top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Korkut Kabapalamut- Ciddi Bir Karar

Vapur iskelesinin tam karşısındaki gün boyu kalabalık birahanede oturmuş, buz gibi soğuk biramı, işletmenin geleneksel ikramı kabuklu yer fıstığıyla zincirleme yaktığım sigaralar eşliğinde abartılı bir ciddiyetle yudumlarken, bu şehirden başka bir şehre, ülkenin ortalama büyüklükteki bir şehrinden en büyük, kalabalık şehrine taşınmanın iyi bir fikir olup olmadığını kafamda uzun uzadıya tarttım. Zaten özellikle bunu düşünmek, epeydir zihnimi meşgul eden bu konuda nihai ve sağlıklı bir karara varabilmek niyetiyle oturmuştum birahaneye. Eskiden beri sevdiğim, çok sık değilse de uğradığım bir mekândı. Buraya daima tek başıma gelirdim. Peşime kimseleri takmazdım. Ne sevgili ne arkadaş. Başkalarıyla beraber devam ettiğim buna benzer bazı yerler vardı tabii ama buraya yanımda ikinci bir kimse ile geldiğimi hiç anımsamıyorum. Gerçi bu yönde bir ilke kararı almış da değildim, muhtemelen birahanenin konumunun, evimden de, iş yerimden de oldukça uzak bir noktada bulunuşunun doğal, kaçınılmaz bir sonucuydu bu ayrıksı durum. Bu semtte tanıdığım kimse yoktu. Daha doğrusu oturup da beraber bir şeyler yiyip içmek, sohbet etmek isteyecek kadar yakından tanıdığım, önemsediğim herhangi biri yoktu. Olmasını da dilemezdim, neme lazımdı. (Arkadaş canlısı değilim.) Burada tek başıma oturup artık çoktan kemikleşmiş kimi düşünceler, saçma sapan birtakım hülyalar içinde birkaç şişe soğuk bira devirmek fazlasıyla hoşuma gidiyordu. Sessizlik, kendimle, iç dünyamla tamamen baş başa kalmak, genellikle konuşkan, keyfi yerinde çiftlerden oluşan diğer müşterileri, önümdeki kaldırımdan birer figüran edasıyla geçen sayısız insanı, tam karşımdaki tarihi iskeleden her on dakikada bir, daima yoğun bir trafiğin delicesine bir hızla akıp gittiği caddenin arkasındaki geniş kaldırıma boşalan yolcuları izlemek keyifli değilse bile daima oyalayıcı ve avutucuydu.

Yaklaşık kırk dakikanın sonunda ikinci biramın ortalarına geldiğimde henüz tatmin edici bir sonuca ulaşamamıştım. Zihnim bana gerekli yanıtı vermeye yanaşmıyordu. Acele etmiyordum. Hayatımın en önemli kararlarından olacaktı bu. Tüm yaşantım kökten bir değişime, hatta başkalaşıma uğrayacaktı. Yeni bir iş, yeni bir ev, yeni bir dost-arkadaş çevresi. (Fazla geniş olmamak kaydıyla elbette.) Bunları düşündükçe, her an ortaya çıkabilecek büyük bir kabahat işlemiş küçük bir çocuk gibi korkuyor, paniğe kapılıyor, duyduğum endişenin yoğunluğundan dolayı aklımı kaçıracak gibi oluyordum neredeyse. Hiç öyle bir hevesim de yoktu aslına bakılırsa. Ama öte yandan uzun zamandır yaşadığım, hatta neredeyse bütün hayatımı dar sınırları içinde hiç kuşkusuz hovardaca, ahmakça harcadığım bu şehirden de sıtkım sıyrılmıştı. Ona katlanmakta aşırı zorlanıyordum artık. Ona ilişkin her şey çileden çıkarıyor, çılgına çeviriyordu beni, bütün dengemi altüst ediyor, midemi bulandırıyordu neredeyse. Nefret ediyordum yaşadığım şehrin dünya ve haritalardaki gereksiz, sıkıcı varlığından. Aslında zavallı şehrimin bir suçu yoktu tabii, sorun bende, benim düşünüş ve yaşayış biçimimdeydi tamamen. Yabancı bir dergi tarafından dünyanın en yaşanılası şehirlerinden biri seçilmişti yakınlarda burası.

