Öykü- Dilay Kütük- Noral Tüp Efekt
- İshakEdebiyat
- 3 gün önce
- 6 dakikada okunur
Tuş kilidini açmak için ekrana, ardından malum programa tıklıyorum, sonra grilikler üzerine beyaz bir adam imgesi yerleştirilmesine rağmen içi boş kabul edilen çembere. Artık içini anlamlı bir şeylerle doldurma zamanı geldi. En sevdiğim, en çok güldüğüm fotoğrafa tıklıyorum, “tamam”a tıklıyorum. İşte şimdi çemberimin içi benimle doluyor, o artık “ben” oluyorum, benim profilim oluyor. Bir daha tıklıyorum fotoğrafıma, bir daha, bir kez daha. Kendime bakmalara doyamadığımdan değil, başkasının gözünden nasıl göründüğümün merakı bu. Kırk kere tıklıyorum, her baktığımda daha başka, daha güzel, daha havalı gözüküyorum kendi gözüme. Belki de böyle gözükebilmek için kırk kere tıklamam gerekiyordur kim bilir.
Son fotoğrafım çok güzel olmalı!
Sakince doğrulup çekmeceye yöneliyorum, kırmızı kare kutuyu çıkarıyorum, kapağını kaldırıyorum ve babamın o simsiyah beylik tabancasını elime alıyorum. Ucuna bakıyorum boş gözlerle. O boş gözleri bilirsiniz; kendi ipini kendi çeken, altındaki sandalyesini kendi ayağıyla itenler hep o boş gözlerle bakarlar etrafa. Boş bakmayı bırakıp dikkatlice bakmaya odaklanıyorum. Sanki biraz daha dikkatli bakınca içindeki kurşunları görebilecekmişim gibi geliyor. Ortası kapkaranlık bir boşluk olan çemberine uzun uzun bakıyorum. Birazdan bir hediye bu çemberden geçip şakağıma girecek, şakağımdan geçip beynimin kıvrımlarında gizlenmiş pinyatama ulaşacak, pinyatamı patlatıp etrafa konfetiler saçtıracak; kırmızı, beyaz, siyah konfetiler…
Ölüm pisliğimi temizlemekle biraz uğraşırlardı arkamdan ama neyse ne canım, onu da ben mi düşüneceğim, ölümüm bari temiz olmayıversin. Bir sefer de, ölürken bari, kirletivereyim şu ortalığı.
Yere siyah çöp poşeti mi sersem? Öylece toplayıp kapının önüne koyarlardı belki bedenimi.
Annem kafamı kıracak!
Lafımın saçmalığı beni hem güldürüyor hem de hüzünlendiriyor.
Toparlıyorum kendimi hemen.
Daha fazla ertelemek istemiyorum. Bugün bu konfeti patlayacak!
Odanın içinde dolaşıyorum biraz; bir aşağı bir yukarı, bir sağa bir sola. Bu duygu ne? Telaş mı, korku mu yoksa düpedüz kaçış mı? Biraz sakinleşmek için silahı indirdiğimde yerdeki mavi hulahop gözüme çarpıyor, bir türlü doğru düzgün çevirmeyi beceremediğim şu meret.
Son bir kez daha deneyeceğim!
Yanına yaklaşıyorum. Bir ayağımı atıyorum tam ortasına, ufak bir sallantı hissediyorum fakat çok da üzerinde durmuyorum, kafa patlatacak daha önemli şeylerim var. Ardından diğer ayağımı kaldırıp da merkeze adım atar atmaz birden zifiri karanlığa gömülüyorum. Hulohopun kenarları mı aşağıya yukarıya doğru sürekli uzuyor yoksa ben mi düşüyorum anlayamıyorum. Artı sonsuzdan eksi sonsuza kadar giden bir yoldayım şimdi. Tutunmaya çalışıyorum çeperlerine, başaramıyorum, dipsiz bir kuyu gibi. Üstelik sadece düşmüyorum, aynı zamanda bir şeyler de ayağımdan tutup çekiyor beni içine, giderek daha içine, daha da içine çekiliyorum; sanki yer çekimi yeterince hızlı değilmiş gibi çekiyor da çekiyor beni.
O anda bir kol yakalıyor başımı, öpmeye başlıyor havada asılı kalan dudaklarımı. Bu koku, bu dokunuş, bu his… Direnmeyi bırakıyorum, kendimi bırakıyorum, dudaklarımı bırakıyorum. Eksi sonsuzda, dudakları dudaklarımda, eli başımın arkasında, bir çember boşluğunda düşüyorum onunla. Sonra yine “O Şey” beni çekiyor aşağıya. Önce dudaklarım ayrılıyor dudaklarından, sonra ellerim saplanıyor bedenine, tırnaklarımı iç organlarına sürterken, o gıcırtının kulak tırmalayan sesi eşliğinde parmaklarımı tek tek geçiveriyorum içinden. Son bir hamle ile tutunmak istesem de ayaklarına olmuyor kaçırıyorum, dedim ya bir şey fena halde çekiyor beni aşağıya. Eksi sonsuzun bilmem kaçıncı sonsuz katmanından geçiyorum. Hâlâ karanlık, hâlâ darlık, hâlâ hiçlik… Artık bütün bedenim serbest, hiçbir uzvumu kasmıyorum, sıkmıyorum; tamamen havaya bırakıyorum kendimi ve mütemadiyen düşüyorum.
