişilerin öyküleridir bunlar.
2. Beyaz Yakalılar (1. Basım: 1972, İstanbul: Ataç Kitabevi). Kitapta on beş öykü yer almaktadır: Kiralık Kasalar, Utanç Karanlıkları, Bir Köroğlu Bir Ayvaz, Vapurda, Grevden Önce, Eski Memur, Encümen Kaleminde, Evde, Emekli, Babam, Soruşturmadan Önce, Makine İle, Esat Beyin Oğlu, Dayı-Kız, Beyaz Yakalılar. Kitap, memurları ve bürokrasiyi anlatır. Beyaz Yakalılar, bir bütünlüğün derinlemesine öyküleridir.
3. Kurtuluştan Sonra (1. Basım: 1973, İstanbul: Ataç Kitabevi). Kitapta on dört öykü vardır: Artin Kemal, Cicibaba, Anası, Hapisteki Yargıç, Baskın, İzmir Yollarında, Meyhanede, İntihar, Demokrat Mustafa, Üçüncü Oturum, İki Kişi, Merdiven, İstiklâl Madalyası, Bir Bayram Sabahı. Şükran Kurdakul, kitaptaki kişilerin genelde yaşamış kişiler olduğunu; Artin Kemal, Hapisteki Yargıç ve Merdiven öykülerini belgelere dayanak yazdığını ifade eder insanı gerçek yaşamından soyutlamadan ruhsal çözümlemeler üzerinden anlatır.
4. Onların Çocukları (1. Basım: 1975, İstanbul: Ataç Kitabevi). Kitap, on bir öyküden ibarettir: Baskından Sonra, Evdekiler, Unutulmaz Baba Resimleri, Babasının Oğlu, Seçimden Önce, Tartı, Bilek Gücü, Sayılardan Kalan, Sakallar, Ana-Kız, Açlık Grevi. Türkiye’nin bir döneminin, onun kavga yıllarının izini süren öykülerdir.
En kısa öyküsü, dördüncü kitabındaki Bilek Gücü (dört yüz altmış yedi sözcük), en uzun öyküsü üçüncü kitabındaki Artin Kemal’dir (üç bin sekiz yüz beş sözcük). İlginçtir; Şükran Kurdakul altıncı şiir kitabı Halk Orduları’ndan (1969) sekiz yıl sonra yedinci şiir kitabı Acılar Dönemi’ni (1977) yayınlar. Dört öykü kitabı da bu ara dönemin (şiiriyle hesaplaşma ve nadas dönemi) ürünleridir. 1970’li yıllarda toplumcu gerçekçiliğin ideolojik şekle büründüğü görülür. Yazarlar estetik kaygılardan uzaklaşarak ideolojilerini ön plana çıkaran eserler verirler. Toplumsal değişim projelerinin taşra insanında neden olduğu ruhsal yıkımlar, insan-devlet-çevre ilişkilerindeki bozulmalar, henüz hazmedilemeyen modern kültürün neden olduğu iç ve dış çatışmalar, sosyo-ekonomik statüdeki belirsizliklerden kaynaklanan kişilik ve kimlik erozyonlarıyla köyden şehre göçün beslediği emek sömürüsü, 70’li yıllar öykücülüğünde öne çıkan konulardır. Şükran Kurdakul’un öykülerinde emek-sömürü mücadelesiyle direncin coşkusu bir aradadır. Düzeni değiştirecek toplumsal başkaldırıya yaşanan somut gerçeklik üzerinden vurgu yapılırken toplumsal değişim farklı bakış açılarıyla bireyin penceresinden irdelenir. Kurtuluş Savaşı ruhu ve İkinci Dünya Savaşı travması Şükran Kurdakul’un şiiri kadar öykü dünyasını da derin etkilemiş; şiirindeki itiraz/direnç, öykülerinde ironik tanıklığa/utanca evrilmiştir. Öykücülüğüne dair şunları söyler: Benim öykülerim, çağdaşlaşma aşamasının kapılarına ulaşmış bir ülkede gelişen emekçi sınıflarla birlikte kavga vermiş, bu uğurda özgürlüğünden olmuş bir insanın ürünleridir. Ergin yaşlarımdan sonra yaşadığım otuz yılın duyarlığımda yarattıkları nelerse onların insanıyım ben. Nice etki var ki bu otuz yıldan kurtulamıyorum. Bunlar kişilere, olaylara, bireyin ve toplumun sorunlarına bağlı etkilerdir. Öykülerimin özü bunlarla koşullanıyor. Ne ki insan ve olay ikilemi içinde karşıma yeni sorunlar çıkıyor. Sevmiyorum öyküde olaya bağlı gerilimler yaratmayı “Profesyonel” duyarlık uzmanlığı gibi geliyor bana bu. Sonra, daha önemlisi öykücüyü insanın bulunmadığı yerde varmış gibi göstermek yanlışlığa düşüren bir tehlike olarak görünüyor. Bu nedenle konularımı bir kitabın sınırları içinde düşünüyorum.
