top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Osman Tünç- Sinik

Kış erken bastırır bizim buralarda. İnsanoğlu için kışı ya da yazı sevmek artık bir tercih meselesi haline gelmişse de biz yabanda yaşayan canlılar için yazı sevmek hala bir zorunluluktur. Gerçi, insanların çöplerini camlarından özgürce fırlatabildiği eski trenler varken kış bizim için de büyük bir sorun teşkil etmezdi lâkin yeni trenler buna müsaade etmiyor. İyi niyetli birkaç istasyon çalışanı ve bir grup hayvan severin insafına kalmış vaziyetteyiz. Bizim için yiyecek bıraktıkları belli başlı birkaç noktan var fakat bize kışı atlatmamızda yardımcı olması gereken bu noktaların hemen hepsi çoğu zaman tamtakırdır. Hoş, dolu olsa bile insanoğlunun merhameti kaç hayvana yetebilir ki zaten?

İşte bu yeni trenler geldiğinde ve artık yiyecek bulmamız daha da zorlaştığı günlerde alışkın olmamakla birlikte ilk defa sürüler halinde dolaşmaya başladık. Koyun, kurt, davar sürülerine nazaran tilki sürüsü tabirinin kulağa pek hoş gelmediğinin farkındayım ama geçtiğimiz zamanların bir tilkiye evcilleşmeyi dahi düşündürdüğü oluyor. Hatta geçen sene, Sidiklitepe'nin arkasındaki köyde yaşayan ve hayvanlara olan merhametiyle tanınan Aktar Selim'in yanına sokulurum da belki kışı atlatana kadar yanında dururum düşüncesiyle birkaç defa köye inen bir tilki, üçüncü gece azgın bir çoban köpeğinin dişleri arasında can verene kadar bizim kafamızda bile bu düşünce vardı. Fakat bu olaydan sonra evcilleşme bahsinin açılması bile yasaklandı sürümüzde.

Üç kişilik bir sürüydü bizimki. Kesikkuyruk, Kurnaz ve ben, Sinik. Kesikkuyruk, yakınlardaki bir mezranın kümesine dadandığımız bir akşam üzeri, attığını vuran ve tanıyanların Pis Osman dediği bir çiftçinin çapasına kuyruğunu kaptırdığı günden sonra ona bu isimle hitap etmeye başladık. Bundan beter onlarca badireyi kılı kıpırdamadan atlatan Kesikkuyruk o gece izimizi süren ve burnumuzun dibinde sayılabilecek çoban köpeklerine bile aldırmadan sabaha kadar acı acı inledi. İlk defa tanık oluyordum Kesikkuyruk'un bu haline. İlk defa korku ve acı görüyordum gözlerinde. Göz göze geldiğimiz birkaç anda o korku ve acı, yolunu bulan bir su misali yüreğime doğru aktı ve bende onulmaz yaralar bıraktı. O günden sonra içime kapandım ve kendi köşeme çekildim. Kesikkuyruk bir iki güne eskisinden daha dinç bir vaziyette intikam peşine düşmüştü bile ama bende, bırakın intikam peşine düşmeyi, kimseyle konuşacak takat bile kalmamıştı. Bugünden sonra çevrede Sinik diye anılmaya başlandım. Kurnaz ise Kesikkuyruk'un kuyruğunu yitirdiği hengameden bile eli boş dönmeyecek kadar soğukkanlı olduğu ve işini bildiği için ona bu isimle seslenir oldular.

***

Dediğim gibi o hengamenin gecesinde Kesikkuyruk’un gözlerindeki acı ve korku beni o kadar etkilemişti ki artık ava bile çıkacak cesareti bulamıyordum kendimde. Kurnaz ve Kesikkuyruk her gün dil döküyorlardı ama nafile. Her av öncesi saatler süren ikna çabaları sonuçsuz kalıyordu. Ağızlarından av kelimesi her çıktığında o gece yaşadıklarımız gözlerimin önüne geliyor, Kesikkuyruk'un çoban köpeklerinin azgın ve şehvetli havlamalarına karışan acı ve çaresizlik dolu ulumaları kulaklarımda çınlıyordu. Olur da yine öyle bir hengamenin içine düşer de öyle bir darbeyi bu sefer ben alırsam buna kesinlikle dayanamayacağımı biliyordum.

