top of page

Zekeriya Şimşek Yazdı- Bir Feylesofun Öykü Bahçesi: Afşar Timuçin

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 2 gün önce
  • 7 dakikada okunur

“Felsefe Bir Sevinçtir” (1995) diyen adamdır. Kendisini adeta bir kaybolan olarak konumlandırmış; edebiyatımızın gizli kalmak istemiş bir ustası. Felsefeciliği ve şairliği bilinir de öykücülüğü pek bilinmez. Verimli/derinlikli akademisyen, iyi şair, sessiz öykücü; Afşar Timuçin budur!

Cümle hayatımız kaç cümleden ibarettir ki!

1939, 31 Ağustos’unda Manisa/Akhisar’da doğar. Kökenleri Bakü ve Batum’a dayanır; baba tarafından Azerbaycan Türkü, anne tarafından Gürcü. TCDD’de memur babasının görevi nedeniyle birkaç yılda bir il değiştirerek öğrenimini sürdürür; Gaziantep, İslâhiye, Adana ve İstanbul.

1956, ilk öyküsü “Heykel” Vatan gazetesinde yayımlanır. 

1960, İstanbul Erkek Lisesi’nden mezun olur. Muhasebeci kâtipliği, çığırtkanlık, tezgâhtarlık, çevirmenlik ve düzeltmenlik gibi işlerde çalışır.

1965, 5 Ocak Montreal’de psikiyatr Dr. Yüksel Pozantı ile evlenirler.

1967, İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünde yarım bıraktığı yüksek öğrenimini Kanada/Montreal Üniversitesi Felsefe Bölümünde tamamlar. İlk oğulları Ahmet doğar. 

1968, yurda dönüşünde Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Fransızca okutmanıdır.

1969, Tahir ile Zühre, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Arzu ile Kamber, Güllü ile Hamza halk hikâyelerini yeniden yazarak “Destanlar” adıyla kitaplaştırır.

1970, İstanbul Üniversitesi’nden felsefe doktoru derecesi alır.

1971, ikinci oğlu Ali dünyaya gelir. Meydan Larousse’da redaktörlük yapar.  

1972, Tuncer Tuğcu ile birlikte çıkardıkları “Felsefe” dergisinin yayın yönetmenidir.

1992, profesör olur. Eray Canberk ile birlikte “Kavram Yayınevi”ni kurarlar.

2000, 26 Kasım’da eşini kaybeder.

2006, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde başladığı akademisyenlik Kocaeli Üniversitesi Üniversitesi’nden emeklilikle son bulur.  

2024, 26 Temmuz’unda vefat eder. 

Beş öykü kitabı vardır; Denizli Pencere” (1981, Yazko Yayını) on sekiz öykü, “Neden Bazı Akşamlar” (1985, Turna Yayını) on yedi öykü, ve “Aşkolsun Kırlangıçlar” (1996, İnsancıl Yayını), on sekiz öykü, “Geç Zaman Tutkunları” (2011, Bulut Yayını) on beş öykü ve “Keşke Bu Yaz” (2017, Bulut Yayını) on beş öykü.

Afşar Timuçin hem bilgeydi hem kadife kaplı demir bir yürek. Öykülerinde de yıllarını verdiği estetik ve felsefe bağlamlı bir sentezle toplumcu dünya görüşüne bağlı, öz ve biçim bakımından bütünleşmiş bir öykü anlayışıyla dikkat çekmiştir.   “İroni ustası” Afşar, “İçimdeki Çingene” öyküsünde hızını alamaz kendine de giydirir: “… hazret benim pek sevdiğim bir yazar değildir. Yazdığı öyküler Burhan Felek’in vaktiyle gazetelerde yazdığı Pazar şakaları kadar soğuk ve anlamsızdır. Şiirlerinden de hoşlanmam. Kendisini bir iki kere gördüm, gözüm tutmadı, pek kafa dengi bulamadım. Alçakgönüllü görünmeye çalışan kendini beğenmişin biri.” (1)