Çok katmanlı ve deneysel öykülerin yazarı değildir Şükran Kurdakul. Karmaşık olay örgüleriyle işi olmamıştır. Okuru sıkmaz, kısa yazar. Öykülerini konuşma diliyle yazar, mizahi ve ironik bakış açısı her daim emrindedir. Genelde yazar/kahraman anlatıcının perspektifinden yazar, kahraman/başkişi ve anlatıcı erkektir (Baskın hariç). Kurtuluş Savaşı ruhuyla ilişki kurmak ve sahiplenmek önemlidir onun için. Hiçbir öyküsüne epigrafla başlamaz ve öykülerinde yazar/şair adına/alıntısına/göndermeye pek az yer verir: Tevfik Fikret’in Birlikte şiirinden bir dörtlükle (3.kitap, Baskın) Sen Olmasan şiirinden üç dize (4.kitap, Baskından Sonra), Samih Rıfat’ın Gelibolu Marşı’nın iki dörtlüğü (3.kitap, İstiklâl Madalyası) dışında alıntıya yer vermez; buna karşılık Rıza Nur, Cenap Şehabettin, Ali Suavi vb. ünlü şahsiyetlerle öykülerini zenginleştirmeyi sever. Aforizma niteliğinde cümlelere de pek rastlamayız Şükran Kurdakul’un öykülerinde. Konuşma dilinin tabiiliğini ve canlılığını yansıtabilmek için diyalog tekniğine sıkça başvurur. Sık sık bireyi kaçtığı gerçeklerle yüzleştirir; bunu çok severek yapar. Gerilim unsurlarına yer vermez, yürürlükteki sondur onun kurgu ve bitiş tercihi. Hayatta aradıklarını bulamayan emekçi insanların gittikçe vahşileşen dünyayla ilişkilerini birer dekoratif unsur konumundan öteye taşımak ister. Olay örgüsünün içine yerleştirilen hayatın içine gizlenmiş küçük ayrıntılar, insanın hayatını bir anda değiştiriveren anlık tesadüfler, öykü kişisinin hayatını etkileyen önemli yönlendirme işaretleridir. Kurtuluş Savaşı ruhunun yitip gitmesi sonrası modern yaşamın getirdiği sorunlar ve bunların bireyin iç dünyasındaki çıkmazları, yıkımları ve ne yapacağını bilememe halleri… Şehirde yaşayan bireyin dünyası, modern yaşama yönelik eleştiriler -tüketim çılgınlığı, dilin yozlaşması, ailenin önemini yitirmesi, maddiyatçılık vb.- İstanbul ve çevresiyle İzmir ve çevresinde kurgulanır ki kendine dair ipuçlarını bir şiirinde eleverir: Bir öyküydüm, sadece… Şükran Kurdakul; Yazmaktan değil, yazmayı tasarladığı konuların geçtiği zamanları yaşamaktan yoruluyordu. Bu yüzden bazen Kapıdaki Afrika’da (1.kitap, Yangın) takılıp kalır. Şair titizliğini hissettirir öykülerinde. Söylenilenin değerinin söyleyişte saklı olduğunu iyi bilir. Yani arz-ı hâl değil traz-ı hâl. Kurmaca, bir gayeyle bu gayenin peşinde olan öznenin ilişkileri toplamı olsa da.
Şükran Kurdakul, şairliğinden öte “saklı bir öykü bahçesi”dir benim için.
