Öykü- Emre Karakaya- Deep Blue
- İshakEdebiyat
- 3 dakika önce
- 6 dakikada okunur
Mustafa Karatepe’ye
Telefonu koltuğun üstüne bıraktı. Mutfağa yöneldi. Ocağın üstündeki demliğin kapağını açıp çayın batıp batmadığını kontrol etti. Demliği şöyle bir salladı. Islık çalarak çaydanlığa su koydu. “Çat, çat, çat.” Ocağın küçük gözü yandı. Dolaptan iki yumurta çıkardı, musluğun üstüne koydu. Telefondan bildirim sesi geldi. Elini peçeteyle sildikten sonra heyecanla telefona baktı. Yüzüne bir gülümseme yayıldı. Telefonu göğsüne bastırdı. Sonra koltuğa bıraktı. Mutfağa doğru birkaç adım attıktan sonra geri döndü. Az önce okuduğu mesajı açıp tekrar okudu. “Beni senin kadar anlayabilen kimse yok.” Telefonu cebine koydu. Sahanı tezgâhın altından çıkardı. Ufak bir parça tereyağını çatalla koparıp sahana attı. Tereyağı erirken telefonu tekrar eline aldı. Ne yazsam acaba diye düşündü. Mutlu olduğumu çok belli etmemeliyim… “Teşekkür ederim,” yazdı. Sonra yazdığını sildi. Tekrar düşündü. Parmakları, “Belki de seni benden daha iyi anlayacak kimse olmadığı içindir,” yazıverdi. Telefonu masanın üzerine bıraktı. Tereyağı cızırdıyordu. Yumurtaları teker teker kırıp kabuklarını çöpe attı. İşaret parmağını ve başparmağını suyun altına tuttu. Elini havada sallayarak kuruttu. Kalan ıslaklığı ağzına götürüp emdi. Sahanın olduğu gözü kapattı. Taze dumanı içine çekti. Masanın bir köşesindeki nihaleyi bir eliyle masanın ortasına çekti, diğer elindeki sahanı da onun üstüne koydu. Dolaptan çıkardığı bir dilim peyniri kesip tabağa koydu. Zeytin kabının kapağını açtı. Terekten en sevdiği saplı bardağı aldı. Ekmeğini göz yumurtaya batırdı. Sarı sıvı ekmeğine yapışırken kocaman açtığı ağzında tadını hissetmek için bekledi. “Mmm… Nefis olmuş.” O gün yaptığı kahvaltı son yıllarda yaptığı kahvaltıların en güzeli olmuştu.
Dışarı çıktı. Telefon elindeydi. Sabırsızca bekliyordu. Ancak bir cevap gelmiyordu. Defalarca ekrana bakıyor, son gelen mesajı tekrar tekrar okuyordu. “Beni senin kadar anlayabilen kimse yok.” “Belki de seni benden daha iyi anlayacak kimse olmadığı içindir.” Saat 07.33’te takılı kalmıştı. Telefon elinde, bir fırıncının önünden geçti. Taze ekmekler harika kokuyordu. Bu bir işaret olmalı diye geçirdi içinden. Her şey güzel olacaktı. 07.34. Bir anda ekranda mesaj belirdi. “Anlayışın için teşekkür ederim.” Midesinde bir batma hissetti. Beklediği cevap bu değildi. Kızdı, üzüldü. Telefonu cebine koydu. Bir taşı ayağıyla yerde sürükleyerek bir sokağa saptı. Taş mazgaldan aşağı düştü. Birden yanlış yöne sapmış olduğunu fark etti. Geri sönüp az önce geçtiği yoldan sola saptı. Dükkânın önüne gelince içeri baktı. Ön masalarda oturan birkaç müşteri vardı. Bugün canı hiç çalışmak istemiyordu. İçeri girip girmemekte tereddüt etti. Etrafına baktı. Büfedeki adamla göz göze geldi. Yakalanmıştı. Kaçış olmadığını artık biliyordu. Dükkâna girdi. Ocak başındaki ustaya selam verdi. Mutfağa geçti. Dolaptan tavukları çıkardı. Bozulup bozulmadıklarını gözüyle ve burnuyla kontrol etti. Soslanması gereken lavaşlar onu bekliyordu. Akşama kadar dalgın bir halde lavaş sosladı, birkaç kere de kasaya baktı.