Felsefenin sınırlarında değil, içinde bir “hoca/akademisyen” olarak Timuçin, materyalist felsefî düşüncenin Türkiye’deki önemli temsilcilerinden -katı ekolcülerinden- biriydi. Tarihsel ve diyalektik materyalizm üzerine kendi doğrusunun dışına bakmak dahi istemeyen düşünce adamının katılığı, onun edebî kişiliği üzerine de çok şeydir, öykücülüğü dâhil. “Oysa Afşar Timuçin’in öyküleri öykücülüğümüzün çok önemli ama pek sürdürülmemiş bir kanalının çok iyi örnekleridir. Memduh Şevket Esendal ve Fahri Celal’le başlayan, bir yönüyle Haldun Taner’in devam ettirdiği, gücünü yalınlığından ve bağırıp çağırmayan, satır aralarında kendisini duyuran ironisinden alan öykülerdir bunlar. İnsanın düştüğü garip haller, şapşallıklar, poz keserken rezil olmalar… İnsan olmanın türlü halleri yani, gülünç ya da kederli. Keder bahsinde öykülerinin Behçet Necatigil’in şiirleriyle akraba olduğu da söylenebilir. Neden Bazı Akşamlar da bana sorarsanız en güzel öykü kitap adlarından biridir.” (2) Ölümü sonrası yazdığı anma yazısında böyle der Behçet Çelik.

Timuçin’in öykücülüğü dilindeki çok seslilik, anlatımındaki duruluk, öykü evrenindeki sıcaklık ve sahicilik ile okuru kuşatır; “Nazım Hikmet, Sabahattin Ali ve Sait Faik… Bu üç büyük adam bana edebiyatın tadını duyurmakla kalmadılar, yaşam sanatının inceliklerini de sezdirdiler. Onlardan eğilip bükülmemeyi, kendimi gizlememeyi, umutsuzluğa düşmemeyi, yaşamaktan korkmamayı, küçük çıkarların peşinde koşan yırtık insanlara benzememeyi öğrendim. Onlar için bir şeyler yapmam gerekiyordu. Yıllar önce Nazım Hikmet’in şiirini inceleyen bir kitap yapmıştım. Yakın zamanlarda Sabahattin Ali’nin öykü ve romanlarını ele alan bir çalışma yayımladım. Sıra Sait Faik’e gelmişti. Şimdi de onun için dilimin döndüğünce bir şeyler yazmaya çalıştım. Böylece bu üç büyük edebiyat adamına borçlarımı ödemiş oluyor muyum? Ne gezer! Bana verdikleri o kadar çok şey var ki…” (3) Afşar Timuçin’in anlatım tarzı, yapıtlarının üslup özelliği ve gözlem gücü ince bir eleştiriyi de barındırır. Bu eleştiri mümkün olduğunca üstü örtük yapılır. Bilinçli bir gözlemci olarak Timuçin, tespitlerini kurmacayla birleştirirken ince eleyip sık dokur, soyuttan somuta varan bir sonuca ulaşır. Bilincindeki bilgiyi hem öğrencilerine hem okuyucusuna aktarmada bilim adamlığı yetisini kullanır. Son derece üretken biri olan yazar, gerçek yaşamında önemsemediği para, pul, mevki, makam ve çıkar ilişkilerini eserlerinde de önemsenmemesi gereken kavramlar olarak yansıtır.

