top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Nurgök Özkale- Karganın Bildiği

Rüzgâr birini azarlıyor gibi sertçe esti. Sahil yolundaki palmiyeler hep birlikte hışırdadılar. Çizgi romanlardaki cenaze levazımatçılarına benzeyen, parlak tüyleri havalanmış, sivri burunlu bir karga gelip soyunma kabinlerinin üstüne tünedi, gözlerini kısarak ufka baktı. Güneş, denize uzanmış kale burçlarını çoktan aşmış, bir kavis çizerek ufka eğilmişti. Bir bok böceği, yusyuvarlak yaptığı taze bir at pisliğini ite ite merdivenlerin başına kadar getirdi. Soluklanmak için bekledi, sonra arka ayaklarının üstünde dikilerek at pisliğini yokuş yukarı yuvarlamaya başladı.

Sahile inen merdivenlerin başındaki otobüs durağı okuldan yeni çıkmış öğrencilerle doluydu. Bekleyenler arasındaki bir kız, birden dirseğiyle yanındakileri dürttü, kabinlerin karşısındaki banka oturmuş, hıçkıra hıçkıra ağlayan yaşlı bir adamı gösterdi. Çocuklar aralarında birkaç dilsiz işareti paylaştılar.

Emekli banka müfettişi yaşlı adam-adı Ömer’di-gözlerini tehditkâr bakışlı kargadan ayırmadan, bir sorgu hâkiminin karşısında ifade verir gibi, “Yemin ediyorum bilerek yapmadım, yapmadım, yapmadım,” diye diye çırpınıyordu. Ağlaması giderek şiddetlendi, yürek tırmalayan acı yüklü bir sese dönüştü. İnledikçe inliyor, içi kabardıkça kabarıyordu. Kaldırıp denize atmak istiyordu kendini. Bir ara rahatlar gibi oldu, iç geçirip, “Aşina yok derdime; ben söyledim, ben dinledim,” diye mırıldandı. Kendi sesinden müteessir oldu, sağanak halinde boşalarak bir ağıt daha koyverdi.

Ömer Bey, o gün öğle saatlerine doğru perdeleri çekilmiş yarı karanlık odasında yatağının üzerine oturmuştu. Dışarı çıkmak üzere hazırlanıyordu. Pijamasını çıkarırken mutfaktaki televizyondan her sabah saat onda başlayan-karısının her gün izlediği-yemek programının sesi geliyordu. Ocakta pişen nohutlu ıspanağın kokusu oda oda dolaştıktan sonra gelip burnuna sokulmuştu ama artık iştahını kabartmıyordu. Söylemeye dili varmıyordu ama karısı eskisi kadar iyi yapamaz olmuştu yemekleri; elinin lezzeti de kalmamıştı. Evlendikleri ilk günlerde koltukta uyuyakaldığında battaniye getirip üstüne örterdi ama Ömer Bey artık her tarafı tutulmuş, kemikleri takırdamış bir halde kalkıyordu koltuğundan. Bir kuru tatlı söze bile hasret bırakmıştı karısı, artık ihmal ediyordu onu; üstelik daha da çok kırıyordu. Derin bir nefes çekti içine. Boğazında bir makara döndü. Çok ağladığı halde küskünlüğü geçmemiş çocuklar gibi titredi. Gece yatağına yatar yatmaz pencere demirlerinin önünde bir karaltı belirmişti. Sağ gözü katarakttan görmez olmuştu Ömer Bey’in, ameliyat da fayda etmemişti; kalan sol gözüyle idare ediyordu. Tek gözünü ışığa uydurup ne olduğunu seçmeye çalışırken karaltı bir kargaya dönüştü. Ömer Bey bütün bedeniyle sarsıldı. Karanlığın içinden soğuyan kalorifer demirlerinin çıtırtıları geliyordu. Sesler beyninde yankılanırken karga yerinden kalkıp yatağın üstüne kondu. Uğursuz gözlerini dikip alay eder gibi baktı. Ömer Bey, yalvar yakar oldu. “Bilerek yapmadım, yapmadım, yapmadım,” diye ağladı. Ama kuş eyvallah etmedi, çoktan sağırlaşmıştı; her gece yaptıklarını gene yapacaktı besbelli.

