top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Emre Ocaklı- Zırh

Salona girdiğimde herkes elindeki atıştırmalıkları önündeki sehpaya bırakıp bana doğru döndü. Ses bir anda kesildi içeride ve herkes bana acır gibi bakmaya başladı. Gözlerinde bunu görebiliyordum. Ne zavallı bir çocuktum artık. Yalnız. Tek. Birkaç kişi yerinden kalkıp yanıma geldi. Sarıldılar sıkıca. Ağlamak istiyorlar ama yapamıyorlardı. İnsan sürekli ne kadar ağlayabilir ki, illa ara vermesi lazım. O ana denk geldim sanırım. Çünkü ağladıklarını, gerçekten ağladıklarını biliyorum. Duydum. Annemle kardeşimin oturduğu, on sene önce alınan beyaz koltuğun kenarına tünüyorum. Bana yer yok. Anneme sarılıyorum. Kardeşim buz gibi. Yüzünde hiçbir duygu izi yok ama gözlerinden yaşlar akıyor. Şaşkın. İnsan hayatında bir kez yaşıyor babasını kaybetmeyi. Bir kere kaybediyorsun ve artık geriye dönüş yok. Salt ölümü anlamak bile bu kadar zorken babamın gidişini sadece ölümle açıklayamıyorum. Daha büyük bir şey olmalı.

Fazla kalamıyorum salonda. Çok sıkıcı. Hep aynı sözler. Annemi öyle görmek de istemiyorum. Kalkıp yatak odasına gidiyorum. Kapıyı kapatıp yatağın kenarına oturuyorum. Babam kokuyor her yer. Şifonyerin üstünde kenarı gümüş rengi iki çerçeve var; birinde babamın gençlik zamanlarının fotoğrafı, diğerinde düğün geceleri. Ne kadar genç olduğunu fark ediyorum, benden de genç. Benden çok daha erken adam olmuş. Büyümüş. Yaşlandıkça yakışıklı olan adamlardan o da. Evin her köşesinde izi var; tavandan sarkan eski moda avizede, büyük dolabın üstüne konulan halılarda, duvardaki her çivide. Yatağa uzanıp yastığını çekiyorum kendime doğru. Dizlerimin üzerine koyuyorum. Koklamak geliyor içimden ama buna hazır değilim. Taşmam an meselesi. Ve içerideki bakışların hakkını vermem lazım; artık adam oldum. Büyüdüm. Çocuk gibi ağlayacak yaşta değilim ama bağıra bağıra ağlamak istiyorum. Bu düşünceden kurtulmak için gözlerimi yastıktan ayırıp yatak odasında gezdiriyorum. Kapının arkasındaki askıda annemin bir hırkası var. Yanında da babamın kahverengi gömleği… Nereden çıktı bu gömlek şimdi? Görmeyeli yıllar olmuştu…

***

Yaz ayı. Havanın geç kararması en çok bize yarıyordu. Öğlene doğru arkadaşlarımla büyük parkta buluşup top oynuyor, terlemiş bir halde eve gidip annemden günlük azarımı işitip öğle yemeğimi yedikten sonra tekrar dışarı fırlıyordum. Neredeyse her gün aynı… Bu yerinde duramaz halim yüzünden annem sürekli çamaşır yıkıyor, babam da yırtılan ayakkabılarımı ya dikiyor ya da yenisi almak zorunda kalıyordu. Çocuktum. Başka yapacak bir şey yoktu. Kimsenin yapacak başka bir şeyi yoktu.

