top of page

Öykü- Mustafa Seyfi- Kiralık Oda

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 21 Eki
  • 6 dakikada okunur

Aynanın karşısına geçti. Elleriyle alnını, gerdanını, yanaklarını tek tek gerip yüzünü inceledi. Gördüğüne ikna olmayınca yüzünü germeyi bıraktı. Aynadaki aksi kendisine yabancı biri gibiydi yıllardır; hayattan zevk almayan, duygusal ölümü gerçekleşmiş, oksijen israfı bir ceset. Kendini güzel bulduğu da yoktu. Kendini güzel bulan kadınlar gibi pervasız ve zalim değildi, çirkin bulanlar gibi çekimser ve içe kapanıktı.

Yüzüne soğuk su çarptı, peşinden dişlerini fırçalamaya koyuldu ağır ağır. Dilinde az evvel seviştiği adamın içtiği sigaradan kalma tat vardı hâlâ. Aynı adamın terine karışmış bir koku var mı diye koltuk altlarını kokladı, deodorant süründükten sonra odaya döndü.

Odanın içi ekşi ekşi kokuyordu hâlâ. Kiralık odanın, az evvelki ‘kanun dışı’ sevişmeden kaynaklı terinin kokusu. Kanun dışı sevgilisi de yatakta sırtüstü uzanmış kendisini izliyordu.

“Böyle dalgın dalgın bakınca, babamın gençliğine benziyorsun,” dedi kadın zoraki gülümseyerek.

Adam ellerini ensesine dayadı ve cevap vermeksizin baktı kadına. Ne zamandır tanıştıklarını, kadının kocasına türlü yalanlar söyleyerek kaçıncı defa kendisine geldiğini ve hep yaptıkları gibi bu kiralık odada birlikte olduklarını düşündü. Ve kaçıncı defadır kadının kendisini babasına benzettiğini…

Kadın yorgundu, babasına benzeyen bir adam arıyordu. Tanıyıp sevdiği bütün kadınlar babalarını arıyorlardı. Ama adam da yorgundu. Ve kimsenin babasına benzemiyordu, kendi babasına bile.

Kadın abajurun üzerinden gömleğini aldı, üstüne geçirip düğmeleri iliklemeye başladı. Acele ettiğinden olsa gerek, bir düğmeyi atladığını fark edip başa döndü. Huzursuz insanların tedirginliği vardı hareketlerinde. Adamın da yargılayıcı gözlerle baktığını görünce panikledi, dikkati başka yere çekmek için araya girdi.

“Yüzümü gerdirmek istiyorum, ne dersin?”

“O da nerden çıktı birdenbire?”

“Birdenbire olur mu hiç? Zaten aklımdaydı. Bizim ofisteki kadınların çoğu yaptırdı.”

“Samimiyet mi istersin, nezaket mi?”

“Samimiyet elbette…”

Adam durakladı, anlamaya çalıştı kadının yüzündeki ifadeyi. Hep büyük hayalleri olan kadınları sevmişti şimdiye dek. Hayal kırıklıklarının büyüklükleri de bundandı. Ama artık kadınların hayalleri mi küçülmüştü, yoksa dünya büyük bir estetik cerrahi ameliyathanesine mi dönmüştü, anlamıyordu.

“Herkesin birbirine benzemesi değil güzellik.”

Kadın aldığı yanıttan hoşnut kalmamış, dahası bozuntuya vermemeye çalışsa da afallamıştı. Bu sebeple içi içini yiyordu, karşılık vermese olmayacaktı. Çünkü aşkta ve savaşta her şey mübahtı. Aşkın da savaşın da sonu iki taraftan birinin ölümüydü; fizyolojik ve psikolojik ölüler.

“Senin,” deyip durdu, gömleğinin son düğmesini ilikleyip ekledi, “popüler olan her şeyle sorunun var zaten.”

Adam hiç gücenmiş görünmüyordu bu lafa, fakat bu kadının bozuntusu daha da artırmıştı.

