top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Deniz Mahabad- Mezra Geceleri


Yalnızlık her neyse ona…

Yaşananları unutanlardan uzak bir yerde sürdürmek istiyorsun emekliliğini… Zulümle tembihlenmiş zamanın kıyısında, dünyanın kesik kol ağrısı gibi hiç eksilmeyen ağrıları teğet geçiyor. Etrafında bir günlük turunu her tamamladığında kanayan, eskimekten bıkmayan, uçsuz bucaksız karanlıkta, hayatta kalmaktan bıkan sadece sen misin? Kırılgan yanlarını kurcalamaktan halsizleşmişsin. Hiç bir döngüye dâhil olamadığın gibi, belirsizlikler içinde bıraktığını sandığın Tanrı’dan uzaklaşıyorsun. Çelimsizsin, can sıkıntılarının binlerce nedeni var. Başkasının suyuna gitmekten başka çaresi olmayan, kuyularda bulunmayı bekleyen yüzlercesinden farklı bir şey değilim deyişin... “Değilim. Biliyorum. Herkes kendini biliyor. Alışamadım kendime. Nasıl alışılması gerektiğini de bilmiyorum.”

Birbirinin çaresizliklerine alışanların kapılarına imlâsı düzgün olmayan hayatlar bırakıyorsun. Hep böyle mi devam eder? Birkaç yaşanmışlığın ardından küt diye devriliyorsun. Üç vakte varmadan tutup fırlatacaklar akıllarından seni. Sadece akıllarından mı? Gövdelerinde sana ait ne varsa hepsini söküp fırlatacaklar. Sonra gülerler, felaket gülerler. Unuttukları için değil, unutmak için gülerler. Defterini kapatıyorsun. Kalemini cebine yerleştiriyor, aracın camına kafanı dayıyorsun. Köye varmadan, uğrayacağın ilçeye birkaç kilometre kalıyor. Gerekli eşyalarını temin ettikten sonra taksi kiralıyor, malzemelerini okulun yıkık duvarlarının yanına bırakıyorsun.

İlk önce şövaleni kuruyor, sesleri resmeden ellerinle yüz yıllık çınar ağacının altında yorgun gövdene aldırış etmeden ağacı, ovayı, dağı, dağın yamacına dağılmış yalnız evleri, kaçıncı defa çizdiğini hatırlamıyorsun. Göğün aydınlanışı, rüzgârın uğultusu, yaprakların hışırtısı, kuşların kanatlanışı... Böyle geçmedi. Karanlık zamanlar da oldu. Uzun sürdü hem. Öyle salgın falan değil, öldüren, yıkan, kavuran bir yıkım, insan elinin kanlı haliyle... Kalanlar köyden göç etmek zorunda kaldı. Karanlığı solduran kirli ışıklardan uzağa diktin gözlerini. Yaşananları unutmadan, hiçbir korkuya aldırış etmeden otuz yıl sonra döndün Aghavni’ye.

Nedendir bilmiyorsun. Gövdenin boşluklarında tepinen onca ağrının binlerce ölümlüsü varmış. Karşı tepeleri de aşıyorsun, bir sonrakini de… Zahir olan bu zamanın, yedi kat yalnızlığını anladın da yaşıyorsun.

Pencerelerini tamir edip duvarlarının yıkık yerlerini düzelttiğin köy okuluna yerleşiyorsun. Yüzünün yarısı yanmış insanlara benzeyen evler arasında her gün dolaştın. Kahır ve korku ile hem taşa hem toprağa söylendin. Kuşkuya yer vermeden geldiğin Aghavni köyü, huzur veren bir oyuktan öte değil. Hangi sokağa varsan kaçan insanların silueti her şeye yansıyor. Günün en sıcak vakitlerinde çınar ağacının gölgesinde derme çatma yaptığın sedirde uzanır, duvarları ayakta kalan evlere baykuşlar tüner, suyun yaşamayı öğrettiği çınara güvercinler konar. Sen resim çizmeye devam ediyorsun. Sürek avları çok önceleri bitmiş. Yitip gidenlerin halefleri, atlarıyla senin hayalini süsler. Kırbandaki suyu yudumluyor, çizdiklerinde sığınak arayıp duruyorsun.

