top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Davut Elçi- Çakma Deri

Masada herkes bir şeyle meşguldü. Annem pilav tenceresinin kapağını ters çevirmiş, koyacak yer arıyordu. Abim tencereden çıkan buharı takip ediyordu. Ben de tabağımdaki kuru fasulyeyle oyalanıyordum. Maydanoz koymuştu içine yine annem. Sevmediğimi bilir de unuturdu her seferinde. O öyle sever çünkü. Annem pilav tabağını uzattığı esnada,

“Pazar gününe bilet aldım, gidiyorum,” dedim. Birbirlerine baktılar abimle bir süre. Devam ettim, “Tugay bir iş bulmuş bana çalıştığı otelde.”

Sonra abim, “Hangi pazar,” dedi. Yanlış soruyu sormuştu yine. Ne Tugay’ı tanıyor ne nereye gideceğimi biliyor. Bugünlerde gideceğimi annem biliyor, abimse seziyordu. Bana düşkündür aslında abim. Ben de ona. Aramızda on yaş var. Bebekken geceleri kalkar, nefes alıp almadığımı kontrol edermiş. Dört yaşına kadar bütün bayramlarda onun omzunda dolaşırmışım mahalleyi. Bu aralar çok dalgın. Çok uzattı üniversiteyi. Bedeni burada ama zihni orada kalmış, belli.  Üniversiteyi bitirdiğinden beri sezgileriyle yaşıyor aramızda. Geçenlerde annemle ablamlarda kalacaktık yatıya. Not bıraktık evden çıkarken. Görmemiş notu. Kahvaltıdan sonra öğle yemeği için de kimse uyandırmayınca bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamış. Açlığı, üşengeçliği ve sezgileriyle anca akşam aramıştı bizi. Nerede olduğumuzla değil de ne zaman döneceğimizle ilgilenmişti o zaman da. 

“Bu Pazar,” dedim, konu kapandı. Yemeğine döndü. Maydanozları ayıklıyordum. Annem duygulandı. Geldi sarıldı, ağladı. Teselli etmeye çalıştım. “Üzülme, yalnız değilsin,” diyecektim, daha çok üzülecekti, vazgeçtim. Bize baktı abim, süzdü iyice. Havadaki hüznü sezmişti. Dahil oldu havaya bir yerinden:

“Montu sen al, ben artık evdeyim nasılsa,” dedi.

***

Gara yakın büfeler vardı. Limonata alacaktım. Büfenin birinde adam kapıya çıkmış, yoldan geçenleri, “Buyrun, Buyrun!” diye içeri davet ediyordu. Onun yanındaki büfeye geçtim. Aldım limonatayı. Gara doğru yönelmişken arkamdan birinin, “Hocam, bakar mısın?” diye seslendiğini duydum. Az önceki büfeciydi. “Bana mı seslendiniz,” dedim. “Evet hocam, bi gelebilir misin,” dedi. Korktum açıkçası. Yanından geçerken sesli mi küfrettim yoksa diye. Sevmem çünkü öyle yılışık adamları. Küfürsüz de bırakmam. Gittim yanına.

“Ya hocam, kusura bakma da o kadar boğaz patlattım, içeri davet ettim, sen yine de öbür tarafa gittin. Niye?” dedi. Şok olmuştum. Ne denir ki şimdi? Hesap sormuyor da sitem ediyor gibi. Başkası olsa ağzının payını vermişti çoktan.

“İstediğim yerden alamaz mıy...” diyordum ki -alırım demeyi gözüm kesmedi- “Buyrun buyrun!” diye yoldan geçen kalabalık gruba yönelip beni öylece bıraktı. Bir elim havada, öbüründe suç aleti limonata ile.

***

İlk defa biniyordum trene. Değişikliği sevmem ama param çıkışmadı. Dört saat fazladan yol da cabası. Hem, hangi kapıdan binilir ki buna? Bilette yazanlardan hiçbir şey anlamadım. En iyi yaptığım şeyi yapıp perondaki görevliye yaklaştım. Ne de olsa ‘hiçbir şey anlamayan’ başkaları da olacaktı. Öyle de oldu. “Pardon, şu numaralı koltuk hangi tarafta kalıyor,” dedi benim yaşlarda biri. Baktım, benimkine yakın bir numara. Çocuğu takip ettim. Onun iki koltuk arkasındaydı yerim. Cam kenarı boştu. Şöyle bir etrafa baktım. Otursam mı acaba? Neyse, gelene uyanık görünmeyeyim şimdi. Bir iki dakika sonra geldi komşum. Baş selamı verip yerine geçti. Adam çiğ et kokuyordu. Sürdüğü tütün kolonyası, etin çiğliğini ön plana çıkarmıştı. 

