top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Mertcan Furat- Bu Bir Cadı Hikâyesidir: Topluma Sığamadım

Benim adım cadı. En azından toplum tarafından öyle adlandırıldım. Kişisel adımın hiçbir önemi yok. Çünkü ben herkesin gözünde sadece bir cadıydım.

Nispeten küçük bir yaşta ailem ve çevremdeki diğer tanıdıklarımın etkisiyle bir adamla evlendirildim. Aslında iyi bir adamdı, evlenmek için ideal bir erkekti. Fakat benim aradığım ideal bir erkek miydi ondan emin değilim. Çok ilginç bir hayatım yoktu aslında. Gündüzleri ev işleriyle uğraşırdım, akşamları da eşim eve geldiğinde onunla otururduk.

İnsanları heyecanlandıran bazı hayatlar vardır, keşfetmek, düşünmek, sorgulamak ve yaşamak gibi. Hayatta kalmakla yaşamak arasında kayda değer bir fark olduğu görüşündeydim kendimi bildim bileli. İnsanları seyretmek, onların neler yaptıklarını görmek ve onlara yardım etmek istemişimdir. Tabii insanlardan kastım, erkekler.

Bizim toplumumuzda kadın pek evden dışarı çıkmaz, çıksa da evin işleri için çıkar. Evin işi çoktur ama bütün bir hayatını harcayacak kadar da değildir. Her gün yemek pişir, temizlik yap, ortalığı toparla. Tabii çocuğun varsa onunla da bir anne olarak ilgilenmen lazım. Benim bir çocuğum olmadı. Bu yüzden birçok kez eşimle aramızda tatsızlık çıktı. Bunlardan ben hiç gocunmadım, elimden bir şey gelmezdi.

Benim hikâyem aslında birkaç gün önce başladı, nasıl cadı olduğumun hikâyesi. Güzel bir kadındım, kendime bakmayı da severdim, üstüme başıma özen gösterir, hoş bir hayat sürdürmeye çalışırdım.

Birkaç gün önce, bir kitap okudum. Kitapta ütopya diye bir yerden bahsediliyordu. Buranın harikulade güzelliklerden, hiç bitmeyen şaraplardan ve paranın önemsiz olduğu bir toplumdan oluştuğunu okudum. Çok merak ettim, gitmek istedim, orayı görmeyi ve güzelliklerini tatmayı delicesine arzu ettim. Zaten kitabı da bir çırpıda bitirmiştim.

Kitabı okuduğum akşam eşimle konuştum. Gitmek istiyorum dedim, ütopyaya. Çıldırdığımı söyledi. Böyle safsatalarla beynini boşuna yorma, öyle bir yer olamaz, olsa da sen zaten gidemezsin dedi. İçim acımıştı. Ben hayatta kalmak değil yaşamak istiyordum. Ve ütopyaya gitmeyi de her şeyden çok istiyordum.

Ertesi sabah çok düşündüm, hiçbir iş yapmadım, sadece yatağımda uzanıp düşündüm. Ne yapmalıydım?

Ben özgür bir kadınım, hür irademle yaşarım, hayallerimle güderim hayatımı. Ütopyaya gidecektim.

Küçük bir çantaya eşyalarımı yerleştirip evden ayrılmaya hazırlandım. Belki de burayı son görüşüm olacaktı. Bu yüzden içeriyi iyice süzdüm, odamı, yatağımı, mutfağımı ve tüm eşyalarımı. Kapıyı aralarken son bir bakış attım evin içine ve sonra kapıyı açıp dışarı çıktım. Dışarı çıktıktan sonra kapıyı sessizce kilitledim, tedirgin adımlarla yürümeye başladım. İnsanların bana baktığını düşündüm, sanki beni gözetliyorlardı. Suçlu gibi hissediyordum kendimi ama değildim aslında.

Evden çıkmadan önce eşimin birikim yaptığı sandıktan cüzi miktarda para almıştım. Bunun bütün yolculuğuma yeteceğini düşünüyordum. At arabalarının olduğu yere gittim, içeri girdim. Beni ütopyaya götürebilecek bir at arabası olup olmadığını sordum. Gülüştüler. Sanki dünyanın en komik fıkrasını anlatmışım gibi yüzüme bakıp kahkahalara boğuldular. Sinirlenip orayı terk ettim.

Biraz daha yürüdüm, ütopyaya nasıl gideceğimi düşündüm. Kitabı yanıma almıştım, biraz dinlenip bir kez daha göz atmak istedim. Kitabı açmaya hazırlanırken içinden bir kart düştü yere. Alıp iki tarafına da baktım. Tek bir cümle yazıyordu üstünde.

“Ütopya içimizdedir.”

Yürümeye devam etmeden önce bunun anlamını düşündüm. Ütopya nasıl içimizde olabilirdi ki? Nasıl gidecektim ben oraya? Keşke nerede olduğunu söyleselerdi de yolumu bulabilseydim. Ruhani bir felç yaşadım. Yolumu bilmiyordum ve bu geceyi geçirecek hiçbir yer de bulamazdım. Yoldan sapıp ormanlık alana yöneldim. Büyük bir ağaç buldum, hayatımda gördüğüm nadir ağaçlardandı. Dalları birer asayı andırıyor, yaprakları kitap sayfalarına benziyor, gövdesi ise bilge bir insan siluetine bakıyorum hissi veriyordu. Ağacın duruşu, şekli, yüreğimde uyandırdığı his bana güven verdi. Burada uyumanın geceyi geçirmek için uygun olacağını düşündüm.