Cumartesi günü. Yaşıtlarımla parkın yanındaki otoparkta futbol oynuyordum. Park büyük abilerin maç sahası olmuştu o gün. Biz de toprak zeminden betona geçmiş, yere düşüp kollarımızı, bacaklarımızı parçalamamak için büyük özen gösteriyorduk. Bizden yedi veya sekiz yaş büyük semtimizin abilerinden bir grup top oynadığımız yere gelip sanki biz maç yapmıyormuşuz gibi topumuzu alıp kendi aralarında oynamaya başladılar. Tüm hevesimiz bir anda kaçtı. Çünkü oynamayı ne zaman bırakacakları belli değildi. Ellerinde sigaraları, kıvrak hareketlere topu almamıza izin vermiyor, attıkları her çalımda birbirlerine bakıp kahkahalar atıyorlardı. Hepsini tanıyorduk, onlar da bizi tanıyordu. Neden sürekli böyle yaptıklarına anlam veremiyordum ama iyice canım sıkılmıştı. On üç yaşındaydım ve yaşıma göre onlardan çok daha becerikliydim futbol konusunda. Topu, aralarında en uzun boylu olan Kemal abinin ayağındayken zarif bir hareketle aldım. Ona çalım atmam çok zordu. Denemedim bile. Topu elime alıp, “Kemal abi lütfen, az kaldı bitiyor maçımız,” diye bağırdım. Pek oralı olmadı ve göğsünü kabartarak üzerime gelmeye başladı. Ya topu verecektim ya kaçacaktım. Önüme gelip dikildi, çirkin yüzüyle sırıttı. “Ver bakalım topu ufaklık.” Ne yapacağıma karar veremedim. Topa uzandı. Topu göğsüme dayayıp kollarımla iyice sardım. O da iri elleriyle topun boşta kalan taraflarından yakaladı ve kendine doğru çekmeye başladı. Fazla dayanamazdım. Yine de vermek istemediğimi anlaması için elimden geldiğince direndim. “Vay be! Ne kadar da güçlüsün sen,” dedikten sonra yine mide bulandırıcı bir kahkaha atıp toptan ellerini çekti ve iki eliyle omuzlarımdan itti. Yerdeydim. Başımı yere vurmamak için ellerimden destek aldım ama avuçlarım beton zemine sürttüğü an soyuldu ve kanamaya başladı. Yere düşen topu alıp hiçbir şey olmamış gibi oynamaya başladılar yine. Yüzüm öfkeden kıpkırmızı olmuştu. Ayağa kalkıp dövemezdim ya. Topu yine ayağından almak da büyük bir cesaretti artık. Ayağa kalkıp beni görebileceği bir yerde durup yüzüne doğru bağırdım. “Orospu çocuğusun sen!” Evim yakındı ve erkek gibi davranmanın tam zamanıydı. Kaçtım. Arkamdan yarı yola kadar o da koştu ama sanırım evime doğru koştuğumu anlayınca bıraktı. Eve girdiğimde kanayan avuçlarım, öfkeli yüzüm ve kıpkırmızı yanaklarım ne olduğunu anlatmama gerek bırakmadı bile. Ona bir şey yapamamış olmak beni iyice delirtmişti.

Babam alet çantasını banyonun içine yığmış, lavabonun altında bir şeyleri tamir ediyordu yine. Severdi tamir işlerini. Eli de yatkındı üstelik. Onaramayacağı şey yoktu. Öyle derdi. O halimi görünce birden doğruldu ve ne olduğunu sordu. Gözüm alet çantasındaki çekice takıldı. Çekici kaptığım gibi banyodan çıktım ve kapıya doğru koştum. Babam peşimden evden çıktığında ben üç kat inmiş, sokağa adım atmıştım. Koşmuyordum. Ağır ağır, aynı Kemal abi gibi göğsümü kabartarak yürüyordum. Patlatacaktım kafasını. Yapabilirdim bunu. Sessizce arkasına geçecektim ve indirecektim beynine. O sırada babamın arkamdan bağırmasını duydum. Durmadım. Yine bağırdı. Koşmuyordum da. Üçüncü bağırışında arkamı döndüm. Benden de Kemal abinden de heybetli görünüyordu. Siyah kadife pantolonu, kahverengi kareli gömleğiyle yüzünde daha önce hiç görmediğim bir gülümseme vardı. Bana bakıyordu. Yanıma gelip çekici elimden aldı ve pantolonunun arka cebine soktu, gömleğiyle üstünü örttü. “Gel bakalım,” dedi, “sorun neymiş görelim.” Onun yanında kendimi yenilmez bir adam gibi hissettim. Kimse benim topumu alıp beni itemezdi. Dalga geçemezdi kimse benimle. Otoparka gittiğimizde Kemal abi oradaydı. Babamdan bir iki adım önde yürümeye başladım. Bana bakarken gözlerindeki korkuyu görmek istiyordum. “Topu ver,” dedim. Cevap vermedi. Babam yanımdan geçip Kemal abinin yanına gitti ve duyamayacağım bir şekilde bir şeyler söyledi. Kemal abi topu bıraktı, yanımdan geçerken başımı okşadı ve gitti. Yüzündeki kaybetmiş adamı gördüm. Kazanmıştım. Babam sayesinde.

***

Salona dönmek için hazır değilim; acıma tuz biber olacak kelimelerden başka bekleyen bir şey yok. Annemin perişan hali tüm gücümü emecek. Ona ayıracak gücüm henüz yok. Belki de hiç olmayacak. Belki de sandığımdan çok daha güçsüzüm. Bu acının beni başka biri haline getirmesinden korkuyorum. Ve sanırım babanı kaybetmenin en büyük sonucu her şeyden korkan bir adam haline gelmek. Tüm gücümü aldığım toprak kurudu ve cılız bir dalın ucunda yarısı sararmış bir yaprak gibi sallanıyorum.

***

On sekiz ay süren askerlikten sonra yeniden evde olmak çok farklı bir duyguydu. Evde neredeyse her şey değişmiş, bambaşka bir düzene geçilmişti. Annemin yemekleri, babamın tamir merakı ve kardeşimin sürekli dışarda olup kavgalara karışması değişmemişti elbette. Neyse ki değişmemişti, yoksa uyum sağlamam sandığımdan çok daha zor olacaktı.