Yaptı da.

Ömer Bey’in karnını gagalayarak delik deşik etti, kafasını sokup ciğerini parçaladı, kopardığı her bir parçayı çiğ çiğ yedi. Sonra kanlı ağzıyla yerinden kalktı, gidip pencereye tünedi. Bir daha da çekip gitmedi oradan.

Ömer Bey’in parmakları sıkılmaktan sızım sızım sızlıyordu. Boğumları kaskatı kesilmişti. Karanlık, kadifeden bir pelerine bürünmüş, gökyüzünde ay soğuk soğuk terliyordu.

Yatağından kalkıp guttan şişmiş ayaklarını sürüye sürüye, kapatılıp küçük bir odaya dönüştürülmüş balkona gitti, lambayı yaktı. İçinde birden taptaze bir cesaret, gencecik bir kuvvet yeşerdi. Belki de bu sefer kalbinin kuburunu boşaltıp sabaha tertemiz çıkardı.

Masanın üstünde duran, böylesi buhranlı gecelerde üstü karalanmış cümlelerle dolu anı defterini alıp divana oturdu. Pencerenin karşısındaki sokağa yan yana dizilmiş apartmanlar, yorganlarını çekmiş uyuyorlardı. Bitişikteki caminin şerefesi karanlığa gömülmüştü. Karşıdaki dağa doğru tırmanan yayla yolunda bir sokak lambası uykuya çekilerek kararmış beton binaların arasından göz kırpıyordu. Ne karısının odasından ne de kızınınkinden ses geliyordu. Karısı ilk akşamdan yatağa girer, yastığa beş santim kala derin uykulara düşerdi. Odalarını uzun zaman önce ayırmışlardı. Ona gece kuşlarıyla arkadaşlık etmek kalmıştı.

“Oh,” dedi kendi kendine, “Cennet bu sessizlik.”

Tam kalemi eline almıştı ki karısı başına dikildi. Odasının penceresi balkona baktığı için, ışık yanınca rahatsız olmuştu.

“Ne var, yine ne oldu,” diye çıkıştı aksi aksi. “Gece gece kalkmışsın, bu soğukta burada neden oturuyorsun?”

Azarlanmak gücüne gitti Ömer Bey’in. Yumuşak yumuşak konuşulsun ister, karısının sesinde şefkat arardı. Hem tatlılıkla sorulsa dili de çözülürdü belki. Sarmaş dolaş olurlardı; başını karısını göğsüne dayayıp ömründe hiç ağlamamış kadar ağlardı. Bir gayretle ağzını açtı, derin bir nefes alınca makara boğazına çarparak takırdadı. Dudakları titredi. “Hanım benim başıma öyle bir bela geldi ki…” diye başlayacaktı, buz tutmuş nehirlerin baharda çatır çutur çözülüp çağıl çağıl akması misali boşalacaktı neredeyse…Yapamadı. Dudaklarını büzerek yeni bir ağıt tutturdu.

“Ne var ağlayacak Ömer? Ne dedim şimdi ben?” dedi karısı, kapıyı çekip çıktı. Bendini aşan bir ağıtla boşaldı yeniden Ömer Bey.

Patates satıcısının hoparlörden yayılan sesi sokağı boydan boya geçerek kayboldu. Küskünlüğe benzer bir his geziyordu içinde. Hiç anlamamıştı karısı omu, hem de hiç, kırk yıldır hiç anlamamıştı. Tam cesaretini toplamıştı işte, ne güzel anlatacaktı ama karısı gene mahvetmişti her şeyi. Pantolonunu giyip, kemerini bağladı. Evde televizyonun sesinden başka ses duyulmuyordu. Bir yıllık evliliğini bitirip yanlarına taşınan kızı çoktan işe gitmişti. Damadını sevmediği için aralarına nifak soktuğunu-boşanmasından onu sorumlu tuttuğunu- Ömer Bey’in yüzüne haykırdığı o tartışmadan sonra kızıyla doğru dürüst konuşmaz olmuşlardı. Ömer Bey’in kırık dökük sorularla başlattığı sohbetler kızının asık suratla verdiği bir sözcüklük karşılıklarla kuruyup kalıyordu. Ceketini giyip odadan çıktı. Mutfak kapısından başını uzatıp içeri baktı. Karısı televizyonun karşısındaki kanepeye uzanmış, gözleri kapalı, düdüklü tencerenin buhar kaçırması misali ince ince tıslayarak horluyordu.