“Merhaba,” dedi.

“Merhaba,” dedim.

“Yolculuk nereye?”

“Kütahya, siz?”

“Konya’ya gidiyorum, bir iş için.”

Durdu bir süre. Koltuğa yerleşti iyice.

“Tren yolculuğu en iyisi, yavaş yavaş gidiyorsun,” dedi.

“Öyle diyorlar,” dedim.

“İlk defa mı biniyorsun yoksa trene. Aaa, bence çok seveceksin. Hem eskisi gibi değil, çok konforlu artık trenler.”

Ben dinlerken kasılıyorum, o konuşurken. Elim montun cebinde, tetikte bekliyorum.

“Ne işle meş….” derken telefonu çaldı. “Kusura bakma,” dedi, açtı telefonu.

Çıkardım kulaklığı. Kabloyu bir an önce çözsem bari. Biletçi gelir de duymam belki diye sağ kulağıma taktım kulaklığı. Adam görsün de. Uzadı görüşmesi. Benimle konuştuğundan daha doğal görünüyor şimdi. Hafif şiveli. Çiğ et kokusuna alıştım galiba. Birden gerginleşmeye başladı adam. Yükseldiğinin farkına varıp kısık sesle devam etti bir süre. Üstü kapalı konuşmaya çalıştı. Bir iki defa ona baktığımı görünce Kürtçeye çevirdi.

“Hûn hatin zevt kirin, ez we nas nakim ha! Bila hayê we jê hebi.”* Kürde benzemiyorsun diyordu arkadaşlar üniversitede. Adam da benzetemedi herhalde. Döküldükçe döküldü. “Tu vê carê jî perê mi kêm bidi ez ê ji polîsa re kala dizîyê we ê berê bikim. Ê mi ez ê xwe xelas bikim birê mi. Ez ê bêjim mi nizanîbû heywanê dizîyê bû, çer ku ez pê hesîyam ez hatim mi hayê we jê çêkir.” **

Kasabı dinlerken uyuyakalmışım. Rüyamda onu gördüm. Koyun almışız, kurbanlık. Ben tutuyordum, o kesiyordu. Kasapla, hayvanın derisinden bana yeni bir mont yapalım diyorduk ki uyandım. Tren yavaşlıyordu. Sarsıntı ritmim bozuldu. Komşum gitmiş. Nerede olduğumuza dair hiçbir fikrim yok. Kasap gittiğine göre Konya burası. Tren durdu. Gecenin ikisi. Camlar buğulu. Cam kenarına geçip elimin tersiyle dışarıyı görebilecek kadar yer açtım camda. Yaşlı bir adam vardı dışarda. Elinde birkaç kutu. Pişmaniye galiba. Ya da lokum. Trenden inenlere uzatıyordu. Ayaklarına zincir vurulmuş gibi küçük adımlarla yürüyordu. Bembeyaz saçları, sakalsız yüzünde zor seçilen bıyıkları vardı. Kafası hafif sağa eğik. Yüzünde, sabitlenmiş gibi duran gülümsemesi ile trenden inenleri karşılıyordu. Kimse oralı olmadı. Trene baktı sonra. Her yer buğulu. Benim küçük penceremi görüp oraya yöneldi. Göz göze geldik. Ne diye izlersin ki dışarıyı. Cama hohlayıp köşeme çekileyim dedim. Buğu tutmadı cam. İyice yaklaşıp kutuyla camı tıklattı. Boştaki eliyle de beş yaptı. Beş liraysa iyi. Sabaha kadar mışıl mışıl uyu. Ya elli liraysa? O zaman da uyku tutmaz. “Yok,” diyorum iki elimle. İhtiyacım da param da. O değil de yolcuları uyandıracak. Yerime geçtim tekrar. Şimdi sadece kutu görünüyor. Nihayet hareket anonsu yapıldı. Kutu da kayboldu. Yeni yolcular girdi içeri. Tren hareket etti. Herkes bir yerlere oturdu. Bir kız kaldı ayakta. Koltuk numaralarına bakarak ilerliyordu. Bana doğru yaklaştıkça heyecanlanmaya başladım. Kızı ilk gördüğümde duymamıştım bu heyecanı. Son birkaç koltuk veee.