Bir tadımlık (4): “Kutat Gubilik”

Başaranlar’ın Süleyman Efendi karikatürden fırlamış gibi duran bu uzun kulaklı uzun burunlu oğlancığı Mustafa Usta’nın tamirhanesine bıraktığında bir temmuz öğlesiydi. Mustafa Usta ortalarda yoktu, işten çok domuzluk düşünen kalfası da avludaki cılız söğüdün altında boylu boyunca uzanmış gazete okuyordu. Hava sıcak, işler şöyle böyle… Mustafa Usta ikide bir bir bahaneyle çekip gidiyor, kalfa Sadi’ye de aylaklık etmek kalıyordu. Sadi bir uzun bir kısa gölgenin kendisine doğru sokulmakta olduğunu görünce doğruldu. Gözlerini oğuşturdu. “Hayrola Süleyman emmi, o yanındaki bücür de kim?” dedi. Süleyman efendi kalfanın densizliğine aldırmadı, “Bu senin yeni çırağın” dedi. Sadi kaygılandı: “Mustafa Usta biliyor mu?” Süleyman efendi güven vermek için gülümsedi: “Bilmez mi canım, kendi istedi.”

Süleyman efendi gittikten sonra Sadi oğlancığa sordu da sordu. Besbelli kendine eğlence arıyordu. Bir ara önemli bir şey bulmuş gibi silkelendi: “Yahu, her şey sorduk, adını sormadık?” Oğlan gülümsedi, sıkıla sıkıla “Nihat Gülibik” dedi. Sadi “Gülibik” sözünü duyar duymaz gülmeye başladı. “Horoz musun oğlum sen?” dedi. Güldü de güldü. “Sen adını yanlış biliyorsun, senin adın Nihat Gülibik değil Kutat Gubilik” dedi. Oğlan bir şey demedi. Ortaokul yıllarından mı yoksa başka bir yerden mi anımsadığı “Kutat Gubilik” sözü Sadi’yi hem güldürüyor hem de belli belirsiz düşündürüyordu. Sadi soru sormaktan yorulunca, “Sen git şu kapının önündeki sandalyede otur bekle!” dedi oğlana. Kendisi de gazetenin sayfaları arasında yeni bir serüvene daldı. Bir yazıda geçen şu sözü çok beğendi: “Özgür değilsen özgürmüş gibi davranamazsın.” O sırada içi geçer gibi oldu, hemen ayağa kalktı. Kalkar kalmaz Mustafa Usta’nın çarşıdan doğru gelmekte olduğunu gördü.

-Ustacığım bu çocuğu Süleyman efendi getirdi. Senin haberin varmış, öyle dedi. Adı Kutat Gubilik. Ben de otur bekle dedim, kendisi de şimdi burada seni bekliyor. Mehmet abi arabasını getirmedi. Telefon ettim, yerinde yoktu…

Mustafa Usta hiçbir şey söylemedi. Küçük oğlana eliyle gel işareti yaparak tamirhanenin arkasındaki camlı kafesin içine girdi. Burası Mustafa Usta’nın çalışma odasıydı. Oğlan korka korka bu koca kafese girdi, ellerini iki yana sarkıtarak ayakta durdu. Mustafa Usta “Adın ne?” diye sordu ona. “Nihat Gülibik” dedi oğlan. “Başka bir şey söyledi ya o herif?” dedi Mustafa Usta. Çırağa işin gereklerini anlattı, kaç para alacağını bildirdi. “Okula gidiyor musun?” dedi. Oğlan okulu bıraktığını söyledi yalandan. “Olmaz öyle şey!” dedi. Mustafa Usta. “Olmaz öyle şey. Okuyacaksın. Neyse, ben Süleyman efendiyle konuşurum.”

Çırak işe çabuk alıştı, her sabah yedi buçukta geliyor, kalfanın gelip tamirhaneyi açmasını bekliyor, kapıda öylece dikiliyordu. Onun zoruna giden tek şey “Kutat Gubilik” diye çağrılmaktı. İşin garibi, yorgun, bıkkın, kırgın, dalgın bir kişi olan Mustafa Usta’nın da onu “Kutat Gubilik” diye çağırıyor olmasıydı. Mustafa Usta bunu isteyerek yapmıyordu. Sadi domuzunun etkisinde kalmış, dalgın kafası “Kutat Gubilik”e hemen alışıvermişti.