Bir hafta, on gün, bir ay derken soğuklar iyice bastırdı. Kar düşmek üzereydi. Kurnaz ve Kesikkuyruk’un mağaramıza taşıdığı av her geçen gün azalıyor, doymak şöyle dursun karnımıza bir lokma girdiği için kendimizi şanslı kabul ediyorduk. Bizim kadar şanslı olmayanların varlığından ise Kurnaz’ın arada getirdiği ve açlıktan öldüğü bariz olan kuş, tavşan, sıçan leşlerinden anlıyorduk. Anladığımız sadece bu değildi pek tabii. Benim avlanmadan, sadece onların getirdikleriyle beslenmem artık kabul edilebilir değildi. Açık açık söylemiyorlardı ama hal ve hareketlerinden bunu anlamak güç değildi. Kurnaz bununla da kalmıyor avını benimle paylaşana kadar artık böyle gitmeyeceğini ima eden onlarca cümle kuruyor, yemekten sonra midesinin hala boş olduğundan dem vuruyordu. Elbette ki bütün bunlar ağrıma gitmiyor değildi ama kalkıp gidecek cesareti bir türlü bulamıyordum kendimde. Bir yanım bunun utancını yaşarken öbür yanım zaten beklenilen günün pek yakın olduğunu, işi oluruna bırakmam gerektiğini söylüyordu.

Aradan çok geçmemişti ki bir sabah uyanıp da mağaranın ağzındaki küçük kar kümelerini gören Kesikkuyruk bir süre aşağıda uzanan ve artık bembeyaz bir örtüyü andıran ovayı seyrettikten sonra yanıma kadar geldi ve hiçbir şey söylemeden gözlerimin içine bakmaya başladı. Belli ki kafasında, gelmiş olan o kaçınılmaz sonu bana nasıl açıklayacağını kuruyordu. Gerçi duruşundan soluk alışverişine kadar her şeyi bunu o kadar açık bir şekilde anlatıyordu ki cümle kurmasına gerek yoktu. Bu uzun bakışmaya daha fazla dayanamayarak hala uyuklamakta olan Kurnaz'a kaydı gözlerim. İşte tam da bu sırada, “O da böyle olsun istemezdi.” sözleri döküldü ağzından Kesikkuyruk'un. Tekrar göz göze geldik. Baskın gecesindeki korku ve çaresizliğin aynısı vardı gözlerinde. Üstelik artık peşimizde çoban köpeklerinden daha azgın bir düşman vardı ve hal böyleyken benim savunulacak hiçbir yanım kalmıyordu. Evet, Kurnaz da istemezdi böyle olmasını ama böyle olmuştu işte. Ve zaten kesinlikle böyle olacaktı. İçimden bir haykırış kopup geliyor boğazımda düğümleniyordu. Buna daha fazla karşı koyamayacağımı bildiğimden bir sıçrayışta dışarı attım kendimi ve olabilecek en hızlı şekilde uzaklaştım oradan. Kesikkuyruk'un arkamdan yetişen o iç parçalayıcı ulumasına karşılık dahi vermeden.

Saatlerce, nereye olduğunu düşünmeden sırf içimdeki kırılganlığın boğazıma kadar taşıdığı haykırışları bastırabilmek için hiç durmadan koştum. Nihayet bacaklarım artık bana itaat etmekten vazgeçip de beni yürümeye zorladığında tren raylarında buldum kendimi. Raylar boyunca yürümeye başladım. Demiryolu işçilerinin rayların iki tarafına yığdığı karlar bir sıradağ silsilesini andırıyordu. Daha hızlı yürüyebilmek için gözüme kestirdiğin bir alçaklıktan vadiyi andıran raylara atladım. Nihayet vakit ikindiyi bulduğunda yürümek de artık bir işkence halini aldı. Çaresiz, biraz dinlenmek üzere tekrar kar dağı silsilesinin öbür tarafına geçtim. Neyse ki bildiğim bir yerde sayılırdım. Annemin beni doğurduğu ama tren raylarına yakın diye çok kalmamıza müsaade etmediği mağara yakınlarda sayılırdı. Kara bata çıka mağaranın olduğu yöne doğru yürüyordum. Derken elli insan adımı kadar ötede duran bir kar tepeciği ilişti gözüme. İlk başta kar tarafından yutulan bir hayvan leşi sandım ama biraz daha yaklaştığımda bunun siyah bir çöp poşeti olduğunu gördüm. Hemen koşup poşetin henüz kara gömülmemiş ve bakır bir telle büzülmüş olan ağzından tutarak çekiştirdim. İçinin yemek dolu olduğunu o zaman anladım. Mutlaka bir vagon görevlisi fırlatmıştı bunu zira yakınlarda herhangi bir istasyon bulunmuyordu. Zaten istasyon şefleri çöpleri böyle gelişigüzel yerlere değil, hayvan sever derneklerinin yaptırdıkları noktalara bırakıyorlardı. Birden keyfim yerine geldi. Eğer mağarayı da bulursam hiç dışarı çıkmadan haftalarca idare edebilirdim.

