top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- İbrahim Savar- Koku

Kapıdan cama…

İrfan içerisi soğumasın diye aceleyle çekti kapıyı. Sokağın zehir gibi havası ciğerlerini yaktı. Hâlbuki iki dumanlanıp keyif yapacaktı. Sevmezdi kışı. Doğrusu, bu tarafını sevmezdi. Yoksa sobanın ardına devrilip sıcağa karşı gevremeye diyeceği yoktu. Orada cıgara içmesine razı olsa, Yeter’in yandan çarklı oluşunu bile umur etmez, onu sevebilirdi. Kısacası İrfan için hayat, çoğu zaman katlanması güç bir çileydi.

Hırsla çaktı kibriti. Çöp fıydırıp gitti ama yanmadı. Bir daha denedi. Kutunun kavı çizildi, yine yanmadı. İrfan kibriti yapanın yedi ceddine bir selam saldı. Üçüncüde çöpü çiftleyip yakabildi ancak. Kibritleri çifter çifter harcatmayı akıl eden mucide sövdü bu sefer de. Kaldırımın dibine tünedi. Soba, pencereden boynunu uzatmış, sarı sarı tütüyordu. Yeter, ateşe ihtiyarın eski pabuçlarını atmış olmalıydı. Yana eğilip Gülşenlerin camına baktı. Onların dumanı kapkaraydı. “Kömür yakar kocası olacak tomruk.” Adı Zeki’dir. Kamyon dolusu kömürü yazdan yıktırır kapıya. Çoluğa çocuğa dondurma ısmarlayıp bodruma taşıtır.

İrfan birinde oğlunu da yakaladı kömür taşıyanların arasında. Zavallı, daha ne olduğunu anlayamadan babası tokadı suratına aşketti. Zeki, “Etme yazıktır,” diye bir şeyler geveledi. Duymazdan geldi İrfan. Bağırıp çağırarak eve sürükledi oğlanı.

Çocuğun şaşkın bakışları arasında gömleğini sıyırdı. Aynada kendini izledi. Cılız kollarını yokladı. Kömürün başındaki Zeki’nin karaya belenmiş pazılarını düşündü, İrfan’ın bacakları gibiydi. Dönüp bir tokat daha patlattı oğlanın yüzüne. “Taşımayacaksın o ayının kömürünü.”

İhtiyar babasının kalın öksürüğü duyuldu içeriden. İrfan daha dertli çekti cıgarayı. Anası öldüğünde yetmişini geçmişti ihtiyar. Ona da oldu bir on sene. Kaç vakit daha yaşar? Yapabilir miyim, diye sordu kendine. Canı sıkıldı. Yeter’in çatık yüzü erkânıharp paşası gibi dikildi karşısına. “Babanın gazi maaşı olmasa acımızdan ölürüz”, dedi. Haklı bir yerde, diye düşündü İrfan. Ölmemeliydi ihtiyar. En azından İrfan doğru dürüst bir iş bulana kadar. “Şu düğün salonları kışın da çalışsaydı ya!”

Babası gençken gaziliğiyle çok övünürdü. Burun bükerdi anası. Erkek Ayten, derlerdi mahallede. Tepesi attı mı gözü kimseyi görmezdi. İhtiyarı kaç kez oklavayla kovalamışlığı vardı.

“Ulan gazi oldun da meydan harbi mi kazandın deyyus? Gazilere kurban olası! Tüfekle oynarken parmağını uçurmuş da, acımış maaşa bağlamışlar.”

Gülşenlerin camında bir gölge belirdi. Merakla bakındı İrfan.

Lise duvarının dibinde kolundan tutup çekmişti Gülşen’i. Saçları daha mı kıvırcıktı o zaman? Gülşen’in nefesi yüzüne vurunca, düşündüğü onca laftan hiçbiri aklına gelmemişti. Ağzından başsız sonsuz bir, “Kız bekle beni,” çıkmıştı yalnızca. Gülşen’in yanıtıysa pembe yanaklarına yakışmayan bir, “Hooşt,” olmuştu.

