top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Doğan Görmez- Çocuktum Daha

Yola çıktığımızda hava henüz aydınlanmamıştı. Güneş dağların ardındaydı. Yaklaşık yarım saat gitmiştik ki gecenin karanlığı yerini alacakaranlığa bırakmaya başladı. Güneş yüzünü göstermemişti ama uzaktaki bulutları turuncu, çiğ bir ışıkla aydınlatıyordu. Sonra bu turunculuk yol kenarındaki çıplak ağaçların tepelerine, yapraklarına, gövdelerine ulaştı.

“Kaç yıl oldu anne biz Samsun’a gitmeyeli? On yıl var mı?”

“Yok oğlum, o kadar olmadı. Dedenin cenazesine gitmiştik en son. Altı yedi yıl ancak oldu.”

“Kenan amcalar hâlâ aynı evde mi oturuyordu?”

“Evet.”

“Ne güzel evdi, yeşilliklerin ortasında. Ne çok ağaç vardı bahçelerinde. Çoğu meyve ağacıydı. Balkonda sarmaşık oluyordu hep. Hatta üzüm de vardı sanki balkonda.”

“Vardı. Balkon duvarına, korkuluklarına ip gererdi Kenan abi. Üzüm dolansın diye. Rahmetli severdi o işleri. Evin arka tarafında küçük bir tarla vardı. Orayı bellerdi. Çapa yapardı. Memleketindeki meyvelerden yetiştirmeye çalışırdı bahçede. Kivi, portakal, karayemiş falan… Elinde bir budama makasıyla dolaşıp duruyordu oralarda, hatırlamadın mı? Oyalanıyordu işte, emekli adam.”

“Hatırladım hatırlamasına da çoğu şey zihnimde fotoğraf karesi gibi. Çocuktum daha.”

Son sözüm yanından geçtiğimiz kamyonun homurtusuna karıştı. Bir süre öyle sessizce yol aldık. Bu sırada güneş iyice yükseldi. Yanımızdan akıp giden tarlaların üstünü incecik kaplayan kırağıyı, yolu, arabaları aydınlattı. Fakat bu aydınlık yol boyunca çoğu zaman kendini puslu bir griliğin ardına gizleyecekti.

Gözüm yolda, aklımsa Kenan amcalara misafirliğe gittiğimiz çocukluk yıllarımdaydı. Kenan amcaların evine yürüyerek giderdik annemle. Mahallemizin uzak bir köşesinde yaşıyorlardı. Apartmanların seyrekleştiği hatta hemen hemen bittiği yerdeydi evleri. Şimdi düşününce çok da uzak değil aslında ama çocukken her şey çok büyük, her yer çok uzak gelir ya insana. Öyle uzaktı o ev bana. Bu kadar uzakta yaşayan insanları biz nereden tanırdık, yılda birkaç kez bu insanları neden ziyaret ederdik bilmezdim. Sonraları öğrendim eskiden aynı apartmanda yaşadığımızı. Kenan amcalar Hollanda’dan dönünce bizim apartmandan bir daire almışlar. Sonra da o uzaktaki evi yaptırmışlar, oraya taşınmışlar. Hoş, ben onların Hollanda’dan döndüğünü de çok sonra öğrenmiştim. Annem hep Almancı Sevim derdi Kenan amcanın karısına. O yıllarda iki Sevim vardı böyle ailece görüştüğümüz. Biri bu Almancı Sevim. Diğeri de Gözlüklü Sevim. Annem yaşı itibarıyla ikisine de abla diyordu. Karışmaması için de kendi aramızda konuşurken biri Gözlüklü Sevim’di diğeri Almancı Sevim. Çocuk halimle ben nereden bileyim yurt dışına çalışmak için gidenlerin hepsine Almancı dendiğini. Aslen Rizeli, yıllarca Hollanda’da yaşamış, Almancı Sevim; Gözlüklü Sevim’in ölmesi ve zamanla adının anılmaz olmasıyla ancak “Sevim abla” olabilmişti.

“Anne, bu Kenan amcalar Hollanda’dan niye dönmüştü?”

“Emekli olmuştu, malulen. Orada bir fabrikada çalışıyordu. Bel fıtığı olunca emekli etmişler. Hatta normal emeklilik yaşı gelene kadar da çalışıyormuş gibi maaş vermişler. Emeklilik yaşı gelince maaşı azaldı tabii. Maaşının azaldığı zamanları hatırlıyorum da çok kötü olmuştu. Morali bozulmuştu. Bu parayla geçinilmez, der dururdu. Kendini bağ, bahçe işlerine vermişti de biraz toparlanmıştı. Bir de küçük atölyesi vardı evin zemin katında. Ahşaptan bir şeyler yapardı.”