“Kutat Gubilik” olmak oğlana çok koyuyordu. Bu sözün ne anlama geldiğini bilse o kadar tedirgin olmayacaktı. Yoksul ama onurlu bir ailenin çocuğuydu. Her kişinin iyi kötü kendi adıyla çağrılması gerektiğine inanıyordu. Ne demekti acaba “Kutat Gubilik”? Birkaç kere Sadi’ye “Benim adım Kutat Gubilik değil” dedi ama dinletemedi. Zaman zaman ağlamaklı oluyor, bir şey diyemiyordu. Kaçıp gitmeye kalksa? Yapamazdı, işinden memnundu, kimse de ona kötü davranmıyordu. Sadi tüm sululuğuna karşın onu incitmiyor, üstelik koruyordu. Bu küçük oğlanı dişine göre bulup ezmeye kalkan bir iki yeni yetmeye gözdağı vermiş, “Hele bir pisliğinizi göreyim, bakın nasıl canınıza sıçıyorum!” diye onları korkutmuştu.

Mustafa Usta’nın eve erkence kaçtığı çok sıcak bir günün akşamında Sadi dükkânı kaparken gene oğlancığa takılmadan edememiş, onun anlayamayacağı bir dilden onunla dalga geçmeye başlamıştı:

-Bak oğlum Kutat Gubilik, asla hıyarlık etmeyeceksin, sonra seni cacık yapmaya kalkarlar, bin pişman olursun. Ne demiş adam? Özgür değilsen özgürmüş gibi davranamazsın. Anladın mı? Sen kendini başkalarıyla karıştırma. Öyle arabesk durma karşımda. Gülü seven dikenine katlanır. Karbüratörü söküp takmayı becerdin ya, daha korkma. Her gün biraz daha Kutat Gubilik oluyorsun, dikkat et. Kendine gel, topla kendini…

Oğlancık anlamadığı bu sözlerle burulup ağlamaklı olunca da Sadi onun ensesine şakadan bir şaplak indirmişti. Nihat o akşam eve ağlayarak gitti. “Ne oldu?” diye soranlara hiçbir şey demedi. Üstüne düştüler, anlattı. Hayır, bir sıkıntısı yoktu. Usta da kalfa da çok iyi insanlardılar. Ama kalfa biraz dalgacıydı ve ona “Nihat” diyeceğine “Kutat Gubilik” diyordu. Anne, teyze, hala, abla ve enişte bunun ne anlama geldiğini bilemediler. En iyisi konuyu eve geldiğinde babaya açmaktı.

Akşam durumu en yumuşak biçimde babaya aktardılar. Baba da olan bitenden bir şey anlamadı. “Bir bilene sormak gerekir aha o söylediğinizin ne olduğunu” dedi. Yemekten sonra baba ayaklandı. O sözü aklında tutamazdı. Eline “Kutat Gubilik” yazılı bir kâğıt verdiler. Baba evden çıktı ama kime gideceğini, kime ne soracağını, üstelik nasıl soracağını bilmiyordu. Bizim oğlana haşa huzurdan “Kutat Gubilik” diyorlarmış diyemezdi ya.

Önce Kardeşler Kıraathanesi’ne uğradı, baktı, içeridekiler esnaftan adamlardı. Bir ikisini tanıyordu ama, bunlar kendi adlarını bile doğru dürüst bilen insanlar değillerdi. Şafak Lokantası’nın önünden geçti. Hah, işte orada oturan demiryolu müdürüne sorabilirdi bunu. Ama bu da olmazdı, bir kere sorunu meyhaneye düşürmek doğru değildi.

Derken, bir de ne görsün. Allah gönderdi bu adamı, karşıdan salına salına eski belediye başkanı gelmiyor mu! Her şeyi bilen ve düşmüş de olsa hep bir yarı tanrı gibi dolaşan bu adamla karşılaşması bir mucize değildi de neydi?