Bir kesmece yaptım ki Tanığın Biri’nden; şansıma Kiralık Kasalar çıktı. İkinci öykü kitabının ilk öyküsü. Konusu, bakış açısı, dil ve üslûp özellikleriyle Şükran Kurdakul’un öykü dünyasını yansıtan iyi bir örnek. Kiralık Kasalar öncelikle ismiyle dikkat çeken ve bugün de tazeliğini koruyan bir öykü. Kısa bankacılık yıllarının armağanı. Şükran Kurdakul, yaşamından izler taşıyan bu öyküyü kendinden uzaklaştırmak, nesnelleştirmek isterken olayı başkasının başından geçmiş gibi anlatmayı/göstermeyi seçer. Öykü özünde “eşyalaşma korkusu”na vurguyla insan açısından hayati önem taşıyan rutin bir eylemi sınıfsal tasnif aracı olarak imlemektedir. Hem de Güney Amerika’daki Yanomami kabilesi mensuplarının yellenerek selâmlaşmaları kıvamında. Şükran Kurdakul Sokağı’ndayım… Okuyorum:
Kiralık Kasalar
Kaç eski bakan, ünlü iş adamı, milletvekili demir parmaklıkları ile hapishane çağrışımları yaratan şu kapıdan geçtiler. Kaç adam, telâşları adımlarına dolanarak kasasının başına yürüdü gitti şurdan. Dünyayı kendileri yaratmış gibi gururları burunlarında büyüyenler mi gelmedi buraya… Gürültücüler, sessizler, uysallar, bir sözcüğünüzle parlamaya hazır sinirliler mi? Kendi kasalarında sakladıkları Reşat, Hamid, Cumhuriyet altınlarından birini ikisini yürüteceklermiş gibi, kendi ellerine bile kuşkuyla bakanlar mı?
- Eee, diye elini masaya vurdu Hüsamettin Bey, Burası da böyle bir yer işte Hilmi Bey oğlum. Burası da böyle bir devran.
Genç yardımcı ikide bir bıyıklarını sıvazlıyor, çekingen çekingen çevreyi incelemeye çalışıyordu. Bankanın açtığı sınavlarda kırk yedi kişi arasında ilk beş dereceye girmişti ama, şimdi işe başladığı ilk gün, böyle bir yerde ne yapacağını kestirememenin şaşkınlığı içindeydi.
Gerçekten modern bir cezaevinin görüşme yerini andıran az ötelerindeki kiralık kasalar dairesine kaçamak bir bakış atarak sordu:
- Şey, çok eski mi burası?
Hüsamettin Bey şaşmış kalmıştı bu soruya. Dudaklarında İstanbul’lu bir küçümseme.
-Eski de söz mü Hilmi Bey oğlum, dedi. Eski de söz mü? Ben ki bankanın ikinci kuşağından sayılırım. Ben bile Meşrutiyetin sağ kalan kaç nazırına anahtar çıkardım burada.
Yalnız anımsama durumlarında rastlanan birtakım çizgiler, yaşlanmış yüzünün kırışıklıklarına yerleşti. Çok canlı görüntüler karşısındaymış gibi bir değişim içinde kasalara baktı, baktı…
-Geldiler geldiler götürdüler, dedi sonra. Geldiler geldiler götürdüler bitiremediler. Şimdi de çocukları, torunları geliyor… Ama söylüyorum, burası öyle bir devran ki Hilmi Bey oğlum… Ne yukarıya benzer, ne başka bir yere… Yukarı da kâğıt parçası biraz para demektir. Başını kaldıramazsın. Dikkatin uyarıcı iğnelerini yiyerek çarkın içine girmişsindir. Burası havası ile uzaklara, hayal âlemlerine götürür insanı. Burada sanki paradan da güçlü şeyler vardır.
İçini çekti. Kısa sürede aradığı sözcükleri bulduğuna inanınca gözleri ışıldamıştı. Sevinçle.
-Burada bir İstanbul yatar… deyiverdi.
Genç adamın kafasında yeni yeni alışmaya başladığı İstanbul’un büyük geniş caddeleri, yüksek binaları bir araya gelmişti ama bir türlü benzetmeyi yerine oturtamıyordu. Sıkıntıyla ellerini aşağıya sarkıtarak çoraplarını çekiştirmeye başladı.
Hüsamettin Bey, yaşadığından fazla yaşamış gördüğünden fazla görmüş bir kimliği eski bir ceket gibi sırtına geçirmiş, yeni memurun gözlerini arayarak:
-Evet evet, İstanbul’un anahtarları bu kasalarda saklıdır, diye ışık tuttu biraz. Osmanbey’deki, Maçka’daki eskilerden Ataköy’deki yenilere kadar kaç apartmanın senedi sepeti yılların uykusunu çeker burada. Kaç büyük şirketin, bankanın hisse senedi takılmayı bekleyen elmasların, incilerin yanında yatar durur.