“Otuz yaşımın ilk metrelerindeyim,” diyerek yatakta doğruldu adam, “ve popüler olana alerjim olmuştur her zaman.”

‘Otuz yaşın ilk metreleri’ni işiten kadının o bildik yarası depreşti. Kendi kafa kağıdında yazılı doğum tarihiyle adamınki arasında kaç sene olduğunu hesaplamaya çalışırken buldu kendini gene. Neden sonra bu saçma hesap alışkanlığını kesip sağ elinin parmaklarıyla sol elinin yüzük parmağını yokladı, parmağındaki boşluğu hisseder hissetmez gözleri büyüdü.

“Yüzüğüm, yüzüğüm nerde?”

Adam sükunetini koruyarak yanı başındaki şifonyerin çekmecesini açtı ve içinden aldığı altın bir alyansı kadına uzattı. Kadın yüzüğü aceleyle parmağına geçirirken ona bakıp düşündü. Yüzüğünü çıkarıp sevişen bir kadın daha.

Kadın adamın kendisine manalı manalı baktığını fark edip gülümsedi.

“Sen çok romantik bir adamsın.”

Adam beklemediği yerden yakalanmıştı.

“Ne alaka?”

“Bana nasıl baktığını sen görmüyorsun tabii. Gayet romantik, içli bakışlar bunlar…”

Adam istemsiz gülümsedi, kadın iç sesini yanlış tercüme etmişti.

“Öylesin işte, yalan mı?”

“Bilmem, öyleyimdir belki. Ama romantizm zararlı bir şey bence.”

Kadın şaşırdı.

“Neden zararlı olsun ki? Romantik adamdan kime zarar gelmiş?”

“Romantik adamdan zarar gelmemiştir belki ama romantik adama zarar gelmiştir herkesten.”

Kadın yüzünü ekşiterek düşünceye daldı. Kocası ile arasında çoktan tükenmiş olan aşkı, kopmuş olan bağı, birtakım sahte alışkanlıklara sıkıştırılmış sevgiyi, hepsini ve kendini tamir etmek için seçtiği, karşısında duran adamı... Evlilik, hayat dedikleri güçlü dalgaların eninde sonunda herkesi savurduğu bir limandı. Bu liman kimileri için sütliman iken, kimileri için de ölümcül sivri kayalıklardan oluşan bir limandı. Aşk ise bu ölümcül limandan kurtulmak adına insanın hayal kurmasına vesile olan kâğıttan bir gemi. Ve insanoğlu aşkı, yeni bir aşkla unutmaya programlanmış basit bir haşerattı.

Adamın paketinden çektiği sigarayı yakıp yanına oturdu kadın ve sanki kendi kendine sayıklıyormuş gibi anlatmaya başladı.

“Bu gece de babamı gördüm rüyamda. Her gece babam ölüyor rüyalarımda, ben her gece yeni baştan yetim kalıyorum.”

Sigarasından derin bir nefes çekip adama uzattı. Adam başını iki yana sallayarak reddedince, bir nefes daha asılıp küllüğe bastı izmariti. Yarım içilip yarım yamalak söndürülen sigaranın dumanı tastamam yükseldi odanın tavanına doğru. Aralarında epeydir süregelen, ismini koymaya çekinip görmezden geldikleri o tatsız hava gibi. Öyle bir tatsızlıktı ki bu, ilk başlardaki sıcak heyecanı da bir sünger gibi ağır ağır emer olmuştu.

Kadın sırf bu havayı dağıtmak için işyerindeki aylık raporlamalardan, yaşanması muhtemel risklerden ve bütün bu olanlardan sorumlu tuttuğu, ekseriyeti hemcinsi olan arkadaşlarından bahsetti tek tek. Adam anlatılanları uzun uzun, sabırla dinledikten sonra yapmacık bir ilgiyle, “Dert etme,” diye karşılık verdi, “daha ortada bir şey yok. Hem biliyorsun, başa gelen çekilir. Başa gelsin, çekeriz.”