“Ben çıkıyorum,” diye seslendi. “Dolaşacağım biraz çarşıda.”

Karısı tıslamayı kesti. Gözlerini aralayarak başını geriye attı, sersemlemiş yüzünü Ömer Bey’e çevirdi.

“Geç kalma,” dedi uykulu bir sesle, “Akşama fırında tavuk yapacağım.” Sesinde şefkat kırıntıları dolaşıyordu sanki.

“Geç kalmam,” dedi Ömer Bey kırgınlığı solmaya yüz tutmuş bir sesle.

Nefesi ağır ağır işleyen buharlı bir trendi, canı eskisi kadar tez değildi. Şapkasını başına geçirdi, portmantoda asılı bastonuna uzandı. Kapıdan çıktı, bastonuna dayanarak yavaş yavaş indi merdivenlerden.

Güneş, gecenin dertlerinden habersiz neşeyle ışıldıyordu. Gökyüzünde uzun kuyruklu bir kuş sürüsü gelin almış bir düğün kafilesini andırarak geçiyordu. Ilık kış rüzgârı yüzüne çarpınca hoşuna gitti Ömer Bey’in. Durağa vardığında gelen ilk otobüse bindi. Pencere kenarında boş bir yere oturdu. Refüjün ortasında cıscıbıldak kalmış portakal ağaçları meyve dolu dallarıyla otobüsün camından akmaya durdular. Bir balkonun demirlerine bembeyaz çamaşırlar asılmıştı. Büyükçe bir çarşaf, hafifçe dalgalanarak havalandı, beyaz bir bayrak gibi açıldı. Ömer Bey, dalgalanan çarşafın geniş beyazlığına bakarken derin bir özlemle kabardı, kalbinde çitilenmekten kurtulmuş bir parça huzur buldu.

Birden yol üstündeki lamba direklerinin birine konmuş kapkara şeyi fark etti.

Karga, üzerindeki bakışları hisseder hissetmez kanatlarını açarak havalandı, gökyüzüne doğru uçarken şişmeye başlayan çarşafın üzerinde kocaman bir leke belirdi. Çarşaf çırpındı, çırpındı, sonra yavaşça sönüp eski halini aldı. Ömer Bey çarşafa bakarken midesi acıyla tutuştu. Kendini tutmasa oracıkta, pencere kenarında oturduğu yerde bir sağanak daha koparacaktı. Elinin parmakları sıkılmaktan kasılmıştı. Derin bir nefes aldı, boğazına takılı makara takırdaya takırdaya döndü.

Yolun kenarında, kucağında bir çocukla genç bir kadın yürüyordu. Çocuk yumuk işaret parmağını kaldırarak gökyüzünü gösterdi, kafasını geriye atarak güldü. Ömer Bey’in kalbi bir dalgayla kabardı. En son ne zaman o çocuk gibi güldüğünü düşündü, hatırlamadı. Düşüne düşüne ayağında yırtık şalvarıyla dağlarda keçi güttüğü zamanlara kadar gitti aklı. “Sarp kayalarda gezerdim,” dedi kendi kendine. “Dik yamaçlar ne ki derdim, şimdi dizlerim tutmuyor, dayanılmaz oldu derdim.” “Efendim,” dedi karşısındaki adam. Ağzını koluyla silerken uykulu gözlerle onu süzüyordu. “Sana demedim,” dedi adama. “Kendi kendime konuşuyorum.” “Mâni söylüyorsun zannettim,” dedi adam. “Aşık mısın yoksa amca?”

Gülümsedi Ömer Bey, bir an her şeyi unuttu. “Var öyle bir kabiliyet kanda,” dedi. Her şeyi anlatmak düşüncesiyle tutuştu. Vazgeçti. Kimseye hiçbir şey söylemek istemiyordu artık. Başını pencereye doğru çevirdi.