Başkan, çakırkeyif, ağır adımlarla eve doğru yol alıyor, bu arada “Et koydum tencereye” türküsünü mırıldanıyordu. Baba hemen başkanın yolunu kesti:

-Sayın başkanım, dedi, şurada olmaz biliyorum ama, size bir soracağım var. Bana bir yardım et ne olursun. Bizim oğlana bugün öğretmeni bir ödev vermiş. Aradık bulamadık. Sen söyle hele bakalım, bu kâğıtta yazan adam kim ola ki?  

Belediye eski başkanı “Okullar açıldı mı?” diye sormak gereği duymadan kâğıda baktı. Ensesini kaşıdı. Uzun uzun düşündü. Öğretmenlik yıllarını anımsadı. Sanki kara tahtanın önünde duruyor, önündeki otuz kırk yaramazı aydınlatıyordu.

-Yalnız, yanlış yazmışsınız bunu. “Kutat Gubilik” değil, “Kutadgu Bilig” olacak, anladın mı? “Mutluluk bilgisi” demektir. Büyük Türk büyüğü Yusuf Has Hacib’in yazdığı bir kitaptır. Yıl: 1069. Hakaniye Türkçesiyle yazılmış olan bu büyük kitap Türklüğün gururudur, bilincidir, beni dinle, dinliyor musun? Küntoğdı, Aytoldı, Öğdülmüş ve Odgurmuş, beni dinliyor musun…

Baba “dinliyorum” gibilerden başını sallasa da dinlemiyordu. Konu anlaşılmıştı. Şimdi bir yığın acaip bilgiyi kafaya doldurmanın bir anlamı yoktu. Zaten bu söylenilenleri aklında tutmak istese de tutamazdı. Eve döndüğünde çok heyecanlıydı. Neymiş? Diyenleri hemen yanıtlamadı. “Hele bana bir kahve yapın bakalım!” dedi. Şimdi bir şeyler bulup söylemeliydi, kafasında onları kurguluyordu. Keşke bunlara ne söyleyeceğimi yolda tasarlasaydım diye düşündü. Sedirin üzerine çıktı, bağdaş kurdu. Kahvesini verdiler. Gırtlağını temizledi. “Ya Rabbim, sana çok şükür!” diye bağırdı. “Dinleyin!” dedi ve şunları söyledi.

-Bu dediğiniz adam çok büyük ama çok büyük bir Türk büyüğüymüş. Asıl adı Hacı Yusuf olup çok akıllı demek üzere sonradan buncağızın adını böyle koymuşlar bütün Türkeli’nde. Anlıyor musunuz? Kılıcının iki yüzü keskinmiş. Hazreti Ali’ninki gibi. Bu yandan vuruyor on bin götürüyor, öbür yandan vuruyor on bin götürüyor. Yani çok büyük bir adam. Savaş yaptığı zamanlar…

Artık onu kimse dinlemiyordu. Onu tek dinleyen, hem de ağzı kulaklarında dinleyen Kutat Gubilik’di, babasının söyledikleri onun kollarını kabartıyordu. Ertesi gün işe burnu havada gitti. Çalımından geçilmiyordu. Bu oğlanın neden böyle davrandığını usta da kalfa sa anlayamadı. Sadi her Kutat Gubilik dediğinde oğlan atına atlıyor, elinde iki yanı keskin kılıcıyla düşman saflarına dalıyordu.        

 

1. Timuçin, Afşar (1996), Aşkolsun Kırlangıçlar, İstanbul: İnsancıl Yayını, s.34.

2. Çelik, Behçet (2024) Afşar Timuçin’i bir denemesiyle anmak, www.k24kitap.org, erişim tarihi: 06 Ağustos 2024.

3. Timuçin, Afşar (2013), Sait Faik’in Dünyası. İstanbul: Bulut Yayını, s.5.

4. Timuçin, Afşar (1996), a.g.e., s.114-118.


Zekeriya Şimşek

Comments


bottom of page