Kadın, adamın verdiği tesellideki özensizliği sezdi ve öfkesini hemen orada ortaya döküp kendini zayıf göstermemek için eşyalarını toplama bahanesiyle banyoya gitti. Kapanan banyo kapısının ardından eşyaların hınçla yere fırlatıldığının emaresi birtakım gürültüler koptu. Adam telaşa kapılsa da olduğu yerden kımıldamadı. Şimdi yanına gitmenin, işleri daha da tatsız bir noktaya getirmenin manası yoktu. Fakat gene de yüreğinde aşina olduğu bir sıkıntı karıncalandı. Kendini, bu kaçak göçek ilişkinin en başında yaşadıklarını hatırlamaya çalışırken buldu. Birbirlerini ilk gördükleri an, bütün tazeliğiyle duruyordu belleğinde. Daha evvelden, yıllar öncesinden birbirlerini tanıyor gibiydiler; içleri birbirine akmıştı sanki, öyle bir sıcaklık. Bütün bu sıcaklığa rağmen kadın çekiniyor, bazı gerekçeler sunarak uzak tutuyordu kendini bu ilişkiden. Ama adam neler dememişti ki onu ikna edebilmek için.

“Aldatmak mı? Kendini aldatmak daha kötü değil mi? Artık hiçbir şey hissetmediğin biriyle yaşamak, bu mu aşk? Sen kocanı aldatma peşinde değilsin, kendini aldatmaktan kurtarmanın peşindesin.”

Aşkın, tutkunun, kavuşamamanın dozu arttıkça, ona koşut artan şaşalı sözler, cilalanmış bir romantizm…

“Çok yalnızsın, biliyorum. Bütün o kalabalık içinde kimsenin görmediği, umurunda olmadığı katran koyusu bir yalnızlık. Kaldı ki kocanı da sevmiyor değilsin. Ama bu sevgi liseden, mahalleden, işyerinden bir arkadaşına duyduğun gibi bir sevgi. Alışkanlıktan farkı olmayan, kuru, kupkuru bir sevgi. Oysa sen içinde merhamet olan bir sevgi istiyorsun. Tıpkı benim gibi. Çünkü sen de çok sevilen bir çocuktun küçükken; şimdi hangi yere baksan, nereye gitsen, seni nasıl severlerse sevsinler bunun yerini tutmuyor. Birbirimize benziyoruz. Kararmış insanların içinde bembeyaz kalabilmiş iki garibiz biz. Birbirimizi bin kilometre öteden gördük ve sarıldık. Hepsi bu.”

Hatırladıkça kendinden, değişen tavrından, büyüklüğü altında ezildiği sözlerinden, hatta ikiyüzlülüğünden utandı. Bu palavraları sırf kadını elde edebilmek adına mı sıkmıştı yani? Hiçbir gerçeklik payı yok muydu bunlarda? Öyleyse ne diye kadının en ciddi sorununa karşı dahi böylesi kayıtsız bir tavır takınır olmuştu? Yoksa aşkta istediğini elde eden zayıf erkekler gibi o da zaferin rehavetine mi kapılmıştı? E peki neydi o popüler olana alerjiler falan? Bu yaptığı da çoğunluk erkekler tarafından gerçekleştirilen, amiyane tabirle popüler bir davranış değil miydi?

Bütün bu düşünceler, içinde aklının çırpınıp durduğu bulanık bir deniz gibi bir dalgalanıyor, bir duruyordu. Boğulmamak için kalktı, giysilerini arandı.

Kadın hâlâ banyodaydı. Hem ağlıyor hem kendini izliyordu aynanın karşısında. Diğer kadınların saçını, kaşını, gözünü düzeltip güzelleşmek için karşısına geçtikleri aynalar, kimseyle paylaşamadıklarını paylaştığı birer sırdaş olmuştu onun için. Sırdan yapılma sırdaş aynalar.