***

Bulduğum poşetteki yiyecekler biteli dört gün oluyordu. Beş haftadır burada bu vaziyette uzanıyor ve sadece poşetten karnımı doyuracak bir şeyler almak için hareket ediyordum. Fakat dediğim gibi poşetteki yemek dört gün önce bitmişti. Artık iki seçenek vardı önümde. Burada durup açlıktan ölmeyi beklemek ya da dışarıda yemek ararken açlığa bir de soğuğu ekleyip daha acı bir şekilde can vermek. Gönlüm ilk seçenekten yanaydı ama midemdeki boşluk o kadar büyümüştü ki diğer duygularıma galip geliyordu. Fakat ben, bu boşluğa, dayanabildiğim son ana kadar karşı koyma niyetindeydim. Uğruna en yakın arkadaşlarımdan ayrılmayı göze almış olduğum korkunun, bu boşluğa yenik düşmesini yediremiyordum kendime.

Çok geçmeden bütün duygularımla; etimle, kemiğimle bu açlık duygusunun boyunduruğundaydım artık. Olağanüstü isteksizliğime rağmen yerimden kalkıp mağaranın ağzına kadar geldim. Ova hala karla kaplıydı ve kar, aralık vermeden ovayı yutmaya devam ediyordu. Nereye olduğunu bilmeden fakat bu sefer ne için olduğundan emin olarak yürümeye başladım. Saatlerce, gözlerim kararana kadar, hiçbir canlıya rastlamadan yürüdüm. Kendime geldiğimde Sidiklitepe'nin eteklerindeydim. Tepeyi aşmam çoban köpeklerine yem olmam anlamına geliyordu fakat dediğim gibi, artık beynime hükmeden duygunun esiriydim. Ayaklarım tepeyi tırmanmaya başladı bedenimi peşinde sürükleyerek. Bile bile ölüme yürümekti bu fakat ha soğuğun pençesinde ha çoban köpeklerinin dişleri arasında can vermişim çok bir şey fark etmiyordu artık.

Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. Neredeyse köye varmıştım fakat çoktan kokumu alıp beni, ben daha tepenin bu yamacını inmeye başlamadan karşılamış olmaları gereken çoban köpeklerinden eser yoktu. Köye iyice sokuldum. Bu soğuğa rağmen dışarıda oynayan insan yavrularının sesini duyuyordum ama köpeklerden hala ses seda yoktu. Köyde hiç köpek olmadığına hükmettim sonunda ve daha cesur adımlarla ilerledim köye. Amacım kendimi önce çocuklara fark ettirmekti. Çünkü büyükler mutlaka bir kümese dadanmaya geldiğimi düşünüp taş, keser yağmuruna tutar cansız bedenimi köpeklere akşam yemeği ederlerdi. Oysa çocukların, tam da emin olmadığım halde, bir oyun arkadaşı buldukları için sevineceklerini bile düşünüyordum ve mutlaka Aktar Selim'i haberdar ederlerdi. O zaman işte her şey benin için daha kolay olurdu.

Köye girdim, bacaları tüten ilk evleri geçip çocukların oynadığı küçük alana ulaştım. Durumu değerlendirmek adına, köylülerin kışın yakmak üzere toplayıp üstünü mavi bir brandayla örttüğü büyükçe bir tezek yığınının arkasına gizlenerek çocukları izlemeye koyuldum. Vakit ikindiye geliyordu, köpeklerin köye dönmesi an meselesiydi. Her ne yapacaksam vakitlice yapmam gerekiyordu. Fakat bir türlü çocukların bir açığını yakalayamıyordum. Kar ise hızını artırıyor, görüş mesafemi beş on adıma kadar indiriyordu. Öte yandan gözlerim kararıyor, tatlı bir uyku bütün bedenimi sarmaya başlıyordu.