“Otuz altı numara orası mı acaba,” dedi kafasıyla boş koltuğu göstererek.

Koltuğun kenarındaki sayıya bakıp, “Evet, orasıymış,” dedim heyecandan. Daha oturduğu koltuğun numarasını bilmiyor gibi baktı mı diye süzdüm. Allahtan, telaşlıydı biraz.

Sırt çantasını kendisine siper ederek geçti yerine. Ben de yardım ettim, geri çekilerek. Yine tam o an nefes aldım. Belki de bu sefer bilerek.

Yerine geçer geçmez pencereye döndü. Çantasından kulaklığı çıkarıp taktı kulağına. Pencereden dışarıyı seyretmeye başladı. Benim küçük penceremden. Allah Allah! Kasabın kokusu mu sindi yoksa diye kokladım üstümü, yok. Bi merhaba bile yok.

Yarım kalan rüyama döneyim bari diye gözlerimi kapatıp sahneyi yeniden kurdum. Kasap sürekli kaçıyordu sahneden. Ne kadar uğraştıysam da bitiremedim rüyayı. Daldım mı yoksa sadece gözlerimi mi kapattım, bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda kızın kollarını ovuşturduğunu gördüm.  Kulaklığı çıkarmıştı. Üzerinde ince bir hırka vardı. Düğmesiz. Hırkanın iki yakasını birleştirmeye çalıştı. İçinde küçüldü hırkanın. Titriyordu. Çıkartma zamanıydı montu. 90'ların modası, çakma deri mont. Kolları bol, kol ağzı ve beli lastikli. Balon gibi duruyor. Astarı dışarı çıkmasın diye yavaşça çıkarttım kollarımı monttan. “Çok üşüyorsun, al,” dedim.  “Yok, sağ olun. Gerek yok,” dedi. Kolundaki sökükleri mi gördü yoksa. “Al, hem cam kenarı esiyordur,” dedim. Aldı, teşekkür etti. Battaniye gibi kullandı montu. Uyudu birazdan. Hoş kız aslında ama hava çok soğuk. Ben de ovuşturdum bir süre kollarımı. Sonra. Dalmışım. Uyandığımda sabah olmuştu. Mont, katlanmış halde dizlerimin üzerinde. Gitmiş. Astarı hep dışarı çıkmış kolların. Giymiş.

Trenden inerken Kütahya’nın soğuğu çarptı yüzüme. Montun zincirini çektim. Burnumu da monta gömeyim derken aldım o kokuyu. Yüzü bile hayal meyal ama kokusu burada. Etrafa baktım. ‘Ne gülüyorsun’ diyecekler diye korkuyordum. Bir daha kokladım. Yakasını kaldırıp iyice gömüldüm monta. Fark edemezler artık beni.

Çantamı omzuma atıp yürüdüm. Nereye, bilmiyorum. Herkesin gittiği yere, yerlere. Onlara tabiyim bir süre. Koku bitene kadar. Yürürken montun iç cebinde bir şey varmış gibi geldi. Baktım, varmış. Bir kâğıt. Not defterinden kesilmiş. Mont jestinin mahcup ve geç kalmış teşekkürü diye tahmin ettim. Ellerim titriyordu. Kokladım kâğıdı. Koku yok. Açtım, abimden.

“Montun cebi delik. Geçen sene astarına yüz liram kaçtı, çıkaramadım. Bulursan senindir.”

Ah abi!

 

Davut Elçi


*-“Yakalanırsanız sizi tanımıyorum, haberiniz olsun.”

**-“Bu sefer de paramı eksik verirsen polise eski hırsızlıklarınızı da anlatırım. Ben kendimi kurtarırım kardeşim. Derim ki ‘Bunların çalıntı hayvanlar olduğunu bilmiyordum, öğrendiğim gibi size geldim.”



0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page