Aniden delice bir istek oluşuyor içimde.
Kafam aşağıya gelsin, bacaklarım yukarıya, ters döneyim, ters düşeyim!
Bacaklarım kırılacağına kafam patlasın düşünce.
Ters döneyim, ters düşeyim!
Bir hamle ile döndürüyorum kendimi. Bu düşüş hoşuma gitmeye başlıyor o andan itibaren. Bağırıyorum olanca gücümle, gözyaşlarımla ıslanmış histerik kahkahalar atıyorum. Ellerimi birleştiriyorum, adeta bir füze gibi iniyorum aşağıya. Füze isen çakılma olasılığını da göze almalısın. Bu düşünce aklımdan geçer geçmez karanlık ve buz gibi bir suyun tam da orta yerine çakılıyorum. Birisi çekmeyi bırakıyor beni, “Yüz burada!” diyor herhalde. Affedersin göt kadar yerde nasıl yüzeceksem! Sahi nasıl yüzeceğim? Bu aklıma gelince sudan ne kadar korktuğum da aklıma geliyor, debelenmeye başlıyorum suyun içinde, o daracık kanalda bin bir zorlukla ters dönüyorum, suyun üzerine çıkarıyorum sonunda kafamı. Bir süre çırpındıktan sonra ise salaklığımı fark ediyorum, bir de bakıyorum ki aslında batmıyorum. Herhalde burada daha hafif çekiyorum. Su kaldırıyor beni, şefkatli kolları ile adeta bir anne gibi sarıp sarmalıyor. Tam gözlerimi kapatıp kendimi bırakacakken bu sefer suyun içinden yine aşağı doğru hem çekilip hem de döndürülüyorum; suları yararak ilerliyor, girdap oluşturuyorum. Düşüyorum, dönüyorum, debeleniyorum, düşüyorum, dönüyorum, debeleniyorum, en sonunda yine bırakıyorum kendimi. Su ile “O” çekip çeviriyor beni ve en sonunda nihayet duruyorlar. Sanki ayaklarım yere basıyor şimdi, ılık bir suyun içindeyim, suda gözlerimi açabiliyorum, suyun burnuma, kulaklarıma ve bilumum diğer deliklerime dolmasına takılmıyorum. Nasıl oluyor da ayaklarım yere değiyor? Her şeyin bir sonu olduğu gibi eksi sonsuzun da bir sonu vardı demek ki. Birden ne kadar uzun zamandır suyun içerisinde olduğumu hatırlıyorum, hatırladığım an ise boğulduğumu hissediyorum; Tanrım nefes almayı unutmuşum! Ağzımı açıyorum ve suyu istemsizce yutmaya başlıyorum. Ve artı sonsuzun yarısında saplandığım o suyun hepsini bir yudumda içiveriyorum.
Tahta bir zemindeyim artık, üzerimden sular süzülüyor, gözlerim yanıyor, karnım şiş, üşüyorum, üşüyorum, sarıl bana üşüyorum! Tam da önümde, yerde bir kum saati duruyor, yavaşça akmayı sürdürüyor kumlar. Zaman dolunca ne olacak? Titremeye başlıyorum, hem korkudan hem soğuktan hem de ıslaklığımdan. Kumlar tükenmek üzere, son kum tanesi de yer çekimine yenik düşmekte. Ve zaman doluyor, ilk önce aşağıya düşen son kum tanesi patlıyor, ardından kum saati sonra bedenim en sonunda da tahta zemin ve ben yine düşüyorum.