***

Gözlerimi açtığımda, gürül gürül bir sobanın yandığı küçük bir odada, samandan yapılma bir döşeğin üstünde buldum kendimi. Öbür odada birkaç çocuğun sesine karışan bir ihtiyarın sesinden buranın Aktar Selim’in evi olduğuna hükmettim. İstemsiz bir gülümseme yayıldı yüzüme. Her şey tam da düşündüğüm gibi olmuş ve ben nihayet o korunaklı alana girmeyi başarmıştım.

Aktar birazdan peşinde dört çocukla odaya girdi. Beni uyanık halde gören çocukların sevinç çığlıkları kulaklarımı neredeyse sağır edecekti. Hemen köşeye çekilip saldırı pozisyonu aldım. Aktar, benim bu hareketime içten bir gülümseyişle karşılık verdi, korkup arkasına sığınan çocukları teskin ederken. Sonra kendisinden korkmamamı sağlayacak bazı yatıştırıcı sözlerle iyice sokuldu bana. Çocuklardan birine sobada kaynamakta olan kâseyi göstererek getirmesini söyledi. “Bunu içsin iki güne hiçbir şeyciği kalmaz, eskisinden daha sağlam olur,” dedi. Çocuklar hep bir ağızdan sorular sormaya başladılar yine.

“İyileşince onu dışarı bırakmazsın değil mi Selim dede?”

“Köpekler dakikasında parçalar onu değil mi?

“Bahara kadar burada kalacak, ona hep beraber bakacağız değil mi dede?

Aktar Selim bıkmadan, çocukların sorduğu her soruya onları ikna edecek cevaplar vermeye çalışıyordu. Onun bu tavrı çocukların şevkini daha da arttırıyordu. Ama anladığım kadarıyla Aktar'ı memnun eden asıl şey zaten çocukların bu şevkiydi. Kasedeki sıvıya biraz soğuk su ekleyip ılıtarak bana içirdikten sonra önce çocukları dışarı çıkardı ardından sobayı karıştırıp kendisi de çıktı. Tek başıma kalmıştım yine. Geçen sene bu niyetle köye inip de köpeklere yem olan tilki geldi aklıma. O da ulaşabilseydi Aktar'a, böyle karşılanacaktı. Önce üzüldüm onun adına ama sonrasında bugün burada olmamın onun başarısızlığının sonucu olduğunu düşünmeye başladım. O, geçen sene başarsaydı, bütün hayvanlar bundan cesaret alacak burası belki de yol geçen hanına dönecekti. Dolayısıyla Aktar, bunu köylüye açıklayamayacağı için hayvanları uzak tutmaya çabalayacaktı ve ben şimdi burada yatıyor olmak yerine daha köye yanaşmadan köylülerce kovalanmış ya da köye yanaşmaya cesaret bile etmeden karın yuttuğu uçsuz boşlukta açlıktan ölmüş olacaktım. Velhasıl, birkaç gün sonra artık ayaklandığımı gören Aktar beni arka bahçesinde ahır niyetine kullandığı, kümesten hallice bir kulübeye götürdü. Burası odaya nispeten daha rahat sayılırdı. Çünkü hem hareket alanım genişlemişti hem de canım sıkıldığında en azından bahçeye çıkıp dolaşabiliyordum. Aktar ve çocuklar da sık sık beni ziyaret ederek rahat etmem için ellerinden geleni yapıyorlardı. Çocukların bir ziyareti sırasında, köye indiğim o gün tezek yığınının arkasında bilincimi yitirdikten biraz sonra, yaptıkları kardan adama ağız, göz, düğme yapmak için tezek almaya gelen bir çocuğun beni fark ettiğini ve hemen arkadaşlarıyla beraber kimseye belli etmeden Aktar'a getirdiklerini de öğrenmiştim. “Belki,” dedim kendi kendime, “bilimcimi yitirmemiş olsaydım çocukları korkutup kaçırır ya da ben korkup kaçardım. O zaman da her şey alt üst olurdu.”