Sesi, kerpiç ve taş duvarlardan ovaya yankılanıyor. Toprak yollar, küle bulanmış bahçeler… Çoğalarak büyüyen yangın… “Bu civarda yerinden olmayan mı kaldı? Kömür karası bulutlar yere inmiş de herkesi katlanılması zor kentlere çaresiz kılmıştı. Yaşananlar sürücül… Başka yol yok, ağır aksak dağılıyorlar ülkeye. Aç kalırlar, sokakta yaşarlar, memleketleri içlerinde katre katre, yine de suçlu olurlar…” Hatırladıkça anlaşılması güç bir mânâymış gibi kendine fısıldar çarçabuk unutulanları. Unutmak ve hatırlamak, göçmek ve kalmak, insan ve yas… “İnsanın elinden çare gelmeyince sadece kederlenir. Kederlenmek de çaredir. Bu topraklarda herkes kederden doğup kederden ölmedi mi?” cümlesini yarı dökülmüş okul duvarına yazıyorsun. Yatağını, yazıyı yazdığın duvara iliştirmeyi ihmal etmiyorsun.

Okulun karşısındaki tepede morarmış, şişmiş, deşilmiş bedenleri gömdükten sonra küreğini omzunda tutup çınar ağacının gölgesine yürüdün. Yas tutacağın kimse yok. Bir başına ağlamak nedense onu korkutuyor. Korkularına inat ağlamadın. Tabureye oturuyor, közde demlenen çayını yudumluyorsun. Kırışmış, ellerini tarak gibi yaparak saçlarını üç dört defa geriye doğru taradıktan sonra başını duralite eğip sağa sola bakmadan tablonun içinde yaşıyormuşçasına ellerini aşağı yukarı, sağa sola hareket ettiriyorsun. Korkuyu terk edip ruhunu bırakan Aghavi’ye insan eskizleri ekliyorsun.

“Neden, neden, nedennn?”

Kayalıklardan yankılanıp dönen sesine cevap olabilecek gücü bulamadın. Yeterince bağırmadı mı? Sahipsiz kalan köpeklerin sesleri sorularına karşılık veriyormuşçasına çıkıyordu. Çınar ağacının sallanan gölgesi altında radyodan gelen Dengebej’in sesiyle son yaptığı resmin fırça darbeleri arasında kaybolduğunu hayal ettin. Yaşanan onca şeyin ardından hayatta kalmanın iyi yanları da var, dedin.

Okulun arka tarafındaki meşeliklerden boşluğa güvercinler süzüldü, önüne birkaç tüy düştü. Ardından çırpınışlarıyla beraber zemine çarpıyor Aghavi. “Her şeyin eskidiği dünyada zulüm aynı kalıyor. El değiştiriyor, yüz değiştiriyor, yer değiştiriyor ama eskimiyor. Öfke çoktan boşluğa yayıldı çok sebebi oldu, olacak… Birileri vardı, birileri daha olacak.” Günlüğüne eklediğin birkaç cümleden sonra sağ tarafından fark ettiği gölgeye döndün. Uzun boylu, kızıl yüzlü, sakalları seyrek, sarkık boyunlu, tabanca tutan biri karşısında dikiliyordu. Harabelerde beliren arkadaşları çemberli düzene girdiler.

“Ne arıyorsun burada?”

“Bilmiyorum.”

“Ne zamandan beridir burada yaşıyorsun?”

“Bilmiyorum.”