Hilmi acemiliği gözlerinden atamayıp “Biz n’aparız?” diye sorunca ince ince gülümsedi.
-Bekleriz Hilmi Bey oğlum. Sahipleri geldiği zaman anahtarlarımızı emirlerine veririz. Gün olur ki allahkulu inmezşu merdivenlerden. Uyuklarız, düşünürüz.
“Fena mı?” gibilerden yeni görevlinin yüzüne bakıyordu.
-Rahatımız yerindedir yani…
Sözünü bitirmeden merdivenlerde ayak sesi duyulunca oturduğu yerde biraz toparlandı. Bir gölge Hüsamettin Beyin masasına kadar uzanmış, sonra merdivenlerden inen adam belirsiz bir selâm verip geçmişti.
Hüsamettin Bey adamın arkasından Hilmi’nin kulağına söylüyor gibi,
-136, dedi. Nedense bu zat, en sık uğrayanlardan biridir. Kasasını posta kutusu gibi çalıştırır.
Alışık adımlarla daireye geçti. Gelenin yüzüne bakmadan, anahtarını kilide soktu. Gidişindeki kayıtsız adımlarla döndü. Yerine otururken:
-Yaa işte böyle böyle başladınız sayılır, diyerek eski bir düşünür gibi parmağını havada salladı.
O da böyle başlamamış mıydı yıllar önce… O da şimdikiler gibi tüm bankanın küçük hanımlarını kendine jhayran sanarak çoşku içinde… Onun da omuzları yukarı elleri diri. Saçları, bıraksa çenesini aşacak. Rayları sökülüp Söğütlüçeşmelerde müzeye kaldırılan eski tramvaylar gibi, neredeyse kendi varlığını bile tanımayacak olan şu adamın elinde ne kaldı o Hüsamettin’den şimdi?
Rakı masalarında dünyaya boşvermişlerin umursamazlığı içinde.
-Ee, biz işte geldik gidiyoruz, dedi. Otuz altı yıl bu dile kolay. Atikali’den bin, Bahçekapı’da in… Bahçekapı’dan bin, Atikali’de in…
“Otuz altı yıl” diye mırıldanırken, sabah gelirkenki Hilmi olmaktan uzaklaşma korkusu da içinde “cız” etti Hilmi’nin. Burada şu parmaklıkların ardında geçecek yılların sayıları ile bile belli belirsiz bir eşyalaşma korkusuna kapıldı.
-Ara sıra şu köşede elimi şakağıma atar, daldırırım da Hilmi Bey oğlum. Bu muydu yani diye sorarım kendi kendime.
Hüsamettin Bey hem konuşuyor, hem oturdukları yerden anahtar delikleri iri noktalar gibi görünen dizi dizi kasanın bulunduğu daireyi gösteriyordu.
-Şunlara baka baka… İçindekileri düşüne düşüne… 136’ları bekleye bekleye…
Dalmış gitmiş, kendini yitirmişti. Yüzünü buruşturdu.
-100’den yukarısına bakma, dedi. 100’den sonra gelenlerin hepsi sonradan görmeler alayıdır. İstanbul’u versen doymazlar. Teneşire bile kasaları ile çıkacak gibidirler:
Birden toparlandı; “ben de neler söylüyorum” havasında Hilmi’nin yüzüne kuşkuyla baktı. Ama bir korkuya kapılmadan “öyle değil mi?” diye düşündü. Bu hırsıpîri alayı 1952’den sonra sökün etmeye başlamadı mı bankanın kapısına. Neydi o Taksim alanında kendisini dinleyen kalabalığa 2,5 lira göstererek halkı duygulandırmaya çalışan politikacının adı? O bile gelmedi mi?
Oysa, ünlerine lâyık olan ne saygım kişiler vardı eskilerin arasında. İnce, çelebi… adım atışlarıyla Avrupalı selâm verişleriyle Osmanlı… Ürkek ürkek önünden çgeçerlerdi. İsmi lâzım değil CHP dönemi dokunulmazlarından biri “Merhaba Hüsamettin Bey…” derken kimbilir ka. Erenköy hanımefendisini bambaşka duygulara sürükleyen gözleriyle gülümser, özellikle saçlarının kırlaşmasındaki uyumla –daha otuz beşine varmadan başında ilâç için bir tutam kalmayan- Hüsamettin Beyi bile hayran bırakırdı.