O günden sonra iflah olmadı İrfan. Ayına varmadan okulu boşladı. Derslerle arası iyi değildi zaten. Sene olmadan Gülşen’i de aldılar okuldan. Yaz biterken, yapı ustası Zekilerin bitişikteki evine gelin gitti. Peş peşe bunca felaket büsbütün kırdı İrfan’ın belini. Ağabey, dediği Zeki’ye düşman oldu. Alıp başını İstanbullara gitti.

İhtiyar bir daha öksürdü. Yapamazdı. Baba katili olmaya yetmezdi sütünün bozuğu. Hem izlediği bütün cinayet filmlerinde şıp diye buluyordu polisler katilin kim olduğunu. Mutlaka bir şeyleri unutuyordu aptallar. Son nefesi çekip izmariti yola fırlattı. “Beni de şu zıkkımlardan bilirler hemen,” dedi. Doğruldu. Başı döner gibi oldu. Evin önündeki duta dayandı. Ağacın dalında bir uçurtma ölüsü hışırdadı. Yaşasın iyi hoş da, şu altını bezleme olmasa, diye düşündü. Ellerini kokladı. Yüzü ekşidi. Neyle yıkasa, ne etse gitmiyordu sanki bu koku. “Belki de kendiliğinden ölür,” dedi İrfan.

Soğuk bir rüzgâr esti. Kapıyı örtüp sobanın başına yollandı yeniden.

Camdan kapıya…

Levent’in günlerdir canı sıkkındı. Telefonda Oya’yla tartışmışlardı. Belki huzur bulurum, dayımla laflayıp kafamı dağıtırım, diye gelmişti buraya. Dayısı televizyonun içine düşmüş, çıkamıyordu. Arabalardan uzanmış kollar, siyah beyaz bir filmin gece mi gündüz mü olduğu anlaşılmayan kovalamaca sahnesinde, boyuna ateş ediyorlardı. Oturduğu yerden uzanıp perdeyi araladı. Kirli kış gecesi, bozuk çatıların, yıkık bacaların üstüne bir hayalet gibi çökmüştü.

Bu pencereyi en çok kar yağarken severdi. Sobanın, ağırdan devirlenen bir motora benzeyen güp güpleri hâlâ kulağında. Herkes kendi köşesine kurulmuş. Annesi, anneannesi, dayısı. Bir kendi çocuk. Canının istediğini yapmaya izni var. Tencere, tava, rende ne bulursa taşırdı pencerenin pervazına. Gecenin siyahında uçuşan karlar, göktaşları gibi geçip giderdi Levent’in uzay gemisinin camından.

“Ne zaman atacaksınız o sitenin temelini?”

Bakmadan cevapladı dayısını.

“Haziranda.”

“Oya ne zaman dönecek?”

“Bahara doğru bitecekmiş inşaat.”

“Üzme kızı. Senin iyiliğini ister o.”

“…”

Hoppala, dedi içinden. Dayısı böyledir. Durur durur bir laf eder… Levent şimdi günlerce bunu düşünür. Huyunu bilmese, mahsus yapıyor, diyecek. Fakat kızamaz dayısına. Şaşar sadece. Oya’yla ilgili hiçbir şey anlatmamışken, Oya’yla görüşmemişken, onu nasıl olur da bilir? Üç bin kilometre öteden, edilmiş sözlerin, yaşanmış kavgaların kokusunu alır. Yok, annesi de anlatmış olamaz. Hem, yirmi yıldır içine konuşur o. Buraya sığındıklarından beri, dünya dertleri de günlük telaşları da giremez kapısından içeri. Tuhaf bir umursamazlıkla savaşır elden gelenle. El, geri kalan bütün dünyayla birlikte kardeşi, gelini hatta oğludur da çoğu zaman. Bencillik bile denemez. Bir nevi bitkisel yaşamdır onunki. Annesi sarı deriden, ağzı kemerli bir valizle bu sokağa girdiklerinde, “Artık evimiz burası,” demişti oğluna. Sonra da lazım olmadıkça konuşmadı bir daha. Bir bar kadınına tercih edilmenin yükü hep dilinin üstünde durdu. Kocasına veremediği cezayı, bütün dünyaya kesti.