Günlerim bu minvalde gelip geçiyordu. Son kar yağıyordu artık. Haftalardır ara vermeden yağan bu beyaz canavar bir iki gün daha bütün gayretiyle yağacak ve nihayet diğer çile başlayacaktı. Don. Haftalardır yağan karı, erimesine müsaade etmeden taşa çevirecek, birkaç hafta da o zulmedecekti cümle aleme. Ama yine de gerek yabanda yaşayan hayvanlar gerek köylü için bu don, sonun başlangıcı demekti. Sadece bir ay kadar daha dişlerini sıkmaları lazımdı o da zaten kaderleriydi. Derken üç gün sonra, Aktar'ın köyde olmadığı bir akşamüstü bir gürültüdür koptu köyde. Kadın çığlıkları, erkek naraları, köpek havlamaları ve tilki ulumaları birbirine karışıyor içinden çıkılmaz bir kargaşaya dönüşüyordu. Hemen ön bahçeye gidip kapı aralığından olanları seyretmeye koyuldum. Gördüklerim karşısında afalladım ilk anda. Gözlerime inanamadım. On beş yirmi tilkiden oluşan bir sürü, üstelik akşam üzeri, köye inmiş önlerine çıkan ne varsa saldırıyorlardı. “Bunlar çıldırmış olmalı,” dedim fakat sonra açlığın zaten çıldırmanın farklı bir şekli olduğu geldi aklıma. Belki bir tanıdık görürüm diye iyice gezdirdim gözlerimi. Biraz sonra Kurnaz ilişti gözüme. Telaşlı ve ne yaptığını bilmez bir haldeydi. Böyle durumlardaki soğukkanlılığıyla bilindiği için Kurnaz demiştik ona, oysa o halinden eser yoktu şimdi. Çok geçmeden Kesikkuyruk’u da gördüm. Sağ arka bacağından müthiş bir yara almıştı ve zar zor hareket edebiliyordu. Hemen bir şeyler yapmazsam bu hengamede bir darbeye hedef olması an meselesiydi. O zaman, ben mağaradan ayrıldığımda arkamdan savurduğu ve cevapsız bıraktığım uluması geldi aklıma. Şimdi o haykırışa karşılık vermenin tam zamanıydı. Boğazımı yırtarcasına uludum. Tam tahmin ettiğim gibi sesimi tanıyan Kesikkuyruk hemen kapının yanında bitiverdi. Kapıyı hafif araladım ve onu içeri aldım, arka bahçeye geçirdim. Kulübeye girdik beraber. Yarasından hala kan sızıyordu ama onu dışarıdaki hengâme son bulmadan Aktar'ın yanına götürmem olanaksızdı, ki zaten Aktar evde değildi. Mecburen geceyi bekleyecektik. Bu sırada Kesikkuyruk’un gözlerine değdi gözlerim. “Sürü büyümüş,” diyebildim sadece. “Yabanda aç kalan çok hayvan var,” dedi. Tekrar sustuk. Bu vakitte köye inmiş olmalarını aklım anlamıyordu hala. Neden yaptınız diyecektim lakin çok gereksiz bir soru olacağından vazgeçtim. “Dayan,” dedim, “ortalık biraz durulsun Aktar iki güne iyi eder seni.” Çaresiz, beklemeye koyulduk.

Vakit gece yarısını geçtiğinde bile ortalık daha durulmamıştı. Köylüler hala deli gibi sokaklarda dolanıyor, olur da oraya buraya saklanmış bir tilki görürlerse öldürmek için tetikte bekliyorlardı. Öte yandan Kesikkuyruk hala kan kaybediyordu. Her zaman parlayan gözlerindeki ışığın gittikçe sönmekte olduğunu gördükçe dışarıdaki kalabalığın dağılmıyor olmasına daha çok sinirleniyordum. Oysa Aktar'ın Kesikkuyruk'u kurtarması işten bile değildi. Ama gitmiyorlardı, dağılmıyorlardı ve Kesikkuyruk'u bir türlü Aktar'a götüremiyordum. Sinirden titrediğimi gören Kesikkuyruk beni rahatlamak için teskin edici sözler söylüyordu ama ben dediklerini duymuyor, duyduklarımı anlamıyordum. Sık sık dış kapıya kadar gidip durumu gözlemliyor her seferinde öncekinden daha sinirli bir vaziyette dönüyorum kulübeye. Her döndüğümde tabii Kesikkuyruk’u biraz daha çökmüş buluyordum. Son seferde ise Kesikkuyruk’un küçük bir kan gölünün içindeki cansız bedeniyle karşılaşınca başım döndü, olduğum yere yığılıverdim. Bu halde ne kadar kaldım bilmiyorum ama kendime geldiğimde ne sinirlerime ne de içimde kopan fırtınaya karşı koyabildim ve kendimi dışarı atıp önüme gelene saldırarak Sidiklitepe'ye doğru koşmaya başladım.

1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page