Eve gelince bilgisayarı açtı. Filmler klasörüne girdi. Eski Türk komedi filmleri, dram filmleri, aksiyon… Hiçbirisi onu çekmiyordu. Yine de işten getirdiği dürümü yerken canı sıkılmasın diye komik filmlerden birini açtı. Filmin başını geçip ortalarda bir yerde durdu. Sert dürümden ısırıklar alıp çiğnemeye başladı. Lavaşın sosunu hiç beğenmedi. Sabah yaptıklarını gözünün önüne getirdi. Bir hatası yoktu, ona ne demişlerse öyle yapmıştı. Rahatladı. Lavaştan koca bir ısırık daha aldı. Komodinin üstündeki telefondan bu esnada bir ses geldi. Mesaj ondandı. “Şerefsiz herif bugün yine eve geldi.” Yatağa geçti. Bilgisayarı yatağa koydu. Ayağıyla ekranı düzeltti, sanki filmi izleyecekmiş gibi… Ne konuştuklarını sordu. Mesajda, “Yine aynı şeyler. Özür diledi, af diledi,” yazıyordu. Ne cevap verdiğini sordu. “Aynı. Asla affetmeyeceğim.” Sevinçle yataktan doğruldu. Balkona çıktı. Yağmur damlalarının balkon camındaki lekelerine baktı. Sokak lambasının, trafik lambalarının ışıkları ıslak camda garip şekilli haleler gibi görünüyordu. “Kendinden o kadar eminsin yani,” diye yazdı. Telefonu cebine koydu. Bisikletli biri yokuşu tırmanıyordu… İçi içine sığmıyordu. Ancak cevap geciktikçe sabırsızlanmaya başladı. Sigaraya başlamalıyım diye düşündü. Evet, en kısa zamanda. Yarın… Sıkılıyorum beklerken.
Odaya geçti. Cevap gelmiyordu. Ancak biliyordu ki kadın gece daha çok mesaj atıyordu. Soyunup duşa girdi. Duştan çıkınca telefonu hemen heyecanla eline aldı. Mesaj yoktu. Kurulandı, ağı yırtılmış donunu kıçına geçirdi. Bu esnada yazı masasının üstündeki telefon kısa bir an öttü. Telefona baktı. “Sürekli ağlıyorum. Benim hayatım nasıl düzelecek?” İşte şimdi istediği şeyleri yazıyordu kadın. “Arayabilir miyim seni,” diye yazdı. Kadın hemen cevap verdi. “Yazışsak daha iyi.” Yatağa girdi. Hava soğuk olduğu için yorganı üzerine çekti. Neşeyle irkildi. “Her şey güzel olacak, inanıyorum,” yazdı. Kadın buna karşılık umutsuz bir mesaj daha attı. Ne cevap yazacağını düşünürken kadından bir mesaj daha geldi. “Ben artık tek başımayım. Bu saatten sonra birine güvenemem. Beni de kimse sevemez. Sevse bile samimiyetine inanamam.” Mesajı okuduktan sonra yataktan fırladı. Odada bir iki tur attı. Vereceği yanıtın çok önemli olduğunu biliyordu. Bu fırsat bir daha gelmez diye düşündü. Kalbi küt küt atarken, “Ben varım,” yazdı ve gönderdi. Ancak gülücük koymuştu yazının sonuna. Ciddi mi değil mi anlaşılmasın diyeydi. Biraz da kadını denemek içindi. Kadın gülücüğe bir gülücükle cevap verdi. Tek bir gülücük… Kendini yatağa bıraktı. İstediği cevap bu değildi ancak kadın gülümsüyordu. Bu önemli bir şeydi. Onu mutlu edebilmişti. Ekranda Spotify simgesine dokundu. Uzun zamandır, liseden beri dinlemediği bir şarkı aklına gelmişti. Bu şarkıyı kadını sevdiği zamanlarda, lise ikinci sınıftayken ne kadar çok dinlerdi…
Bu gece de aynı ve sahte
Sıkıldı ruhum baktım saate
Sen yine yoksun diye ağlarım ah be
Dünden farkı yok ki bu gece de
Şarkı çalarken ne kadar çok sevmiş olduğunu hatırladı. Yaşına göre büyüktü sevgisi. Gözünün önünden odasına kapanıp saatlerce ağlayışı geçiyordu. Karşılık bulamamıştı sevgisi o zaman. Neden ağlamasındı?