Atölyeyi hatırladım. O küçük atölyenin kokusu genzime doldu yine. Geçmişin ağırlığı yüreğime çöktü. Direksiyona daha sıkı sarıldım. Güneş neredeyse tepemizdeydi artık; bulutların arkasında, fersiz bir lambaydı şimdi. Yol dolandıkça bu fersiz lamba da arabanın bir sağına bir soluna geçiyordu. Bazen de bir sisin içinde buluyorduk kendimizi. İki metre ötemizi zor görüyorduk. Annem acelemiz olmadığını, arabayı yavaş sürmem gerektiğini söylüyordu bu anlarda. Ara ara küçük kar taneleri de düşüyordu yere. Arabaların lastiklerinden fırlayan toz, su karışımı ince bulamaç bütün arabaları renksizleştiriyordu. Bütün bunlardan benim dikkatimi en çok çekense kendini ara ara gösteren güneşti. Bu puslu havada küçük beyaz bir misket gibi donuk görünen devasa yıldız bana Kenan amcanın gözlerini hatırlatıyordu. Kenan amcanın gözleri üstü toz kaplı açık mavi bir misket gibiydi. Ne mavi ne gri. Bulutların ardında kalmış bir renk. Annemle onları ziyarete gittiğimizde bahçe kapısındaki çıngırağı, bir ucu çıngırağın tepesine bağlanıp bir ucu dışarı sarkıtılan ipi çekerek çalardık. Kenan amca sürekli bahçede olduğundan kapıyı bize o açardı. Alnında boncuk boncuk ter, ayağında çizmeleri ve toprağa bulanmış elleriyle… Donuk mavi gözlü yüzü, sevecen bakışlarla yumuşardı bizi görünce. İçeri davet ederdi annemle beni. Bazen bahçedeki meyve ağaçlarından bir meyve koparıp elime tutuşturur, başımı okşardı. Bu toprağa bulanmış ellerden tiksinirdim biraz ama çocukluk çekingenliği ağır basar, sesimi çıkaramazdım. Kenan amcayı bahçede gördüğüm zamanlar bu ufak tefek, sıska adamın kocaman bahçeyle nasıl başa çıktığını anlayamazdım. O sırada Sevim teyze de balkona çıkar eve buyur ederdi bizi güleç yüzüyle. Bahçeden evin giriş kapısına çıkılan merdivenlere kadar yürürdük annemle. Yürüdüğümüz bu beton zemin, her zaman gölgelik olurdu. Çünkü bütün bahçeyi çevreleyen yüksek duvarların yanı sıra bu duvarların dibinde serviler vardı zemini gölgeye boğan. Merdivenleri çıkmaya başladığımızda Sevim teyze de evin giriş kapısının önüne çıkmış bizi bekliyor olurdu. Annemle sarılır, öpüşürdü; beni de yanaklarımdan öperdi. Yumuşacık yanakları vardı Sevim teyzenin. Bir de etli etli bileklerinde şıkırdayan altın bilezikleri… Sonra salona geçer, otururduk. Sevim teyze, garip konuşma biçimiyle hiç susmamacasına konuşurdu. Söylediklerinin çoğunu anlamazdım. Başlarda bunu yurt dışında yaşamış olmasına versem de sonradan bu konuşmanın Doğu Karadeniz ağzı olduğunu anladım. Annemler sohbet ederken ben de Özlem’le oynardım. Özlem benden iki yaş küçüktü. Kısa kumral saçları ve tombul yanakları vardı. Aslında şişman değildi ama yanakları hep dolu doluydu. Özlemin odasına gider oyuncaklarıyla oynardık. Bu oyuncaklar benim pek hoşuma gitmezdi ama yine de salonda annemlerle oturmaktan daha eğlenceliydi Özlem’in odası. Plastik tencereler, tavalar, peluş bebekler… Bazen de annelerimizden izin alır evin bahçesine çıkardık. Ağaçlardan koparıp koparıp meyve yerdik. Kenan amca ortalıkta görünmezken atölyeye girerdik. Çünkü atölyede çalışırken birilerinin etrafta dolanmasını kesinlikle istemezdi Kenan amca. Annem eve gideceğimizi söyleyene kadar Özlem’le evde, bahçede, atölyede vakit geçirirdik. Ne konuşurduk, nasıl oyunlar oynardık şimdi hatırlamak çok güç. Aslı abla ise bizimle pek vakit geçirmezdi. Benden üç dört yaş büyüktü. Ara sıra Sevim teyzenin yaptığı keklerden getirirdi tabaklara koyup. Yardım ederdi annesine. Sonra odasına geçer, kitap okurdu. “Bunu ben okudum, al sen de oku, kitap hediyem olsun.” diyerek bana bir kitap vermişti. İlk kez biri bana kitap hediye etmişti ve çok mutlu olmuştum. Kitabın üstünde mor bereli bir çocuk olduğunu hayal meyal hatırlıyorum. Özlem ve Aslı abla evde olmadığında çok sıkılırdım. Annemler mutfakta sohbet ederdi, ben de salonda otururdum. Çoğu zaman Kenan amca da benimle otururdu. Kenan amca televizyon izlemeyi çok severdi. Bahçede bana gösterdiği ilgiyi evde pek göstermezdi. Donuk mavi gözlerini televizyona diker, saatlerce sallanan sandalyesinde otururdu. Ayağındaki siyah kalın şeylere uzun zaman anlam verememiştim. Bu kalın ve deriden yapılmış, çoraba benzeyen şeyle dolaşırdı evde hep. Sıcak havalarda bile niye hep bunu giyerdi bilmezdim. Bir gün Kenan amcayı abdest alırken görmüştüm de o zaman sorup öğrenmiştim bu çoraba benzer şeylerin ne işe yaradığını. İlk kez gördüğüm şeylerden biri de yine bu evdeydi. Duvar saati. Bizim evimizdeki tavuklu saatten çok farklıydı. Saat, ahşap bir kutunun içinde ve duvardaydı. Her saat başı ding dong diye ses çıkarıyordu. Saat kaçsa o kadar ding dong sesi çıkıyordu. Bu, bizim evimizdeki tavuklu saatin çıkardığı tik takların yanında mucizevi bir olaydı. Kenan amcanın televizyon izlediği benim de canım sıkılarak meyve ve kek yediğim salonun bir köşesinde bastonlar, oraklar, ahşap kaşıklar vardı. Bunlar, koyu ahşapla kaplanmış salona biraz da olsa renk katıyordu. Kenan amca bunları kendi atölyesinde yapıyordu. Bizim çekinerek girdiğimiz; kalbimize korku, merak ve isteği aynı anda dolduran atölyesinde. Çocukluğumdan gençliğe geçtiğim ilk yıllara kadar devam eden bu ziyaretler bizim taşınmamızla son buldu.