Ertesi sabah gözümü açtığımda gözümün önünde bir tilki gördüm. Sıçradım, nereye kaçacağımı bilemedim. Sırtımı ağaca yasladım. Tilki bana baktı, uzunca bir süre öylece durdu, sonra da ormanın gölgesinde kayboldu. Benim için bir uyarı çağrısı olmuştu. Çantamı toparlayıp yeniden yola çıktım, patikayı buldum, hiçbir yol ayrımı olmadığından dümdüz ilerledim. İlerlemek güzel bir his, insan ilerlediğini hissettikçe kendiyle barışıyor.

Patikanın sonuna geldim. Gördüğüm tek şey saf ve berrak bir göldü. Kendime baktım, yüzüm kararmıştı, cildimde bir solukluk vardı. Bundan dolayı hiç üzülmedim. Hatta kendimi çok daha güzel görüyordum artık. Gölün suyuyla kendimi temizledim. Birkaç saniye ayakta durup güneşe baktım, ne kadar güzel göründüğünü düşündüm, sonra da birden yere yığıldım.

Uyandım, eski evimdeydim. Eşim başımda durmuş bana bakıyordu, yanında da birkaç arkadaşı vardı.

“Ne oldu bana?” dedim.

“Seni kaçarken yakalayıp uyuşturucu okla vurduk,” dedi eşim.

“Ama ben kaçmıyordum ki.”

Soğuk bir edayla yüzüme baktılar. İçlerinden birisi “cadı” dedi. Diğerleri de başlarıyla onaylamaya başladılar, korkmuştum.

“Ben cadı değilim,” dedim.

“Sen cadısın, hem de en kötülerinden. Toplumun ahlakını ve düzenini bozmakla yargılanıyorsun. Ben yargıç…” dedi. Yargıcın ismini hatırlamadığımdan buraya yazamadım.

Tanımadığım iki adam beni apar topar yataktan kaldırıp kollarımdan tuttular, zorla götürmeye çalıştılar. “Bırakın.” diye bağırdım ama kimsenin umurunda olmadı. Evden dışarı çıkardılar, birkaç dakika yürüdükten sonra bir gölün kenarına geldik. Göl leş gibi kokuyor ve aşırı derecede pis görünüyordu. Burada bana ne yapacaklarını düşünmeye çalışırken elinde kocaman bir kaya ile kaslı bir adam geldi. “Bağlayın.” dedi yargıç. Beni buraya kadar sürükleyen iki adamdan sağ tarafımda olan bacağımı kaldırdı, taşı sağlam bir iple ayak bileğime bağlamaya başladı. “Ne yapıyorsunuz bana?” derken yargıç eliyle susmamı emretti ve konuşmaya başladı.

“Bugün burada bir cadı vakası ile karşı karşıyayız. Eğer sen bir cadıysan o zaman seni bu kayayla birlikte suyun içine attığımızda sudan kurtulursun ve cadı olduğun kanıtlanır. Bu yüzden de seni öldürmek zorunda kalırız. Cadılar aramızda yaşayamaz. Eğer sen cadı değilsen o zaman seni bu kayayla birlikte suyun içine attığımızda suda boğulursun ve böylece ismin temizlenmiş olur.”

Bu korkunç fikri kim ortaya atmıştı? Böyle bir saçmalık olabilir miydi? Her halükarda ölecektim. Bu toplum, bu insanlar, bu zihniyet bana ne yapmaya çalışıyorlardı öyle. Ben ne yapmıştım ki?

“Ben ne yaptım da beni cadı diye adlandırdınız?” diye sordum hıçkırarak.

“Bir toplumda kadının yapmaması gereken şeyleri yaptın. Eşinden kaçtın, evini bıraktın ve uzak diyarlara gidebilmek için yollara düştün.” dedi yargıç.

Sırf bu yüzden miydi yani? Sırf hayallerimin peşinde koştum diye mi cezalandırılıyordum? Sırf arzularımın arkasında durdum diye mi toplumdan dışlanmıştım?

Düşüncelerim gökyüzünde süzülen bulutlar gibi artarken eşim dediğim adam beni suya itti. Gözümün kapandığını hissettim, sonra da algılarım durdu sanırım.

Uyandığımda küçük bir kulübenin içinde buldum kendimi. Kulübeden dışarı çıkar çıkmaz önümde kocaman bir tabela gördüm. “Ütopya” yazıyordu tabelanın üstünde. Yazının ilerisine baktığımda benim gibi yüzlerce hatta binlerce insan gördüm. Masmavi bir denizin kıyısında hep beraber şaraplarını içiyor ve gülüşüyorlardı. Ben de onların arasına katılmayı düşünürken yanıma bir kadın geldi ve “Ütopyaya hoş geldin.” dedi. Anlamıştım, artık ütopyadaydım. Sanırım ölmüştüm ama önemli değildi. Ütopya benim içimdeydi ve ona ulaşmıştım.


Mertcan Furat

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page