Askerde sabahın altısında kalktığım günlerin acısını çıkartmak için aynı saatte yatıyor, akşama doğru uyanıyordum. Birkaç ay sonra yine bir sabah yatmak üzereyken evin telefonu çaldı. O saatte çalan telefondan iyi bir haber gelmeyeceğini biliyordum. Odamdan çıkıp yatak odasının kapısında dikildim. Otuz saniye içinde babamın nasıl eski bir bina gibi yıkıldığını gözlerimle gördüm. Telefonu kapattı. Gözleri doldu. Anneme dönüp, “Babam öldü,” dedi, “şimdi ben ne yapacağım?” İlk defa babamı ağlarken ve bir çocuk gibi anneme sarılırken gördüm. Koca adam annemin kolları arasında eriyip gitti.

Hızlıca hazırlanıp evden çıkmak üzereyken babama sarıldım. Ağlamıyordu ama gözlerinde paramparça olmuş bir adamın izleri vardı. Dedemi sadece senede bir kere görüyordum. Köye gittiğimiz zaman veya o buraya geldiğinde. Dedemi kaybetmekten çok babamın haline üzülüyordum. Onun için ne kadar değerli olduğunu ve babasını kaybetmesinin ne demek olduğunu anlayamıyordum. Anlamaya çalışıyordum sadece. Parkta arkamdan yürüyen, varlığından güç aldığım babam değildi elinde valizlerle evden çıkan adam. Gözleri nemliydi, kamburu iyice çıkmıştı. Yüzünde korkan bir adamın ifadesi vardı. Bambaşka biriydi. Sıradan bir adama dönüşmüştü.

Yaklaşık on gün sonra döndüklerinde tüm akrabalarım başsağlığı için bizim evdeydi. Herkes hüzünlü halleriyle babama sarılıp dedem hakkında güzel şeyler söylemeye çalıştı. Ağlayanlar oldu. Herkesin onunla ilgili güzel anıları vardı. Eskimiş püskülleri, iyice aşınmış minderleriyle evi olduğundan daha eski gösteren koltukta, babamın yanı başında oturdum. Annem karşı koltukta köyü anlattı, geleni gideni, cenazeyi, gömüldüğü yeri. Babam fazla konuşmuyordu ama onu son gördüğümden çok daha iyi bir durumdaydı. Kambur durmamaya özen gösteriyor, kendisine söylenen her acı cümleyi büyük bir metanetle karşılıyordu. Arada babasının ne kadar çalışkan, güçlü, temiz kalpli bir adam olduğundan bahsetti. Sanki konuştukça kendine geliyordu. Gözleri anlatacak çok şeyim var dercesine bakıyor. Onun bu acıya rağmen nasıl böyle dik durabildiğini görünce onunla bir kez daha gurur duydum. Haberi aldığın anki çöküşü, bir anda çocuk oluşu, ağlaması gözümün önünden bir hayal gibi silinip gitti. Herkes çaylarını içerken babam bir anda üstündeki kahverengi kareli gömleğinin cebinden bir fotoğraf çıkartıp evdeki insanlara gösterdi. Çok eski, iki ucu yırtık ve soluk bir fotoğraf. Babasıyla köyde ineklerinin yanında… İkisi de gülüyor. İkisi de genç. Ölüm onlara o kadar uzak ki… Peşinden babamın yüzünde hafif bir tebessüm gördüm. Anlamamıştım o an o gülümsemenin yüzünde ne aradığını. Kabul etmenin, acıya yenilmeden daha kuvvetli bir adam olmanın işaretiydi o. Babam yine gözümde kahramanım olmuştu. Onun gölgesi benim en kıymetli sığınağımdı. Kolumu koluna dolayıp omuzuna yüzümü dayadım.

***

Ayağa kalkıp şifonyerin üstündeki fotoğraflardan birine iyice yakından bakıyorum. Küçükken beni hep anneme benzetirlerdi. Yaşlandıkça babama benzemeye başladım. Artık salona dönme vakti. Kendimi yırtarcasına ağlayamadım. Ağlamam lazımdı belki ama olmadı. Başka bir gün belki… Mutlaka. Bugün güçlü bir adam olmalıyım. Ailemin en büyüğü gibi durmalıyım üstüme yığılan buz gibi acıya rağmen. Kapının arkasından babam kokan gömleği alıp giyiniyorum. Tam oldu. Tüm çocuk hallerimi bu kahverengi zırhla örtüyorum. Söylenecek her acı kelimeye hazırım. İçimi yakacak her anıyı dinlemeye hazırım. Elimde bana benzeyen fotoğrafının olduğu çerçeveyle içeri, annemin yanına oturmaya gidiyorum.


Emre Ocaklı

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page