Gözlerini silip kalan son eşyaları da almak için odaya döndü. Adamla göz göze gelmemek için üstün bir çaba gösterdiler karşılıklı. Kadın komodine uzandı ve buraya gelirken uğradığı süpermarketten satın aldığı, kapağında birtakım kişisel gelişim zırvaları yazılı kitabı aldı eline. Kitaptan beş on sayfa okumuş okumamış, sonra sıkılıp bir kenara bırakıvermişti. Kiralık odada kiralık teselliler sunan ucuz bir kitap. Hissettiklerini anlayacak, doğru bir dille damıtarak kendisine de anlatacak, ararken kaybolduğu o yolu gösterecek bir kitap bulma ümidini kaybedeli çok olmuştu. Hiçbir yazarın, hiçbir kitabın dindiremeyeceği acılar, dolduramayacağı boşluklar vardı. Bilinen bütün acılardan ağır, bütün boşluklardan derin. Herkesin içinde babadan yenmiş bir tokadı hatırlatan. Yaşanma şansları elinden alınarak piç edilmiş mutlulukları hatırlatan… Zaten insan yaşanamamış şeyler hakkında derin bir üzüntü duyuyorsa ya çok kederli biridir yahut ciddi bir bunalımdadır; modern zamanların lügatinde ikisi de aynı şey.

Dalı kalmamış kuru bir yaprak gibi savrulduğunu hissediyordu oradan oraya. Babası ölmüştü, annesiyle görüşmüyordu, evliliğin ilk gününden beri şiddetin her türlüsünü gördüğü kocasını aldatıyordu ve son birkaç yıldır birlikte olduğu, kendisiyle görüşebilmek için türlü fedakarlıklar yaptığı sevgilisiyle arasında da isimsiz, cisimsiz, ne olduğu belirsiz bir gerilim vardı. Nereye gitse deprem, hangi limana sığınsa fırtınaydı hep.

Birden silkelendi. Aklına gelmiş de sanki kendi kendine anımsatır gibi lafa girdi.

“Evden ayrılacağım.”

Adam anlamaz bir tavırla baktı ilkin. Uzun bir sessizlikten sonra uykudan uyanmış gibi yalpalayarak sordu.

“Ne evi?”

“Ev işte… Benim için ev kocam, annem, babamın mezarı, hatta belki de sen… Bütün bunlar benim evim ve ben evimi terk etmeliyim.”

“İyi de neden?”

Kadın bir müddet sessiz kaldı, sonra önemsiz bir şeyden bahsedercesine fısıltıyla cevap verdi.

“Bu ‘ev’den ayrılıp tek başıma yaşarsam, kendimi bulacağım.”

Adam durdu. Bildiği bütün karşılıklar manasız geliyordu şimdi. Bir yandan hüzünlü gözlerle kadını seyrederken, diğer yandan ceketini sırtına geçirdi, kol saatini taktı, eliyle gelişigüzel saçını düzeltti, en sonunda da cesaretini toplayıp karşısına dikildi kadının.

“Ya bundan fazlası değilsen?”

Bu sözler, buzdan kalıplar gibi dökülmüştü adamın dudaklarından. Buz gibi sözler sarmıştı kadının kalbini. Buruk gözlerle bakıyor, âşık olduğu adamdan işittiği sözler karşısında kendisini ezgin ve kırgın hissediyordu artık. Dışarıdan bir gözle kendini görür gibi oldu bir an, baştan aşağı yorulmuş, hırpalanmış ve tükenmiş. Aşk böyledir, insanda kendine karşı acıma duygusu yaratır.

Kiralık odanın kiralık camına, kimin olduğu ezelden beri belirsiz yağmur damlaları vurmaya başladı. Cama vuran damlaların tapırtıları eşliğinde sustular. Kadın bu yükü daha fazla taşıyamayacağını hissederek çantasını aldı ve hiçbir şey demeden çıkıp gitti. Kiralık odada tek başına kaldı adam. Kiralık duygularıyla baş başa.


Mustafa Seyfi

 
 
 

1 Yorum


Can Sezer
Can Sezer
21 Eki

Yine bir anın içinden, dar bir mekandan, sıkışmış insanların ağzından, varoluşun evrensel meselelerine ustaca geçiş yapan bir Seyfi öyküsü, tebrikler..

Beğen
bottom of page