Yine ağlıyordu. Ancak şimdi içinde bir umut vardı. Kadın telefonun bir ucundaydı. Bu uzak bir mesafe sayılmazdı. Ve kadın mutsuzdu. Ve onu iyileştirebilecek tek şey de kendisinin sevgisiydi. Şarkıyı kadına gönderdi. Altına da, lisede seni düşünürken dinlerdim, şimdi aklıma geldi, yazdı. Kadın elinde sigarasıyla bir fotoğraf gönderdi. Gözleri şişmişti kadının. Neden ağlıyor, diye düşündü. Benim için mi, bana mı üzüldü, geçmişte onu seven bana mı? Kadın bir mesaj daha gönderdi. “Keşke o günlere dönebilsem.” Yüreği hop etti. Bu ne demekti? O günlere dönmek… Yoksa kadın artık, yıllar sonra olsa da sevgisinin değerini anlamış, ona el mi uzatıyordu? Çok düşündü ama uzun bir süre boyunca hiçbir şey yazamadı. “Ben de,” yazabildi sonra. Ancak yarım saat kadar beklese de bir cevap gelmedi. O zaman kadının uyumuş olduğunu düşündü. Yatağında sağa dönerek uyumak için gözlerini sıkıca yumdu.
Sabah kalktığında ilk iş büfeden sigara almak oldu. Camel White istedi ancak adam kalmadığını söyledi. Sonra ağzından Parliement sözcüğü çıkıverdi. Adam tezgâhın önüne bir paket sigara fırlattı. Paketi cebine atıp işe gitmek için yola düştü. Yolda giderken özenle paketi soydu, dudaklarının arasına bir dal sigara koydu. Tütün kokusu hoşuna gitti. Geçmişi, liseyi hatırlatmıştı bu koku. Tuvalette hocalardan gizli gizli çektikleri nefesleri… Ceplerini yokladı. Çakmak almayı unutmuştu. Sigarayı pakete geri koydu.
Dükkâna girdi. Ocak başındaki ustaya selam verip mutfağa geçti. Dolaptan tavukları çıkardı. Tavukları gözü ve burnuyla kontrol etti. Lavaşları soslamaya başladı. Bir saat sonra dışarı çıkıp yandaki büfeden çakmak aldı. Bir sigara yaktı. Patronun, “Sen sigara içer miydin,” sorusuna, “Başladım,” diye cevap verdi. Akşam olana kadar lavaş soslamaya iki kez mola verip dükkânın önüne çıktı. Heyecanla geceyi düşünürken başını döndüren derin nefesler çekti sigarasından.
Gece olunca bilgisayardan Rush Hour’u açıp yatağa geçti. Telefonu yastığının kenarına koydu. Filmi uzun zamandır izlememişti. Çoğu sahneyi unuttuğunu fark etti. Bazı yerlerde kahkahalara boğuldu. Komşuları uyandırmamak için kendini tutuyordu ama engel olamıyordu. Kahkahaların ortasında kadın aklına geliyor, telefonu yokluyordu. Nihayet film bittiğinde saat biri geçmişti. Telefonuna baktı. Mesaj yoktu. Bu gece müsait olamadı, bir arkadaşına gitmiştir muhakkak diye düşündü. Balkona çıktı. Hava bugün de yağmurluydu. Bir sigara yaktı. Bir otomobil yerdeki su birikintilerinden geçerken kenardaki çimleri sulamıştı. Yatağa geçti. Gözlerini sımsıkı yumup uyudu.