“Türkü çağırmak iş değil,” demişti babası konservatuar sınavlarına girmek istediğini söyleyince.

“Öyle değil baba!”

“Başıma çalgıcı mı olacaksın yoksa? Doğru dürüst bir iş edin.”

Bir tek ortaokuldaki öğretmeni Hayri Bey ikna edebilirdi babasını. Ömer’i de çok severdi.

Severdi…Severdi ama…Bu, başına gelen o felaketten önceydi.

Bir derste, Hayri Bey, İstanbul’da gördüğü bir piyesten bahsediyordu. Ömer, onun söylediği bir şeye o kadar gülmüştü ki…

Otobüs, caddenin sonundan sahil yoluna girdi. Ömer Bey lokalin önünde indi.

Dağlarda açan çiçeklerin kokusunu yüklenmiş bir esinti çıkmıştı. Yolun karşısında deniz, artık uysallaşmış ak köpüklü dalgalarını usulca kumsala bırakıyordu.

Ömer Bey, bastonuna dayanarak etrafındaki ağaçları taradı. Karga ortalıkta görünmüyordu.

Merdivenlerin bitişiğindeki, çocuk arabaları ve tekerlekli sandalyelerin geçmesi için yapılmış rampanın demirlerine tutunarak indi. Kumsalın başladığı, yeşil otlarla çevrili alana bir soyunma kabini ve duş, yan tarafa da tuvaletler sıra sıra dizilmişti.

Ömer Bey, soyunma kabininin önüne, beton yükseltinin üzerine oturdu. Denizin hışırtısı rüzgârla birlikte artmış, kıyıya bıraktığı köpükler iyice incelmiş, tir tir titriyordu dalgalar.

Ortaokulu bitirdiği yaz, babası atlarından birini Ömer Bey’e hediye etmişti.

“Köye geldikçe binersin. Hele Ticaret Okulunu kazan, bir de arsa vereceğim sana…” demişti. O yaz atın sırtından hiç inmemişti Ömer. Görenler kıskanç nazarlarla bakmışlar, akrabalar dedesi Hasan Paşa’ya benzetmişlerdi onu. Hasan Paşa gençliğinde tüfeğini sırtına çatar, atına böyle kurulur, o dağ senin bu yayla benim dolaşa dolaşa avlanırmış. Bir seferinde karşılaştığı bir ayıyla güreş bile tutmuş. Öyle cesur, öyle gözü pek bir adammış. Ayı bütün kemiklerini kırıp öylece bırakmış Hasan Paşa’yı. Adamcağız neredeyse ölüyormuş. Kardeşi son anda yetişmiş de ayının elinden almış, sırtladığı gibi dağdan köye taşımış. Hasan Paşa, kemikleri kaynayana kadar aylarca yatmış. Tövbe etmiş, bir daha dağa çıkmam bundan kelli demiş. Ayağa kalkar kalmaz ilk işi tek atışlı kırma tüfeğinin fişeğini çıkarıp duvardaki bir çiviye asmak olmuş. Kimse dokunmamış tüfeğe sonra, duvarda unutulup kalmış.

Bok böceği at pisliğini yuvarlaya yuvarlaya yokuşun ortasına kadar çıkarmıştı. Azimle, yukarı doğru itmeye devam ediyordu.

Ömer dağ yolunda at sürmüştü sabahtan ikindiye kadar. Akşam inerken evine varmıştı. Atını bağlamış, içeri girmişti. Anasına seslendi, karşılık alamadı. Kimsecikler yoktu ortalarda. İçine çekilmiş, mahzunlaşmıştı ev. Biraz su içti testiden. Yufka ekmeğin arasına biraz peynir kırdı, yedi. Duvarın dibine çöktü, ticaret okulunu kazanma hayallerine daldı. Pencereden giren akşam güneşi duvarda civelek ışıklarla oynaşıyordu. Geze geze gelip asılı duran tüfeğin tetiğinde parıldadı.