Yaklaşık son bir yıldır işimden hoşnut değildim. Çok yoğun çalışıyordum. İşverenlerim sevdiğim, saygı duyduğum kimseler değillerdi hiç, tahammül etmekte bile zorlanıyordum hatta bu gerçekten sevimsiz üçlüye. (Ruhen birbirlerine ne kadar da benziyorlardı.) Her geçen gün gerçek yüzlerini daha büyük bir açıklıkla görüyor, böylesi insanların varlığının yeryüzündeki yaşamı nasıl da çirkinleştirip özellikle benim gibiler yönünden güçleştirdiğini, çekilmez kıldığını düşünüyordum kederle. Dinleri imanları para, mal mülk olan, şehvet düşkünü, sefil hayatlarının hiçbir manevi anlamıyla boyutu bulunmayan bu kişileri gördükçe, onlarla ister istemez dayanılmaz bir sıklıkla muhatap oldukça, zaten ne yapacağımı, nasıl değerlendireceğimi baştan bu yana pek bilemediğim hayatımdan iyice soğuyor, kimi zaman öfke ve hayal kırıklığıyla sarsılıyor, kendimi işyerinden, bu cehennem çukurundan bir an evvel dışarı atabilmek için elimdeki işleri inanılmaz bir azim ve hızla bitiriyor, tabii bu yüzden arada ciddi hatalar da yapıyordum kaçınılmaz biçimde. Bu hatalar bekleneceği üzere, zaten zerre kadar hazzetmediğim bu iğrenç adamlarla ofiste bazen ufak tefek tartışmalara, bazen de ciddi boyutlardaki kavgalara yol açıyor, onlarla aramdaki duygusal mesafe daha da açılıp, artık istense de iki tarafça da kapatılamayacak bir büyüklüğe ulaşıyordu.

Ailemle de görüşmüyordum uzunca bir süredir. Yıllarca onlarla beraber yaşamıştım sorunlu bir şekilde. Son bir yıldır kendi evimde yaşıyordum. Daha doğrusu, kiraladığım küçük bir evde. Hiç sevmiyordum bu daireyi de. Isınamamıştım ona bir türlü. Sadece ufaklığından, iki-üç adımda bitip tükenen fare deliği kadar, darmadağınık bir yer olmasından dolayı da değil. Yalnızlığa alışamıyordum ne yapsam. Zaman zaman kız arkadaşlar getiriyordum tabii yanımda ama tek gecelik, doyuruculuktan hayli uzak ilişkilerden ibaretti bunların tamamı. Burada birlikte yaşamak isteyeceğim özelliklerde biriyle tanışamıyordum bir türlü. Ne yapsam olmuyordu. Belki çok yoğun çalıştığımdan, belki huysuz geçimsiz, müşkülpesent bir adam olduğumdan; ya da buz gibi biramın tadını elden geldiğince çıkarmaya çalıştığım bu nadir, değerli dakikalarda tahmin edemeyeceğim gizemli bir dizi başka uğursuz nedenler yüzünden.

Üçüncü birayı da sipariş ettim hiç düşünmeden. Genellikle dört bira içerdim buraya oturduğumda. Sarhoş değil de hafif çakırkeyif hâlde kalkardım masadan. Dengem bozulmaz, etrafa bakışım hiç buğulanmazdı. Hesabı ciddiyetle, ayakta dimdik durarak, kendimi fiziken komik duruma düşürme korkusuyla çabucak öder, garsonlar daima suratsız olsalar da sırf kendime saygımdan dolayı onlara birazcık bahşiş bırakır, yaklaşık yüz metre uzaklıktaki metro durağına doğru yürümeye başlardım örnek bir kararlılıkla. Bir saat sonra her daim diş bilediğim bomboş, ev sahibim tarafından berbat biçimde döşenmiş evimde olurdum. Soğuk, ferahlatıcı bir duş alınca büyük ölçüde normale döner, öylece devam ederdim üzerinde o kadar titizlikle, uzun uzun düşündüğüm hâlde bir yere bağlanamayan, anlamlandırmakta ölesiye zorlandığım, dolayısıyla anlatmaya da pek değmeyecek monoton hayatıma. Tabii salt hafta sonları olabilirdi böyle bir şey. Hafta içi çok geç çıkıyordum lanet işten. Bırakmıyorlardı ki Allah'ın cezaları kolay kolay. Ben olmasam birkaç gün içinde işlerinin bozulup iflasa sürükleneceklerini falan düşünüyorlardı sanırım aptallar. Gerçi pek haksız da sayılmazlardı bu endişelerinde. Ofiste benim haricimde işe yarayan, kafası azıcık olsun çalışan tek bir eleman yoktu.