Karşı evin kapısı açıldı. Ufak tefek biri çıktı dışarı. İrfan. Dikilip sigara yakmaya uğraştı bir vakit. Sonunda başardı. Kaldırıma çömelip tütmeye başladı. Bu haliyle en az ardındaki ev kadar kocamış ve kederli görünüyordu. Benim sakalıma ak düşmedi daha, dişlerim sapasağlam, diye düşündü Levent. Bir kabahat işlemiş gibi hissetti kendini.

“Kaç yaşındadır bu İrfan?”

Dayısı soruyu beğenmedi.

“Sana fena bir şey mi söyledi zibidi?”

“Yok. Merak ettim.”

“Senden küçüktür.”

“Öyle olmalı. Yalınayak sokaklarda dolaşırdı biz buraya…”

“Siz oraya gittiğinizde… Sığındığınızda… Dayın size kucak açtığında… Baban sizi kapıya koyduğunda… Yalvarırım çık artık şu girdaptan Levent. Hepimizin acıları var. Kabul, seninki hepsinden büyük… Ama bugüne gel artık.”

“Evet, annen kendince bir tepki geliştirmiş. Susmuş bütün dünyaya. Yine de hep o günü yaşıyor, diyemeyiz. Bir yanını köreltmiş, başka biri olmayı seçmiş, denebilir belki. Senin gibi açık fikirli birine yakıştıramıyorum ben bu saplantıyı.”

“Senle beraber ben de yaşadım her şeyi. Defalarca. Hepsi geride kaldı artık. Evlendik. Saygın bir işimiz var. Dünyanın dört yanına göz kamaştıran binalar diktik. Yakında kendi ülkemizde, kendi şirketimizin evlerini yapacağız. İyi kazanıyoruz, daha da kazanacağız. Şimdiden annene havuzlu yazlık bile aldık. İşler biraz rayına otursun çocuk da yaparız belki. Ha, bi tanem? Seninki gibi dalgalı saçları da olur. Lütfen! Bir cevap ver. Alo… Alo…”

Derin bir of çekti.

Karşıda İrfan, Gülşenlerin camına bakarak eve girdi. “Herkesin bir derdi var, “dedi Levent. Sözler dilinden mi döküldü, içinden mi geçirdi emin olamadı. Dayısı hâlâ gözünü kırpmadan izliyordu kurmalı oyuncaklar gibi yürüyen adamların filmini. Onunla ilgilendiği yoktu.

İnadını kırmak zordur dayısının. Hâlbuki bir razı olsa; şu evi kapasalar, dükkânı birine devretseler… Hayat defterinden kenarları yırtık, rutubetli sayfaları çekip alsalar… Zor. İrfan bile yıllarca İstanbul-İzmir gezip dönmüşken baba ocağına. Bin türlü ezanın üstüne Gülşen’in burnunun dibinde yaşamayı göze alarak. Başka yerde yurt tutmak zor demek.

Çayını doldurmaya kalktı. Sobada fıkırdayan mavi demliği eline alır almaz, birden bütün çocukluğuna yayılan bir koku fışkırdı odaya. Güven Bakkaliyesi’nin tahta raflarına uzanmış bir çocuk eli, kenarları çiçekli teneke çay kutusunu tuttu. Kulağına dayayıp salladı bir müddet. Çangal bıyıklı bir dede fotoğrafı kaşlarını çattı karşıdan. Ekmek teknesiyle oyun olmaz, demekti bu. Bir zamanlar çırağı olduğu, açık tutacak başka kimsesi kalmadığından, dayısı ölünce kapısına kilit vurulacak, eşyası da müşterisi de yaşlı, geçimlikten çok bir onur meselesine dönüşmüş dükkânın kokusuydu bu.

Levent, cevabı bile bile, bu kez o teneke kutunun hatırına, dönüp bir daha sordu. “Dayı, bu mahalleyi bırakıp ne zaman taşınacaksın annemin yanına?”

Dayısı akşam boyunca ilk kez televizyonu bırakıp yüzüne baktı. Levent kaçırdı gözlerini. Konuşabilseler her sorunu halledeceklerdi.


İbrahim Savar

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page