Üç gün geçmişti ancak kadından bir mesaj yoktu. Kendisi yazmaya karar verdi. “Merhaba,” yazdı. Biraz sonra soğuk bir merhaba iyi olmadı diye düşünerek “Nasılsın?” yazdı, gönderdi. Evin etrafındaki kaçıncı turu bilmiyordu. Bu kez Camel White içiyordu. Ancak sigarada umduğunu bulamamıştı. Bozulmuştu sanki tadı. Bu bir işaret olmalıydı. Kadının başına bir şey gelmiş olabilir miydi? Belki hastaydı. Ama hasta olmak yazmasına engel miydi? Yoksa bir kaza mı geçirmişti? Bir taksiye atlayıp otogara geçti. Çanakkale için bir bilet aldı. Otobüs yarım saat sonra harekete geçtiğinde uykusuz bir gece geçireceğini biliyordu. Kadını defalarca kez aramış ancak telefona cevap veren olmamıştı. Mola verdiklerinde telefon elinde, otobüs camlarını yıkayan delikanlıyı izledi. Bir sigara yaktı. Sıkıntısı geçmiyordu. Hiçbir şey olmuyordu. Hiçbir şey olmazken insan sıkılmamayı nasıl başarabilirdi?
Sabah olduğunda Biga’ya geçti. Kadının oturduğu semti biliyordu. Bir taksiye binip oraya geçti. Yağmur yağıyordu. Sırılsıklam olmuştu ama hiçbir şey hissetmiyordu. Telefon bile aklına gelmiyordu. Kadının evinin yakınlarında olduğunu düşünüyordu. Köşedeki marketi hatırlıyordu ancak evin olduğu sokağın hangisi olduğunu hatırlayamıyordu. Bir sokağa saptı. Saat gece yarısını geçmişti. Sokaklar ıssızdı. Bu esnada karşıdan gelen bir otomobil far ışıklarını kaldırımın üzerinde yürüyen iki kişinin üzerine düşürdü. Bir adamla kadın kol kola girmiş yürüyorlardı. Adam bir elinde şemsiye tutuyordu. Kadının yüzü aydınlandı. Onu gördü. Umutla beklediği kadın… Yanındaki de kocasıydı. Sakalsız, çocuk yüzlü damat… Kadının yüzünde bir sevinç emaresi belirdi. Onu görmeden yanından geçip gittiler. Olduğu yerde çakılı kalmıştı. Sonra birden arkasına baktı. Koştu. Kadınla adamın karanlık bir sokakta, bir apartmanın önündeki belli belirsiz gölgelerini gördü. Bekledi. Evi hatırlamıştı. Etrafına baktı. Sokak burasıydı. “O,” dedi, “o işte…” Kadınla adamın kapıdan içeri girdiğini gördü. Apartmana doğru yaklaştı. Pencereleri gözetledi. Karanlık bir pencerede ışık yanıverdi. Apartmana biraz daha yaklaştı. Zildeki isimleri okudu. Yukarı çıkıp ikisine de küfretmeliydi. Kapılarını tekmelemeliydi. Duvara bir yumruk savurdu. Döndü, sokağa geçti. Marketin önüne gelince durdu, sigarasının bittiğini hatırladı. “Bir Camel White,” dedi, parayı tezgâha koydu. Bakkal tezgâha Camel Deep Blue bırakmıştı ama o hiç farkında değildi. Paketten bir sigara alıp yaktı. Taksiye bindi. Otogara dönüp Kütahya’ya bir bilet aldı. Biraz sonra nemli saçlarıyla koltuğa yaslandı. Otobüs hareket ettiğinde telefonuna gelen mesaja bakarak düşünüyordu. “Hastaydım, cevap veremedim. Şimdi iyiyim ama. Her şey güzel olacak, hissediyorum.”
Dışarıda yağmur durmuş, gökyüzü hafifçe aydınlanmıştı. Gözlerini sımsıkı kapadı. Dudaklarından belli belirsiz bir kıpırtı geçerken yüzünde sokak lambalarının peş peşe ışığı yansıdı.
Emre Karakaya
Yorumlar