Bir ay kadar önce ülkenin o en büyük şehrinde yaşayan yakın bir arkadaşım beni aramış, yanına davet etmişti. Daha önce birkaç kez yaptığımız gibi o güzel şehirde birlikte gezip tozalım, doyasıya hasret giderelim, keyif çatalım diye değil. Oraya taşınmamın, geleceğimi orada inşa etmemin çok iyi bir fikir olduğu kanısındaymış ne zamandır. Büyükçe bir evde tek başına, daha doğrusu pek sevgili kedisiyle beraber yaşıyordu, kız arkadaşı yoktu, yakın vadede öyle bir birliktelik de planlamıyordu, evini benimle seve seve paylaşmaya hazırdı. Bundan büyük bir mutluluk duyardı. Kiraya katkıda bulunmamı falan da beklemiyordu kendimi maddi anlamda toparlayana, yani düzenli bir iş bulup orada bir süre çalışıncaya, bir miktar para biriktirip önümü görmeye başlayıncaya kadar. Benim doğru dürüst yemek yapmayı bilmeyişim ya da genel anlamda ev işlerine pek yatkın bulunmamam –yani açıkça söylemek gerekirse bir ev arkadaşı olarak beceriksizin, işe yaramaz herifin teki oluşum- da hiç sorun yaratmayacaktı. O bunları yüksünmeden, hatta keyifle hallediyordu zaten. Ona yük olmazdım. Madem ki yaşadığım şehirden, o şehirde yıllardır sürdüğüm hayattan bu derece yaka silker hale gelmişim, o hayat bir noktada bir daha asla çözülemeyecek şekilde düğümlenmiş inatçı bir bağcık gibi kalmış, benim deyişimle tüm varlığımı dev bir mengene gibi sıkıp boğmaya başlamış, derhal onun yaşadığı şehre göçerek yeni bir başlangıç yapmamın önünde acaba ne gibi ciddi, tartışmaya değecek bir engel varmış ki? Ona kalırsa bir saniye durmam, düşünmem bile kabahatmiş, anlamsızmış. Henüz gençmişim, umudumu yitirmek benim yaşımdaki, benim eğitimime, yeteneklerime sahip birine hiç mi hiç yakışmazmış, eee ne diyormuşum bakalım, tamam mıymış, gerekirse business class uçak biletimi de hemen yarın göndermeye hazırmış ya da istersem bana dilediğim kadar borç para verebilirmiş derhal, vesaire, vesaire…

Kendimi bildim bileli kararsız bir insanımdır. En önemsiz, eften püften meselelerde bile seçim yapmam zaman alır, her seferinde kafam karışır, ne tarafa meyledeceğimi şaşırırım, bir yere konuk gittiğimde çayla kahve seçenekleri arasında bile uzun uzun düşünür, kilitlenip kalır, kendimi başkalarının önünde komik, acınası durumlara düşürürüm. Dolasıyla böyle ciddi ve ani bir öneri karşısında hemen kesin bir tavır alıp yanıt vermem benden beklenebilecek en son davranış olurdu. Arkadaşıma son derece cömert ve içten teklifi karşısında sevinip minnet duyduğumu, ama kendimi bu neredeyse hayati önemdeki konu üzerinde uzun uzun düşünmek zorunda hissettiğimi söyledim hâliyle. O da aklı başında, beni de uzun yıllardır çok yakından tanıyan biri sıfatıyla anlayış gösterdi, böyle düşünmekte son derece haklı olduğumu belirtti hatta. Dilediğin kadar düşün ama sakın yanlış, korkakça, sonradan pişman olacağın türden saçma bir karar vereyim deme ha! diye de bir solukta uyardı arkasından babacan bir tavırla. Sanki ne karar verirsem vereyim yanlış olmayacakmış; bu, ben ve benim gibi lanetlenmiş bütün ruhların korkunç yazgısı değilmiş gibi.

Dördüncü biramın son yudumunu da hiç azalmayan bir iştah ve keyifle mideye indirdikten sonra çevik bir hareketle masadan kalkıp, karanlık mekânın derinliklerinde belli belirsiz seçilen kasaya doğru hızla yöneldim. Hesapla para üstünün masama gelmesini bekleyebilecek kadar sabırlı, soğukkanlı bir insan değildim. Hiçbir zaman da olamamıştım. Borcumu ödedikten hemen sonra büyük bir kararlılıkla evime dönmek üzere metroya doğru uzun, iddialı adımlarla yürümeye koyuldum. Cadde epey kalabalıktı, hayat doluydu, kimi esnaf mallarını övmek, dükkânına mümkün mertebe çok sayıda müşteri çekebilmek amacıyla maniler söylüyor, nâmeler okuyordu benim gibi insanların asla tadamayacağı bir vurdumduymazlık ve neşeyle. Yani bir yandan eğleniyor, bir yandan da işlerini icra edip hayatlarını kazanıyorlardı hayret verici bir rahatlıkla. Bense çakırkeyif durumda ebedi yalnızlığıma, o nefret ettiğim uğursuz inime her adımda biraz daha yaklaşıyordum endişeyle. Bekleneceği üzere amacıma ulaşamamış, geleceğim hakkında sağlıklı bir karara varamamıştım yine. Günün birinde varabilecek miydim, onu da bilmiyordum. Belki tüm hayatım buyunca böyle ikilemler, derin gelgitler yaşayacaktım artık bir karar vermenin tamamen anlamsız, gereksiz görüneceği yakın bir tarihe kadar. O zaman işte daha mutlu, iyimser bir insan olurdum belki de, bu gibi can yakıcı kararsızlıklardan, kriz anlarından, zayıf da olsa kimi umutlarla beklentilerden tümüyle arınıp kurtulmuş orta yaşlı, kaderci, salt elindekilerle yetinmeyi, şehrinden, yaşamından, etrafındaki insanlardan biteviye yakınmanın yararsızlığını ömrünün muhtemelen ilk yarısı boyunca günbegün deneyimleyerek öğrenmek zorunda kalmış tuhaf bir adam sıfatıyla.


Korkut Kabapalamut

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page