Kendime geldiğimde yemyeşil bir bahçede olduğumu fark ediyorum. Güneş yüzümü ısıtıyor, bedenim tam, yanmamışım, hatta elbiselerim bile sapasağlam, inanır mısın hala ıslak. O tanıdık sıcaklık anında kurutuyor üzerimdeki ıslaklığı. Yanmamışım ama sanki içimde bir şeyler kül olmuş gibi. Çember ise bir kareye dönüşmüş; her bir kenarını adımlıyorum aynı çıkıyor, her bir kenarının merkeze uzaklığını karışlıyorum o da aynı çıkıyor. Bu sayımlarda bir his doluyor içime; biliyorum burayı, ben bu bahçeyi biliyorum, bu bahçeyi tanıdığımı iliklerime kadar hissediyorum! Bu hislerle boğuşurken bir güvercin peyda oluyor ortalıkta, uçarak geliyor artı sonsuzdan. Kare duvarlara çarpa çarpa, döne döne uçuyor, o uçuyor ben koşuyorum ardından, o uçuyor, ben koşuyorum, o kaçıyor, ben kovalıyorum. En sonunda pes edip tam da merkezde duruyor. Yavaşça yanına yaklaşıyorum ürkütmekten korkarak, bir de bakıyorum ki gagasında bir sarı çiçek. Ama nasıl güzel; beş adet sarı taç yaprağı var; güçlü, parlak ve nemli; sanki gözyaşları ile ıslanmış. O canım sarının bir ton koyusundaki damarları Güneş’in ışınları gibi merkezden saçılmış. Tepeciği bembeyaz, sık dizilmiş ipçik ve başçığı merkezde beyazdan başlayıp mavinin tüm tonlarından geçerek kenarlara geldiğinde çivit mavisine dönüşüyor. Gözlerim doluyor güzelliğinden, bu hayalimdeki sarı! O an yine hatırlıyorum; ben gördüm bu çiçeği, çocukken, bizim bahçede ne çok vardı! Büyüdüm ve bir daha hiç göremedim, hep aradım ama hiç bulamadım. Uzanıp dokunmak istiyorum, hem nasıl bu kadar nemli hem de nasıl bu kadar kadife yumuşaklığında olur diye şaşırıyorum. Yaklaştıkça olağanüstü kokusu geliyor burnuma, sanki büyüleniyorum. Hatırlıyorum, kokusu beynimin kıvrımlarını harekete geçiriyor, bir coşku sarıyor hücrelerimi. Elimi avucum yukarıya gelecek şekilde tutup parmaklarımı çanak yapraklarına geçirerek kavrıyorum onu nazikçe. Yeşilin en güzel tonundaki sapının, güvercinin kursağını geçip taşlığında kök saldığını o an anlıyorum. Ben çektikçe kendime o güzelim sapı uzuyor, çektikçe uzuyor, çektikçe uzuyor ve bu çekişler beni büyülüyor, bir sarmaşık gibi bedenimi sarıyor kökleri. Bakmalara da koklamalara da doyamıyorum. İstemsizce gözlerimi kapatıyorum, bu sefer daha derinden kokluyorum, içime çekiyorum tüm tozunu, balını. Öyle kendimden geçiyorum.
Gözlerimi açtığımda çemberin orta yerinde cenin pozisyonunda buluyorum kendimi. Hiçbir şey olmasa da, hiç kimse idrak etmese de bir şeyler oldu bugün bu odada, tam da bu hulahopun içinde. Ben onu döndüremedim ama o beni döndürmüştü işte. Sıyrılıyorum ataletimden, yarım kalan işimin başına dönüyorum yeniden. O anda fark ediyorum elimdeki güzelliği, kokluyorum yeniden büyüleyiciliğini. Odada dolaşıyorum biraz amaçsızca. Tekrar elime alıyorum beylik tabancayı. Bir elimde tabanca, bir elimde sarı çiçek, bir elimde yaşam, bir elimde ölüm. Pek yakışmadılar sanki birbirlerine. “Yok” diyorum, “boşuna her yeri kirletmenin anlamı yok, bunun yolu çok” Sokuyorum tabancayı kırmızı kare kutusuna. Kanadığımı fark ediyorum o anda, üstüm, başım, ayaklarım, parkeler, çemberin içi, halı; her yer kan içinde. Al işte yine kirlettik ortalığı, akacak kan vücutta durmuyor demek ki. Çıkıyor işte bir yerden; ha beyinden, ha rahimden.
Kanlı ayaklarımla geliyorum pencerenin kenarına. Güneş batmak üzere; kırmızı, sarı, turuncu, pembe, mavi, yeşil, mor sanki yanmış yanmış da tüm renkleri toplamış gökyüzüne. Gözümden bir damla yaş düşüyor. Kalbime bastırıyorum hediyemi. Pencerenin kolunu tutuyorum, kendime çekiyorum, sonuna kadar açıyorum ve hiç düşünmeden başımı yere bırakıyorum.
Düşerken yedinci katın penceresinden, sarı çiçeğim geçiyor sinemin içinden ve iki mavi kanat olarak çıkıveriyor kürek kemiklerimden. Mavi kanatlarımla yedinci katın penceresinden aşağıya doğru süzülürken tepe üstü, kimsenin görmediği bir anda çivit mavisi bir kuşa dönüşüyorum, pençelerim ve gagam kan kırmızısı, gözlerim zümrüt yeşili, tepemde dikilmiş tek bir sarı tüy…
Dilay Kütük
Yorumlar