“Çok mu hastaydı anne, Kenan amca?”

“Sorma oğlum, hastaydı tabii. Yıllarca nefes darlığı çekti. En son bir ay önce konuşmuştum Sevim ablayla telefonda. Bu aralar hiç iyi değil, iyice sıkışıyor, demişti. Geçen hafta da hastaneye kaldırmışlar zaten. Bir hafta ya yaşadı ya yaşamadı işte.”

“Allah rahmet eylesin. Geldik sayılır baksana.”

“Geldik de baksana buralar ne olmuş böyle, ne kadar değişmiş. Bu binalar ne zaman yapılmış?”

Annemin gözlerini aça aça bakıp da hayretle işaret ettiği yerler gerçekten de yıllar önce yoktu. Kenan amcaların o çok uzaktaki, mahallenin bir köşesindeki evi artık o kadar uzak değildi mahalleye. Ötesinde berisinde bir sürü bina yapılmıştı. O kadar ki bir iki yanlış sokağa girdikten sonra ancak bulabildim evin olduğu sokağı. Arabayı evin olduğu sokağın başına park ettikten sonra eve doğru yürümeye başladık. Annemle aramızda matem günlerine has, öğretilmemiş ama herkesçe bilinen sessizlik vardı. Sokağa atılmış plastik sandalyelerde oturup kederli yüzlerini birbirine yaklaştırarak fısır fısır konuşan, sigara içen adamların arasından geçip eve yaklaştık. Bahçe duvarları olduğu gibi duruyordu ama ne o devasa kapı ne de kapıdaki çıngırak yerindeydi. Onun yerine küçük, sağlam ve ardına kadar açık demir kapı karşıladı bizi. Çocukluğumda gözüme kocaman görünen bu müstakil ev ve bahçe şimdi o denli büyüleyici bir büyüklükte değildi. Küçük denilemeyecek bir bahçesi olan bu iki katlı ev hala güzel fakat kalbimdeki o eski görkeminden uzaktı. Eskiye göre daha görkemli görünen ise bahçe duvarının dibinde sıralanan servilerdi. Açık bahçe kapısından içeri girer girmez gözlerim, istemsizce zemin kattaki atölyeyi aradı. Bu arayış karnımdan kalbime doğru çıkan bir sıcaklıkla birleşti. O an, duraklamış olmalıyım ki annem bana dönüp yürümem için seslendi. Merdivenlerin başına geldiğimizde bir an o tanıdık basamakların hemen tepesinde Sevim teyzenin bizi karşılayacağı hissine kapıldım. Fakat annem kapının tokmağına dokunana kadar kimse görünmedi.

Kapıyı Özlem açtı. Bir an göz göze geldik. Az önceki sıcaklığın bu sefer bütün vücuduma yayıldığını hissettim. Bu sırada annem “Başın sağ olsun kızım.” dedi. Özlem kızardı. Nereye koyacağını bilemediği elleri titredi. Bayılacak gibi oldu. Yere çöküp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Kuşkusuz, o günü hatırladı. Ben de hatırladım. O küçük atölyenin kokusu genzime doldu yine. Geçmişin ağırlığı yüreğime çöktü. Hatırladım hatırlamasına da çoğu şey zihnimde fotoğraf karesi gibiydi. Çocuktum daha.

Doğan Görmez

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page