Avludan biri sesleniyordu. Ömer ayağa fırlayıp odadan çıkmaya davranmıştı ki, ağıldaki keçilerini güden Şeker Dayı dev gibi bitiverdi kapıda. Oğlunu görmeye birkaç günlüğüne Aydın’a gitmişti. O yokken sahipsiz kalmıştı keçiler. Obanın çayırlığında yayılmışlardı. Geri döndüğünü haber veriyordu Şeker Dayı. Yarından itibaren keçileri yaylaya çıkaracaktı.

On dörtlük delikanlı başıyla Şeker Dayıya bir oyun etmek geçti içinden Ömer’in. Şaka yapacaktı alt tarafı, ne vardı ki bunda? En fazla; “Aklımı aldın bre del’oğlan,” diye çıkışırdı Şeker. Sonra ikisi bir olup gülerlerdi. Duvardaki boş tüfeği kaptı.

Bok böceği, iyice yorulmuştu artık ama at pisliğini azimle yuvarlamaya devam ediyordu.

Tepeye ulaşmak üzereydi neredeyse.

Parmağını tetiğe geçirip kaldırdı Ömer. Gözünü arpacığa hizalayıp sordu.

“Vurayım mı seni Şeker Dayı, ha?”

Şeker Dayının gözbebekleri büyüdü, yüzünden taştı.

“Yapma gadanı alayım güççük ağam,” dedi, yalvarırken sesi tiril tiril titriyordu. “Şeytan doldurur. İndir onu.”

Amma korkmuştu Şeker Dayı. Dolu değildi ki tüfek.

“Yapma gözünü seveyim ağam!”

Ona korkulacak bir şey olmadığını gösterecekti Ömer. Öğretmenine de ispatlayacaktı söylediğinin ne kadar boş olduğunu.

Bok böceği pislik topunu yokuşun tepesine kadar çıkarmıştı. Topun önünden çekilip yana doğru döndü. Engelsiz kalan top anında harekete geçti, yuvarlana yuvarlana kaşla göz arasında aşağıyı boyladı. Bok böceği hiç beklemeden peşinden koşturdu at pisliğinin. Yanına gitti. Ön ayaklarının üstüne kalktı, pisliğe dayandı. Arka ayaklarını oynattı. At pisliğini tazelenmiş bir gayretle yukarı doğru yuvarladı.

Hiçbir şey duymamıştı. Ne tüfeğin sesini ne Şeker Dayının ahlamasını.

Dağ gibi Şeker Dayı dizlerinin üstüne çöktüğünde şaka yaptığını sandı. Sonra öne doğru devrilip kafası küt diye ayaklarının dibine düşünce… Bir kırmızılık odanın tahta döşemesine yayılınca…Üzerinden kalkan duman inceden tütmeye başlayınca…

Burnuna kadar gelen yanık kokusunu neye yoracağını bilemedi.

Sağ eli kaskatı kesilmişti. Tetiğin kıpkırmızı izi o anda kazınmıştı parmaklarına.

“Bilmiyordum, bilmiyordum…” dedi sayıklar gibi. “Allah canımı alsın ki bilmiyordum…”

Paraya sıkışmış ağabeyinin, yıllardır duvarda asılı tüfeğe göz koyduğunu, çalışıyor mu diye anlamak için içine fişeği bastığını, sabah erkenden götürüp kasabada okutmaya niyetlendiğini nereden bilecekti?

Yokuşun ortalarına yaklaşmış bok böceği bir an duraladı. Ön ayaklarını birbirine sürttü. Boşta kalan pislik topu bir makara gibi hızla aşağıya doğru yuvarlandı, kumların arasına düştü.

“Duvarda asılı bir tüfek mutlaka patlar,” demişti Hayri Bey gördüğü o piyesi anlatırken. “Piyesin kuralı bu.”

Piyes de neyin nesiydi? Ne kadar gülmüştü Ömer öğretmeninin bu sözüne.

“Yapmayın Hocam,” demişti. “Boş tüfek patlar mıymış hiç?”

Yaaa, edebiyat öğretmeni Hayri Bey böyle ilim sahibi bir adamdı işte. Lafının üstüne laf söylemeye gelmezdi.

Bir şey dediyse, dediği en nihayetinde mutlaka çıkardı.


Nurgök Özkale

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page