Kasayı açmasıyla, cebinden çıkardığı küçük zarif makasla, tahtvillerin, hisse senetlerinin kuponlarını becerikli hareketlerle kesmesi bir olurdu eski dokunulmazın. İşini bitirip çıkarken, defteri imzalarken, önüne bakar, sanki içinin bir yanıyla, yaptığı işten hoşnut değilmiş gibi haller alırdı.
Bu arada 136 işini bitirmiş, defteri imzaladıktan sonra yukarıya çıkmıştı.
-Yaa işte böyle, diye yeni görevliye cigara paketini uzattı Hüsamettin Bey. En meraklısının işi on dakika ya sürer ya sürmez. Kalan sensin. Çok zaman görmem bile ben. Yaptığımı makinr gibi yaparım. Demin, düşünürüm dedim ya, ona da bakma Hilmi Bey oğlum. Ne olacak benim düşünmem. Düşünce dediğin bi işe yaramalı… Adamın kafasında kalan düşünce de düşünce mi olurmuş… Bizimkisi düşünmek değil, vakit geçirmek, uyuklamak…
Burunlarının yardımı ile ayakkabılarını çıkardı. Tabanlarını olanca sıcaklığı ile masasının iç yanına dayadı. Oldu-bitti bayılırdı bu serinliğe. Tabanlarını ilk değdiği yerde bir süre tutar, önceki yeri değiştirerek çorabın yarattığı sıcaklıktan kurtulmaya çalışırdı.
Hüsamettin Bey, ayakkabılarını çıkarıp aşağıdan yukarıya yayılan sıkıntıdan kurtulmaya başladığı sırada merdivenlerden acemi bir telâşla paldır küldür 240 inmişti. Şaştı… Sabahın bu saatinde hiç böyle görmemişti 240’ı. Dudaklarının ucunda “Hay aksi…” sözcükleri ayakkabılarını giyerek göbeğini kasa dairesinin dar kapısından geçirmeye uğraşan adamın arkasından seyirtti. Gelenin yüzüne bakmadan -240 numaralı kasa en altta olduğu için- çömelerek anahtarını kilide soktu. Her zamanki kayıtsız adımlarla yerine döndü.
-240 pek gelmez de şaştım, dedi Hilmi’ye. Borsada bir oynama mı var nedir?
Sandalyesine oturdu. Yeniden ayakkabılarımı çıkarayım mı, çıkarmayayım mı diye düşündüğü sırada, içerden doğru, bomba patlamış gibi, bir ses gümbürdeyince yüreği oynadı, durduğu yerde donakaldı. Sonra o önde, Hilmi arkada 240’ın bulunduğu yere koştular.
Adam kasasına eğilmiş, kalın dosya zarflarını çıkarmaya uğraşırken poposu 60-70 derecelik kaba saba bir açı çizerek yukarı kalkmıştı. Hüsamettin Bey, “Beyefendi bir şey mi var?” demeye kalmadan, daracık yeri saran sarımsak ve bozulmuş yoğurt karışımı kokunun etkisiyle geri çekildiler.
Kiralık kasalar dairesinin bunca yıllık görevlisi sandalyesine çöktü. Kendisi yapmış gibi utanarak.
-Yaa işte böyle Hilmi Bey oğlum, diyebildi.
Kaynakça:
1. Yücel, Hatice (2019) Şükran Kurdakul’un Hayatı ve Şiirleri Üzerine Bir Araştırma, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
2. Özgül, M. Kayahan (2018), Seke Seke Ben Geldim-4, İstanbul: Çolpan Kitap.
3. Aksoy, Yaşar (1982), Şükran Kurdakul ile Söyleşi, İzmir: Dönemeç Dergisi, S.56.
4. Kurdakul, Şükran (1969), Halk Orduları, İstanbul: Ataç Kitabevi.
5. Kurdakul, Şükran (2011), Tanığın Biri (Toplu Öyküler), İstanbul: Evrensel Basım. (Ne yazık ki kitapçılarda yoktur, belki yazımız yeni baskıya vesile olur?)
Comments