Sorular ve cevaplar birbirine tamamlamadan köyün geçmişine gömülüyor. Bir iki defa etrafında dönüyor. Bir çember. Bir sessizlik. Bir yalnızlık…

Konuşma yetini kaybettiğini fark ediyorsun. Ağzı genişçe açılıp kapanan kızıl yüzlünün dediklerini duymuyor, sırt üstü düştüğünü hissediyorsun. Uzun süredir gözleri açıkmış gibi gökyüzünü seyrediyor. Karın boşluğuna inen bot darbesiyle sarsılıyor. Pantolonu, gömleği çıkarılıyor. Ayak bileklerinden bağlıyorlar. Çınar ağacının gövdesine yakın yere sürüklüyorlar. Biri ağaca çıkıyor. İpin bir ucu ona fırlatılıyor. Kalın bir dala sardıktan sonra aşağı bırakıyor ipi. Diğeri ipi çektikçe Azkanuş’un ayakları yukarı doğruluyor. Göğün boşluğundan alamadığı gözleri yeryüzüne bakıyor. Yarım metre yukarı çektikten sonra ipin ucunu yere çaktıkları dal parçasına bağlıyorlar. Kızıl yüzlü çay istiyor. Karşısına bırakılan tabloyu anlamaya çalışıyor. İçinden geçmeyi denedikçe fırça darbelerine takılıyor aklının kapıları. Yel esiyor. Azkanuş yavaş yavaş sallanıyor. Gözlerine kan doluyor. Toprağın yarıldığını görüyor. Bir uçuş diliyor. Kuşların kanatları kırılıyor. Çatlağa yılan sürünüyor. Belleğine işaretler ekleniyor. Büyüyen ağaçların baltaları geniş kesiyor.

Bağırıyor. En uzak yere, tüneller açılıyor belleğinde. Kimse duymuyor. Bu bir iç yangındır külleniyor. Bu doğunun kabuk tutmaz yarasıdır. Korkusu yılana eşlik ediyor. Çatlak kapanıyor. İpi kesiliyor. Doğrulamıyor. Güneş, yaprakların arasından yansıyor. Kapladığı şu yerde sonsuzluğun içine bakıyor. Kalp atışları düzeliyor. Okulun içine yürümeye çalışıyor. Bir elin parmağını geçmeyen eşyaları dağıtılmış. Günlüğünden sayfalar rüzgârda... Tablolara dokunulmamış. Uykusuzluğun acısı yüzünü geriyor. Nehrin kıyısına iniyor. Avuçlarına doldurduğu su ile serinliyor. Etrafına bakınıyor. Gökyüzü mavi mavi ışıyor. Bu görkemli mabedin altında neye inanacağını şaşırıyor.

“Henüz öğrenmediğim ne çok şey var. Hem de bu yaşıma geldim. Herhangi bir yaşa gelince bir şeyler değişmiyor. Bir bedenin içinde olmak da yetmiyor. Sanki içine girdiğimiz her beden sadece belli şeylere kodlanıyor. Ötesine geçemiyor kimse. Ötesi de neymiş diyenleri duyuyorum.” Kitabı bırakıyorsun. Her baktığını bir kuyuda görüyormuşçasına yutkunuyorsun. İnsan yüreğine ait yakılmış Aghavni köyünde gece düşlerinden kurtulmak imkânsız. Fısıltılar ruhuna sızıyor. Balçığın kokusunu hissediyorsun. Kuşlar bütün döngülerin kanatlarıymış gibi kamışlara konuyorlar. Elini alnına siper ediyor uzakları seyrediyorsun. Sinir nöbetleri geçiriyorsun. Hangi insanla yolculuğa başlasan dünyaya çelikten bağlanmış, görüyorsun.

Issız, nemli toprakta yaşamın büyük bir yas evi olduğunu düşünüyorsun. Haklı olduğunu bağırarak ekliyorsun. Katı, kuru, ustura… Afallıyorsun. Şarabi bir gece seni bekliyormuşçasına ayağa kalkıyorsun. Kendine dönebilmenin bütün yollarını biliyorsun. Unutmanın mümkün olmayan hallerinin insanı delirttiğini yenice öğrenmişsin. Ayaklarının altında aklının karışıklığını anlatan tablon, bir mezarı andırıyor. Gömülmeye hazır bir çukur. Dünyaya inanmayı bıraktığın yerdesin. Son bir kez durup bekledin. Oysa beklemek çürümekten başka ne olabilir ki?


Deniz Mahabad




0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page